Bütün insanlar o duygu ile donanmıştır. Güzel, çirkin, yaşlı genç, uzun, kısa, iyi, kötü akıllı,
aptal, nasıl olursa olsun hiç fark etmez. Herkes o duyguyu tatmak ister. Şimdi var eden bu
duygu, bir gün belki de yok olmanın sebebi olacak.
Sabah vakti, kalın perdeleri sıkıca örtülmüş loş bir odada, çalar saatin çalması ile beyaz
çarşafların arasından esmer bir kolun çıkıp saatin üzerine şimşek gibi inmesi ve onu
susturması bir oldu. Yatakta yatmakta olan genç adam, birkaç saniye daha o durumda kaldı.
Canı yataktan hiç çıkmak istemiyordu ama nazlanmayı bırakıp kalkması gerekiyordu. Derin
bir nefes aldı, çarşafı üzerinden attı, esnedi, gerindi, toparlandı ve banyoya yöneldi. Bakımını
yaptıktan sonra çıkacaktı ki telefonunu eline aldığında arandığını gördü. Kendisi aradı.
“Günaydın.”
“Günaydın” dedi karşıdaki ses.
“Beni aramışsınız?”
“Evet. Bugün servis gönderemiyoruz. Araç arıza yapmış. Üçüncü caddeye kadar yürüyüp
oradan geçen servise binin. 25 dakika sonra meydanda olacak. Şoför sizi alacağını biliyor.”
“Tamam, olurum. Zaten çıkıyordum. Görüşürüz.”
“Görüşürüz.”
Servis otobüsünü yakalamak üzere evden ayrıldı. Kahvaltı? Çalışan bekâr bir adamın
kaderidir kahvaltı yapamamak. Şabir isimli genç adam, Thaupis uluslararası uzay üssünde
bilgisayar mühendisi olarak çalışıyordu. İletişimden sorumluydu. O gün herkes için önemli bir
gün olacaktı. Pallas’a ilk insanlı uzay yolculuğu gerçekleştirilecekti.
Güzel, aydınlık bir hava vardı. Güneş yeni yükseliyordu. Yürümesi gereken 1,5 km bir yol
vardı. Ana caddeye çıktı. Vızır vızır araçlar… Birkaçına el salladı, duran olmadı. Hızlı
adımlarla buluşma yerine doğru yürüdü. Kutsal nehri kesen süslü, tarihi köprünün üzerinden
geçerken nehre doğru baktı. Nehir, biraz ötede denize karışıyordu. Nehir ve deniz ışıl ışıldı.
Yere neredeyse paralel gelen kızıl güneş ışıkları gözlerini aldı. İnsanların çoğu metroda
olduğu için yollar tenhaydı. Meydana ulaştı, ucu ucuna söylenen servisi yakaladı. Hafta
sonları şehrin büyük parklarında ya da deniz kıyısında gezintiden hoşlanırdı. Ancak bir
fırlatma günü olduğunda, istemese de hafta sonunu uzay üssünde geçirmesi gerekiyordu.
Kent içinde servis aracı uzay üssüne doğru yol alırken bir taraftan kulaklığında çalan müziğe
eşlik ediyordu. Neşesi yerinde, morali yüksekti. Ağaçlı yollar, gökdelenler, büyük reklam
panoları, zaman zaman sıkışan trafik geride kaldı. Kent dışına çıktılar. Virajlı tepelik ve
ormanlı bir yoldan çıkıp sonra da aşağıya, bir ovaya indiler. Uzaklarda, puslu hava içinde
fırlatılacak mekiğin hantal, kısa, yine de heybetli silueti görünüyordu.
Kimlik kontrolünden sonra ana kapıdan tel örgülerle çevrili üsse girdiler. Servis aracı bir süre
daha gidip iki katlı bir yapının önünde durdu. Yapı içinde tanıdık yüzler, iş arkadaşları
selamlaşarak yerlerini aldılar.
Şabir bir çay doldurdu. Kulaklığını takıp monitörü açtı. Her şey yolundaydı. Kurabiyelerini
atıştırırken,
“Gidiyor muyuz?” diye sordu yanındaki arkadaşına.
“Bakalım, göreceğiz,” dedi arkadaşı.
Yönetimden talimatlar gelmeye başladı.
Pallas’a gidecek sekizi erkek, sekizi kadın 16 kişilik ekip merkezden çıkıp mekiğe yerleştiler.
Geri dönmemek üzere değil fakat oraya yerleşmek için gidiyorlardı. O günden önce Pallas’a
bir yıldan uzun süredir içlerinde ekilmek üzere tohum, inşaat malzemesi, yaşam kitleri,
barınak modülleri olan insansız mekikler aralıklarla gönderilmiş, şimdi sıra insanlara gelmişti.
Canlı hayvanlar yerleşimden sonra gönderilecekti.
Geriye sayma 20 saattir sürüyordu.
“On dakika…” dedi bir ses.
Kalkışa 10 dakika kala dakikalar sayılmaya başladı. Her şey yeni baştan kontrol edildi.
Görevliler sırayla uygun bilgisi verdiler. İletişim de uygundu. Şabir sorulduğunda,
“Uygundur,” dedi.
Genç Şabir’in kulağı iletişimde, gözü monitördeydi. Hiçbir aksilik yoktu. Vakit gelmişti.
“Geriye sayımda son 10 saniyeye giriyoruz. 10… 9… 8… 7… 6… 5… 4… 3… 2… 1…0,
ateşle!”
Kameralardan göründüğü ve kulaklıklardan duyulduğu kadarıyla uzay aracının roketlerinden,
kulakları sağır eden büyük bir gürültü ile alevler ve dumanlar fışkırarak çıkarken araç
yerinden kıpırdadı ve göğe doğru yükselmeye başladı. Her saniye hızı artıp sorunsuz bir
şekilde yerden uzaklaşırken gittikçe küçüldü, küçüldü, arkasında dumandan bir iz bırakarak
çıplak gözlerden kayboldu.
Birkaç dakika sonra atmosfer dışındaydı. Araç döndü, hız kazanmak için kısa bir süre yönünü
birkaç derece Dünyaya çevirdi. Dünyanın çekim gücü aracın hızını daha da artırdı. Sonra
Dünyanın yuvarlak oluşundan yararlanarak yörüngeye girdi. Dünya çevresinde bir tur atıp
dört saat sonra, fırlatma üssünün üzerinden geçti. Yönü Pallas’a ayarlanıp Dünya
yörüngesinden kurtaracak motor ateşlendi. Artık hızı saniyede 11 km’yi geçiyordu. Bu
yerçekiminden kurtulma hızıydı ve yolculuk başladı. Şabir mekikle iletişimi sağlıyordu.
Mekikten gelen ses ve görüntülerde şakalaşan kozmonotların morallerinin yüksek olduğu
anlaşılıyordu. Zamanla iletişim süresi uzadı. Roket monitörlerde, karanlık içinde gittikçe
küçülen bir ışık noktasına dönüştü.
Akşamüzeri Şabir’in mesaisi bitti, görevini bir arkadaşına devretti.
“Gitmek zamanı… Kolay gelsin arkadaşlar.” Dedi Şabir
“Bugün TV’de ne var?” diye sordu bir arkadaşı.
“Ben sevgilimle buluşacağım. Bugün TV’de o var.”
Güldüler.
Servis, Şabir’i aldığı meydana bıraktı. Akşam mesai çıkışı trafik tıkalı, çevre oldukça
kalabalıktı. Olur olmaz korna sesleri duyuluyordu. Ara bir sokaktan yalnızca yayalara
ayrılmış bir yola girdi. Çevrede yanıp sönen renkli ışıklar reklam panoları, satıcılar görülüyor,
burada korna yerine sesi sonuna kadar açılmış müzik yayınları duyuluyordu. Güneş batmış
olmasına rağmen hava nemli, sıcak ve yapış yapıştı. Yürümekte zorluk çekerek çarşı içinde
sevgilisi Megra ile buluştu. Öpüştüler, el ele tutuşup kıyıya doğru yürüdüler. Megra akıllı,
güzel ve Şabir gibi oldukça koyu tenli idi.
“Nasılsın? Ne yaptın?” dedi Şabir.
“Hiç, iyiyim. Sizi izledik TV’den. Sen nasılsın?”
“Ben de iyiyim. Gönderdik, yoldalar.”
“Gidiyorlar ha? Yeni bir Dünyaya…
“Ama ne olacağı hiç belli değil.”
“Biz de gidelim mi?” dedi Megra.
“Pallas’a?” diyerek şaşkınlıkla baktı Şabir.
“Evet.”
“Yok, hayır. Nereden çıktı şimdi?”
“Niye? Herkes gitmek istiyor?”
“Davulun sesi uzaktan güzel gelirmiş. Ne işimiz var orada? Güzelim Dünyayı terk edip…
Güneş yok, ısı yok, hayat yok…”
Akşam yemeği için nehir kıyısında bir restorana gittiler. Restoran kalabalıktı. Dışarıda içeri
girme kuyruğu vardı. On dakika bekledikten sonra oturma sırası onlara geldi. Nehre uzak bir
masada yer bulabildiler.
Megra yemekte biraz havadan sudan konuştuktan sonra konuya devam etti.
“Pallas’ta hayat yok diyorsun. Ama atmosfer varmış? Gidenler nasıl yaşayacak? Biz de
yaşarız.”
“Burası gibi olmaz. Her şey zorlama olur.”
“Kalabalıktan kurtulurduk.”
“Orası öyle ama orada ne bulacağız? Hiçlik… Hiçbir şey yok orada, maden, kayalar ve
buzdan başka…”
“Dünya ile Pallas’ı karşılaştırdığımızda kuşkusuz Dünya ağır basıyor. Burada rahat olsaydık
gitmeyi istemezdim. Ama rahat değiliz. Bir düzen işliyor. Onun sayesinde yaşıyor, ya da daha
doğrusu hayatta kalıyoruz. Bu koca kentte işler biraz ters gitse herkes açlıktan ölür. 10 gün
yeter. Herkes birbirini vurup yemeye başlar. Hem…”
“Evet?”
“Çocuk yapacak mıyız?”
“Elbette.”
“Kaç tane?”
“Bir… İki…”
“Neden beş, altı, dokuz değil?
“Nasıl bakarız?”
“Bakamayız tabi ama bakabildiğimizi farz edelim. Ne yapacak bu çocuklar, bu kalabalıkta
nasıl yaşayacaklar? Biri bile ne olacak? Her birey herkesin sahip olduğu her türlü özellikle
donanmıştır. Yiyecek isteyecek, konut isteyecek, rahat ve iyi yaşamak isteyecek, sevmek ve
sevilmek isteyecek ve en önemlisi çocuk isteyecek.”
“Herkes için aynı sorun var, yalnızca bizim için değil ki…”
“Ama herkese olması sorunu çözmüyor, daha da zorlaştırıyor.”
Şabir yanıt veremedi.
Restoran çıkışı birbirlerine sarılıp yürüdüler. Eski, süslü köprüye geldiklerinde ortada durup
akan nehrin kutsal sularına baktılar. Üzerine yanar mum bırakılmış kâğıttan birkaç kayık
geçti.
“Ruhları gidiyor… Bütünle bir olmak için…” dedi Şabir
“Biz de bırakalım ruhlarımızı” dedi Megra.
Köprüyü kıyıya bağlayan bir merdivenden aşağıya indiler. Bir satıcıdan mum ve kâğıt kayık
aldılar, yakıp suya bıraktılar. Kayıklar ve mum ışıkları suda uzaklaşırken Şabir’in gözünde o
gün gönderdikleri roketin uzayın karanlığında küçülmesi canlandı.
“Belki de geleceğimiz oradadır” dedi Megra. “Belki orada bütün oluruz…”
Yine köprünün üzerine çıktılar.
“Gezelim mi, eve mi gidelim?” diye sordu Şabir.
“Eve gidelim. Koruyucun var değil mi?”
“Evet.”
“İyi…”
Eve vardıklarında beklemeden doğru yatak odasına yöneldiler.
“Işığı kapatma…” dedi Megra. “Seni görmek istiyorum.”
Tutkuyla öpüştüler.
Mehmet Sinan Gür
Not: Pallas, günümüzde Marsla Jüpiter arasındaki asteroit kuşağında varlığı tespit edilmiş
olan 6 bin asteroitten birinin adıdır.
Bir cevap yazın