O gece evden iki yarım olarak çıktı kadın. Bir yarısı kendisiydi, soluğunun son çabasında attı kendini dışarı; diğer yarısı yarım bıraktığı adamın kalbiydi, onu ne yapacağını bilememenin telaşıyla pamuklara sararak elinde çıkardı. Çıkarken koşmaya başladı; merdivenleri ikişer mi üçer mi indi, merdivenler gerçekten var mıydı, hangi apartmanın kaçıncı katından indiğini bilmeden attı kendini sokak kapısından dışarı. Nefes nefeseydi ama bir nefesi olduğunun farkına varması gerekirdi bunu görebilmesi için. Alışkanlığın tesiriyle bir an bile tereddüt etmeden sokağa açılan apartman kapısından sola doğru koşmaya devam etti. Belki de sağa doğru koşmaya devam etmişti; ama bu o kadar önemsizdi ki, o an ne yöne giderse gitsin varacağı yer değişmeyecekti. Alabildiğine koştu kadın, alabildiğine kaçtı; kilometrelerce belki, belki de hudutlar aştı. Soluk borusunu biraz daha zorlasa yırtacaktı kadın, yırtacaktı ve yere yığıldığını fark etmeyecekti. Günlük ağırlığını bile taşıyamayan yorgun kalbi, taşikardi sınırlarını çoktan aşmıştı. Artık ayaklarını hissetmiyordu; oysa en çok hissetmemeyi dilediği şeyin kalbi olduğunu anımsamıştı… Koştuğunu zannederken fark etmedi yere yığıldığını. O an yerden kalkıp hemen önündeki banka oturmayı, böylelikle kimsenin dikkatini çekmemeyi ve kimseye bir açıklama yapmak zorunda kalmamayı akıl edemedi. Çok sonradan fark etti; etrafına toplanan kalabalıktan birilerinin onu kollarından tutup bu banka oturttuklarını ve kadının fiziken iyi olduğuna ikna olduktan sonra, etrafa bomboş bakışından endişelenmelerine rağmen, ellerinden bir şey gelmeyeceğini anlayıp acınası bakışlarla kadından uzaklaşarak dağıldıklarını. Uzunca bir zaman etrafına bomboş gözlerle baktı. Şimdi ne yapacağını, ne düşüneceğini bilmeden; ama ne olursa olsun elindeki emanet kalbi incitmeden öylece oturdu saatlerce. Bir ara kulaklığı taktı kulağına, sonra müziğin bittiğini bile fark etmeden kulağındaki kulaklıkla oturmaya devam etti bankta. Kafasının içindekilerden başka bir şey duymuyordu, zaten o gürültüde duyması da imkânsızdı. Arada “sen” demişti müzik, arada “kal”; gerisini hatırlamıyordu. Elindeki yarım kalple, şehrin ortasındaki yarım bir bankta, gecenin yarısında kalakalmıştı yarım bir kadın. Gitse gidemiyordu, kalmayı denese kalamazdı. Ruhuyla bedenini bir daha aynı âna, aynı yaşamda denk getirebilecek miydi, bilmiyordu. Garip bir tarifsizlikti bu. Kararlarının itibarsızlığı, kaderinin itirazsızlığını aşmıştı çoktan. Hayatta ilk kez tutunamıyor değildi; ama ilk kez tutunmaya kalkmamıştı. Hayatının o gecesi bir şey öğretmişti kadına: Yarım kalmış adamlarla yarım kalmayacak hikâyeler yazılamazdı…
Kapının kilidi yuvasında döndü. Kadın bilincini yitirmiş bir şekilde eve dönmüştü. Hiçbir şey olmamış gibi üzerindekileri çıkardı, atkısını ve montunu portmantoya astı, emin adımlarla odasına yürüdü. Üzerine temiz bir şeyler giydi, elindeki yarım kalbi başucuna koydu, yatağının içine girdi ve kalbin yanına şu notu iliştirdi:
“Çok bekledim, çok üşüdüm, çok çabaladım; çok isyan ettiğim de oldu ama çoğunu kendime sakladım. Çok sonraları anlaman bir şey ifade etmeyecekse de bil; ben ne yaptıysam, gözümün içine bakan bir çift göz ile elimde kalan üşümüş bir kalp için, hayatımda ilk kez tereddüt etmeden bir şeyler yaptım. Sustum, konuştum, güldüm, ölürcesine ağladım. Kırıldım, belki kırdım da çok. Yaralandım, yara aldım, yaraladım biraz da. Farkındayım acımasızlığımın; ama bana kurdurduğun hayalleri sen kendi ellerinle kırdın… Ben senin yarım kalbini tamamlamaya kalktım, beni neden böyle yarım bıraktın?”
Her gece yaktığı gece lambasını son kez söndürdü kadın. O lamba bir daha hiçbir gece yanmadı.
Bir cevap yazın