Ağaçlar dallarını daha hızlı sallamaya, yüzüne çarpan rüzgâr terini soğutmaya
başlayınca anlıyor ki kâinat yaşıyor. Tepeden aşağı bakınca sınırları kalemle çizilmiş gibi yan
yana sıralanan yeşil, sarı, kahverengi tarlaların üzerinde en sevdikleri türküleri özgürce
haykıran kuşlar, uzaklara çok uzaklara ellerini açıp sağa sola zikzaklar çizerek koşan bir
çocuk gibi uzanıp giden etrafı yemyeşil otlarla sarılan dere… Uzaktan denizin köpüklü
dalgalarını andıran kayalar… Doğaya fısıldayan böcek korosu… Bunlara hiç yakışmayan
eskimiş, uzun yıllar kullanılmadığı üzerindeki pastan anlaşılan, toprağa gömülüp yok olmaya
yüz tutmuş tren rayları… Tren raylarına kadar ayaklarını sürüye sürüye geliyor, rayların
hemen yanındaki taşın üzerine oturuyor; ağlarını örmekte olan örümcekler bu davetsiz
misafiri pek önemsemiyor. Misafir onlardan habersiz kaderin ağlarını nasıl kurduğunu,
çocukluğunu, annesini düşünüyor. Okula başladığı ana gidiyor. Şimdiki korkunun aynısını ilk
kez o gün yaşamıştı. Peşinden sürüklendiği annesinin elleri, bir kadın elinden çok işçi bir
çocuğun elleri gibi; kararmış, yıpranmış, derisi çekilmiş. Bir yere geç kalmışçasına hızlı
adımlarla yürüyorlar. Ağızlarından tek kelime çıkmıyor. Bir başka çocuk başına koyduğu
halka tatlı tepsisiyle iki elini cebine koyarak karşıdan onlara doğru geliyor, bir umut tatlı diye
bağırıyor kelimeyi olabildiğince uzatarak. Korkular içinde boğuşan çocuğun tatlıyı düşünecek
hali yok. Üzerinde ortaokula geçen komşu çocuğunun maviliğini yitirmiş okul önlüğü,
sırtında yine başka bir komşunun sırt çantası… Giydiği pantolon da yine başka bir çocuğun.
Okul açılalı iki ay olduğu halde yeni getiriyor onu annesi. Her yıl iki kez çalışmaya
köye gidiyorlar. Yaz başında çapaya, pamuk fidelerinin etrafında biten ayrık otlarını
temizleye, toprağa nefes aldırmaya; yaz sonunda da pamuk toplamaya… Okula doğru korkulu
ve küçük adımlarla sürüklenirken keşke pamukta olsaydım diye iç geçiriyor; oysa pamuk
toplamayı da hiç sevmezdi. Sabah güneş yüzünü göstermeden uzaktan gelen sert bir sesle
uyanır, yüzünü bile yıkamadan onu sıkıca sarıp sarmalayan annesinin peşinden traktör
römorkunun soğuk demirinin üzerinde pek rahat olmayan bir yolculuğa çıkardı. Üşürdü
üşümesine ama yemyeşil tarlaların arasından uzayıp giden patika yolun bitmesini de hiç
istemezdi. Her gün farklı tarlalara gittiklerinden traktörün varacağı yer büyük bir gizdi onun
için. Tarlaya vardıklarında hava aydınlanmış olurdu, soğuktan titrerken annesi kendi
üzerindeki ceketi çıkarıp onun üstüne örter, bir pamuk dalının altında onu uyuturdu; sabahın
soğuğunda ona pamuk toplatmaya gönlü razı gelmezdi. Öğleye doğru soğuk hava yerini
yakıcı bir sıcaklığa bırakırdı. Güneşin altında hiç çalışmadan beklemek bile dudakların
kuruması için yeterdi. Saat başı su dolaştıran sucu kadın onlara ancak birer bardak su verirdi.
Suyun rengi çamur renginde ve ılık olurdu. O suyla doyulmazdı. Dudakları o güneş altında
tarlada dolaştığı gibi kupkuruydu. Dolmuştu, ağlamak üzereydi. Okul bahçesinin duvarları
görülmeye başlayınca içindeki korku iyice arttı. Annesine merhamet dileyen gözlerle
bakıyordu; fakat Annenin oralı olduğu yok. Kapıdan içeri girdiler. Diğer öğrenciler okula
yalnız gelmeye alıştıklarından annesinin elini tutarak korku içinde bekleyen tek çocuk oydu.
Öğretmenine teslim edildi, en arka sıraya oturtuldu; üniversitenin son gününde kapıdan çıkana
kadar hep en arkada oturacaktı. Ve hep korkulu gözlerle bakacaktı insanlara.
Gecenin karanlığında tren rayının üzerinde oturan da oydu. Öylece hareketsiz, öylece
amaçsız… Bu kaçıncı sigaraydı içtiği? Hayatının son sigarasını söndürdü. Güneş doğmuştu.
Soğuk yerini yakıcı bir sıcaklığa bırakıyordu, dudakları kurumuştu; sucu kadın neden çamurlu
suyu getirmemişti ki? Gece üşümüştü, annesi neden bir pamuk dalını ona gölge yapmamış,
neden üstünü örtmemişti?
Elinde sigara, gözleri uzaklarda, düşünen, sorgulayan ve ömrünün son demlerini
yaşayan oydu. Hava aydınlandı, kuşlar ötmeye başladı, uzaklardan bir kurşun geldi, yere
doğru eğilmiş, kambur, yaşlı ağacın dalları arasından, kalbinin sağ tarafına yılan gibi sokuldu.
Elini göğsüne götürünce kırmızı bir ıslaklık hissetti. Göz kapakları ağırlaşmaya, yelpazenin
açılıp kapanışı gibi yavaşça devinmeye başladı. Biraz sonra ışıklar söndü, kâinatın sessizliği
derinleşti, derinleşti… Her şey çok uzakta, belli belirsiz bir uzaklıkta kaldı. Açlık da geride
susuzluk da. Sarı ateşin kıvılcımlarının tenini okşayışını hissediyor sadece. Şimdi karanlık
var, ruhunun vuslatını beklediği karanlık, her ruhun yaşayacağı ıssızlık…
Gözlerini açıyor, “Neredeyim? Sayıklıyor, birkaç saniyelik bir sorgulama:
“Neredeyim?” Evrende bir noktanın içindeki başka bir noktanın içinde… Kocaman bir hiçliğin
tam ortasında, “Sahi neredeyim?” O boşluk büyüyor… Ağzının kenarından akan tuzlu suyu
hissedince öksürüyor.
Biraz önce uyandığı boşluğun sonsuz olanına düşeceğini anımsayınca titrer, gözlerini
açar; öylece bakar demir yolunun uzayıp giden raylarına. Boşluğu düşünüyordur şimdi,
sonsuz boşluğu… Boşluğun onu çeken bir büyüsü, bir ihtişamı vardır; tüm sorumluluklardan,
acılardan kurtulmak. Mesela bir daha alarm kurmak zorunda kalmayacaktır, gün doğmadan
sıcak yatağından kalkıp çalışmaya gitmeyecektir, kimse onu incitmeyecektir. Zihninin bir
tarafı aydınlık, diğer tarafı ise karanlıktır. Karanlık taraf çoğalmaktadır ve bu karanlık
çoğaldıkça bedenini bir rahatlık, bir dinginlik sarıyordur.
Bir kez daha gözleri kapandı, bir kez daha açıldı; bu son açış onu doğduğu ana
götürdü. Sanki rutubetli, loş bir odanın kuytu köşesinde doğumunu izliyordu. O sırada odadan
son ışık da çekiliyor, güneş batıyordu. Kendi doğuşuna şahit oldu. Hiç tanımadığı bir âleme
açtı gözünü, yalnızdı, dünyaya bırakılmıştı; terk edilmişti. İlkin ağlamayı öğrenmişti; sonra
annesinin kucağında sevgiyi, zamanla kötülüğü öğrenecekti. Bir ömür manayı arayacak
nihayetinde anlamsızlığa mahkûm olacaktı. Şimdi kaybetmeyi öğreniyordu, daha önce
kabullenip susmayı öğrendiği gibi.
Bazen yatağında sırtüstü uzanır, gözlerini düşmanına bakar gibi tavana diker, uzun
uzun ölümü düşünürdü; bu düşünceyi kendine has biricik sanır, insanların nasıl bu gerçeğe
rağmen mutlu yaşadıklarını, gezdiklerini, eğlendiklerini anlayamazdı. Oysa dünyada yaşamış
ve yaşayan her insan aynı şeyi düşünmüştür: Nereden geldiğini, nereye gideceğini ve nasıl
öleceğini. Binlerce kez düşünür, sanır ki düşünen sadece kendisidir. Hâlbuki her insanda ortak
paydadır ölüm. Herkes içinde ölümü yaşar; defalarca ölür, öldüğü sadece bir kez görülür ve
toprağa bir kez gömülür. Şimdi sıra toprağa gömülmeye gelmişti, kim bulacaktı bu et yığınını,
üzerine acıdan ve sonsuz ayrılıktan ibaret olan avuç avuç, kürek kürek acıyı kim atacaktı?
Annesinin sesini duydu uzaktan; gözlerini açtı, kimse yok. Gerçeklik anlamını
yitirmiş, geçen ömrü tekrar yaşıyordu belli belirsiz. Zihni karmakarışıktı, bir yanık kokusu
duyuyordu şimdi. Koku onu annesinin yemek yaptığı ana götürdü. Annesi çadırın önündeki
odun yığınından bir kucak odun alıp üçgen biçiminde dizilmiş üç taşın arasına bıraktı,
eteğinin arasından çıkardığı kibritle odunları yaktı. Hafif bir rüzgâr sesine odunların
tutuşmasının çıkardığı ses eşlik etti. Çadırın içinden getirdiği etrafı is tutmuş tencereyi taşların
üzerine koyup ateşin başında bekledi, aralıklarla ateşe odun attı. Tenceredeki yemek taşmaya
başlayınca beyaz, kirli bir bezle tencereyi tutup içeri götürdü. Önceden yaktığı gaz lambası
çadırın içini loş bir ışıkla doldurmuştu. O ışığın eşliğinde yedikleri yemeğin tadını hiçbir
yemeğe değişmezdi. Annesi çadırın kenarına yatay konmuş iki tahta sütunun üzerine dizilmiş
çiçekli, beyaz bir döşek çıkarıp çadırın ortasına serdi. Onun altındaki yeşil parlak yorganı da
oğlunun üzerine çekip gaz lambası üfleyerek söndürdü. Çadırı yanık bir gaz kokusu kapladı;
yumuşacık yatağında, annesinin kollarında derin bir uykuya daldı.
Gür bir ses yolun sonunun geldiğini haber veriyordu: “Artık iflah olmaz bu, bırakın
gidelim” dedi. Her şey karanlıktı. Bir sinek vızıldayarak ıslak başının üzerine kondu, sineğin
konduğu yerde kaşıntı hissetti; ancak ellerini kaldıramadı. Uzaklardan bir çığlık duydu;
ardından ağıt sesi geldi yaklaştı, yaklaştı, yaklaştı… Tanıdık çok tanıdık bir sesti bu. Son kez
gözlerini açtı, bir daha kapatmadı.
İdris YILMAZ
TÜRK DİLİ VE EDEBİYATI ÖĞR.
Bir cevap yazın