NEREDE O KARA PARÇASI, O GEMİNİN GİDECEĞİ HANİ
Nerede o kara parçası, o gemi gidecekti ya hani?
Çok çok uzakta, her denizcisi bilir…
Nerede peki yelken açtığı o yer? Geride,
çok çok geride, tüm diyebilecekleri budur.
Güneş güvertenin parlak yüzüne öğleyi çalarken tam tepede,
Kolkola ne hoştur süzülmek sularda!
Ya kıç tarafına dayanıp aşağıyı izlemek
Uzayıp giderken biz, enlenen köpüklü yolda
Fırtınalı gecelerde vahşi kuzey rüzgarları kükrerken,
Rüzgar ve dalga ile savaşmak ne gururdur!
Sarkılıp sallanan direkte sırılsıklam bir gemici
Dayanmışsa kıvanç duyar, geçmesi dileğini hakir görür
Nerede o kara parçası o gemi gidecekti ya hani?
Çok çok uzakta, her denizcisi bilir…
Nerede peki yelken açtığı o yer? Geride,
çok, çok geride, tüm diyebilecekleri budur.
Arthur Hugh Clough
Çeviren Öykü Didem Aydın
Bu işi başarırsam bana çok farklı bir ayakkabı çifti hediye edeceğini söylemişti. Evcil bir hayvanmışçasına alıp başını okşayacağım bir ayakkabı. O günü bekleyeceğini söylemişti bana. Şakir. Küçük liman şehrimizin tek kitapçısı. Belki sadece bizim şehrin değil memleketin en fazla ayakkabısı olan şu adamı. Binbeşyüz çift. Başarmam gereken iş oturduğum yeri terk etmek, başka bir memlekete gitmek, başka biri olmaya çalışmak olacaktı. Ama ben başka biri olacağıma, o olmaya çalıştım ve işte ilk aşkımda hüsran böyle başıma geldi.
Bana edebiyatın, hele hele şiirin, pek mahrem bir iş olduğunu hissettiren o kadına yazdığım bir mektupla başladı bu hikâye. Çırılçıplak biri bu duyguya nasıl böyle kolay girer, nasıl demiştim ama girmişti işte o duyguya hemen, öyle işte, girmişti. İlk mektubumda ben ona bir şiir yollamıştım, onun cevabı da katıla katıla gülenyüz olmuştu. Şöyle bir şey yazdığını hatırlıyorum:
“Şiir biraz da seni anlatır ve o kadar kolay olmamalı insanın hemen herkese öyle teklifsiz kendini anlatmaya kalkması; tanıdık-tanımadık herkese e-posta ile bunları gönderebilmesi. Bu yolla başkalarında yürek kıpırtısı yaratmak nasıl mümkün olur? Bir de şiir, ‘okunur’!”
Oysa ben, bir an önce kendimi ayaklarının altına serersem karşılıklı çağrışımlarımızın dalga-boyu yükselmelerinde, bir çocuğun oyunun en çılgın anında atacağı tiz çığlığa benzeyen güzellikler dökülecek sanmaya başlamıştım dilimden. Tanıdık-tanımadık herkese mi? Biz çoktan tanışmıştık. Bir iki geceliğine tamam ama sevişmiştik biz. Çok kırılmıştım.
Yine de incinmemiş göründüm ve
“roman için de geçerli bu, değil mi? O zaman seslendirmesiyle birlikte başka türlü duygulanım yaratılıyor gibi gelir herhalde. Burada ‘okumalar’ pek sık olmuyor, şimdi oralara geleceğim ve o ‘alemlere’ katılacağım zamanları iple çekiyorum.”
diye cevap verdim. Ama o bir e-mailin tonunda nasıl yakalamışsa kırgınlığımı, hemen:
“Samimiyetle yazdığın için olsa gerek, samimi olmak istediğinle paylaşmak istiyorsun sanırım bunları. Bu tür bir samimiyet, bir parti kongresi kalabalığında da olabilir, küçük bir yaş günü kutlamasında da. Ama işte, biz-bizelik vardır her zaman… Biz-bize olduğumuzu sandığını kabul ediyorum ama maalesef biz-bize değiliz şimdi.”
demişti.
Biz bize olduğumuzu sandığımı kabul etmek mi?! Bilmiyordum. Ben o şiirleri başkalarına da göndermiştim mesela, samimiyet hakkında uzun uzadıya düşünmek zorunda kalmadan göndermiştim. Ama ona göndermem başka türlü bir göndermeydi. Şimdi anlıyorum ama ne demek istediğini, ondan tevarüs ettiğim aynı duyguyla olsa gerek, samimiyetle yazmaya kalktığımda, sanki biriyle bir iddiaya girmişim de o iddiayı kaybetmişim, işte o zaman kıçım açık sokağa çıkmak zorundaymışım gibi hissediyorum kendimi. İki dakika sonra
“…belki de aslında, başkalarının ‘gözüne gözüne’ sokulmaktan çok, dışarı taşırmak zorunda kalacağımız o mahremiyetimizi hiç olmazsa ‘şehir meydanında’ değil de ‘ara sokaklarda’ popo açarak korumaya çalışmak lazım. Aslına bakarsan, ‘yazar’ olarak, insanın dileği; yeniden üretmeye izin verebilecek, yayınevinin dikkatini gereken seviyede tutmaya devam etmeye izin verecek kadar okuyucu ve ilgi olmalı galiba. Aksi durumda, yolunda gitmeyen ve bir süre sonra mecburen pornografikleşecek bir görüntü çıkar ortaya diye düşünüyorum…”
diye yazacaktım.
Şimdi böyle yazabilmiş olmama şaşıyorum. Kıç veya göt yerine popo diyerek kadınla belli bir eşcinsel ortak havayı yakalamamdan, bir kibarcıklık ortak paydasında buluşmaktan bahsetmiyorum. Hayır, yazar olan oydu. Şair olan ben. Ben sadece ona olan hayranlığımı dile getirmeye çalışıyor ve işte, battıkça batıyordum. Karşımda fena tanınmış bir yazar vardı ve ben o fena tanınmışa, budala-budala iğnelemeye çalıştığım o pornografik görüntüye aşık olmuş kasabalı küçük bir delikanlıydım. Üstelik az önce ona pornografik olduğunu da ima etmiştim. Ve aşık olduğum kadın, kasabamın tek kitapçısının eski dava arkadaşı olan yayınevi sahibini kırmamış, -Şakir Ağabey, kadının kitaplarını basan yayınevinin eski bir dostuymuş hakikaten- o okuma akşamına katılmıştı. Orada yirmi otuz kişi filandık. Göz önünde ben vardım ve çıplak olarak göze pek hoş görünürüm. Ve çoğu kasabalı delikanlı gibi sevdalı sanıp kendimi, bir gülüp bin ağlamak, tabanları yağlayıp kasabamın kirişini kırmak için bu kadının ardına düşmek istediğim düşünülebilirdi. Bir pasaportum vardı da gidecek bir yer lazımdı mesela. O öyle düşünebilirdi de bir şey düşünüyormuş gibi görünmemişti gözüme o gecemizde. Yani yaptıkları, yapmayı düşündüklerinin uygulaması gibiydi tam anlamıyla. Yaşamak istediği şeyleri bu kadar kararlı yaşayan başka bir kadına rastlamamıştım. Hem de karşısındaki neler yaşamak istiyor bakalım, diye bakmadan.
Vedalaştıktan sonra yaşadığı ülkeye geri döndü. Birkaç hafta bekledim, bana yazmasını ya da beni aramasını. Tabii ne aradı, ne de yazdı. İşi başından aşkın bunun, dedim ve işte dikkatini biraz daha çekebilmek için şu birkaç şiirimi yolladım ona. Cevabı da, az önce anlattım ya, işte öyle oldu. Anlamışsınızdır: “Bu ne samimiyet oğlum”, “biz bize sanma, dikizleyenler de olabilir” demeye getirmiş, kestirip atmıştı.
O mektuplaşmadan sonra onunla yaşadığım günü ve o günün gecesini anlattığım kitapçı Şakir benimle sürekli alay eden şu içsesimle başetmenin yolunu bulmayı tavsiye etti bana. Bence alay eden kendisiydi ve suçu benim iç-sesime atmak kolay gelmişti ona. Dünyayı fethetmiş bir gemicinin, bizim küçük limanı bir geceliğine ziyaret etmesi ve işte orada karşılaştığı ilk güzelle gönül eğlendirmesi Şakir’e pek normal bir durummuş gibi gelmiş olmalı ki şu gemici ziyareti benzetmesini yapmıştı. Deniz kenarındaki küçük dünyamızın aynı zamanda küçük bir liman şehri olması ve benim de arada sırada tayfalık yapmak üzere uzun seyahatlere çıkıyor olmam durumumu kolaylaştırmıyordu. Kitabevinden “seni de becerdi değil mi, seni de, oradan biliyorsun” diye bağırarak çıktığımı hatırlıyorum. Becerdi lafını kullanmadım, hangi lafı kullandığımı siz tahmin ediverin. Şakir sakin adamdır. Ertesi gün hiçbir şey olmamış gibi konuşmuştu benle gene.
Onun bu yakıştırmalarıyla hemen baş etmem çok zordu, ben de dedim, gel seninle bir iddiaya girelim abi, gel ben onun yaşadığı yere yerleşeyim, dikkatini öyle çekeyim, öyle bir çıkayım ki karşısına artık benden vazgeçemez olsun. Alaycı üstat Şakir, önce bir kahkahayla karşılık verdi bu teklife. Sonra da dedi ki: “Dikkatini çekmek mi, senden vazgeçmemek mi?! Kim kimin dikkatini çeker Tanrı aşkına?! Kim kimden vazgeçemez?! Ekmek, su filan mı sanıyorsun sen kendini be küçük budala?! Topu topu başka bir insansın ve onun elini kolunu bağlayamayacak, şiddet uygulayamayacak kadar gururlu bir delikanlı olduğuna göre bu iddiayı kaybedeceksin…”
Şakir hangi iddiaların kazanılıp hangilerinin kaybedileceğini iyi bilirdi bana göre. Benden tam otuz yaş büyüktü ve benim, sadece otuz yıl içinde, onun şimdiye kadar görüp yaşadıklarını, onun kadar büyük bir debiyle toparlamam hiç de kolay olmazdı. Buralıydı, buralıydı da, buraya geri döneli henüz beş yıl olmuştu. Daha önce yedi sekiz yıl hapishanede, yedi sekiz yıl başka başka ülkelerde (hem de ne tuhaf ülkeler), yedi sekiz yıl denizde, yedi sekiz yıl karada yaşamış, işte öyle yedi yıl kış, yedi yıl yaz hayatı içinde savrulmadığı uç kalmamıştı. Eski komünistlerde çok pis bir devran-bilir alaycılık vardır. Yüzlerinde bir işi boka sardırıp bırakanların, bıraktıkları halde pes etmeyenlerin yüzünde görebileceğiniz türden bir, az-önce-götümden-göbeğimden-kurşunlandım-da-yıkılmadım ayağı yapanların ekşi soğuğu vardır. Şakir de güldüğünde mesela, gülmediği, aslında eski ve derin bir acıyı yeniden hatırlamışçasına yüzünü buruşturduğu izlenimini bırakırdı insanda. Bunun kitabevinde de ar namus veya bir delikanlının gururunu incitmeme üzerine kitapların dizildiği bir raf yoktu zaten. Hem bunların şu Marx babalarının ahlâk kuramının da pek zayıf olduğu söylenir. Adam sen de ben sanki okumuştum bir şey. Ondan bundan duyduğumdu o zaman. Belki de iki üç yıl sonra buradan da, bu şehirden de kalkıp gidecekti kim bilir. Siktir olsun. El yapımı ayakkabılarını kalıplarına sokup çekip gidecekti. Onun gibi birinin “burası son durak artık” demesine hemen inanmamalıydı. Öyle bir masalı, kitabevinin ve tabii kendisinin sınırlı sayıdaki müdavimine anlatabilirdi ancak.
İyi de iddiayı nasıl kazanacaktım? Liseyi bitireli iki yıl olmuştu ama bir üniversiteye girememiştim. Aslına bakılırsa kimsenin adını duymadığı bizim memlekete ters köşe ücra bir üniversitede veterinerlik fakültesini kazanmıştım ama memleketin öte ucunda bir yerlerde veterinerlik okumak, sonra da milletin büyükbaşlarıyla uğraşmak filan istemezdim doğrusu. Pet doktoru da olamayacaktım ki. Büyük şehirlerde okumadan, bir “kariyer” yapmadan, üstelik beş kuruşsuz, hangi pet muayenehanesini açacaktım? Birinin kliniğine yardımcı olarak filan girebilirdim belki ama hayır, bu yol çok uzun görünmüştü gözüme. Başka bir şey olmalıyım ben, kitapçı Şakir’le girdiğim iddiayı kazanmamı sağlayacak başka bir şey.
“Şakir abi, ben daha ne olacağıma karar veremiyorum, sen önüme koca bir hayal attın.”
“Ayakkabıcı ol sen. Ayakkabıcı…”
“Ayakkabıcı mı? Delirdin mi abi?! Bu devirde ayakkabıcılık iş mi? Her şey fabrika işi, Çin malı. Hem ben üniversite okumak istiyorum. Okumadan, ona ulaşmam mümkün değil. Okuyup gitmem lazım yanına.”
“Orada oku.”
“Orada mı? Abi deli misin? Ben nasıl giderim oralara okumadan. Param pulum yok ki.”
“İddiayı nasıl kazanacağını söylemek bana düşmez. O senin işin oğlum. Beni karıştırma. Yalnız şiirlerin fena değil, fena değil derken yanlış anlama sakın, sende cevher var anlamında fena değil. Demek ki sağlam bir hayal gücün var. O zaman da derim ki, sen o hayal gücünü çalıştır edük! Lâkin yeni bir şair için hiç de uygun olmayan zamanlarda yaşıyoruz. Herkes eskileriyle idare eder ve sana bir sır vereyim mi, eskiler daha iyidir, neden? Çünkü sizin kuşağınız eskiyememek derdinden muzdarip… Hiçbir şeyin eskiyemediği, eskiyemeden çöp kutusunu boyladığı bir çağda yaşıyoruz… Burjuvazi…”
Ha sikeyim seni de burjuvazi diye başlayan cümleni de… Gerçi doğru. Şimdi şiir para eder miydi be? Bana bir bilet bir pasaport alır mıydı?! Tavsiyesi tavsiye bile değildi. Bin beş yüz çift ayakkabısı olan kitapçı komünist doğru söylüyordu. Burjuvaziye gelince. Her Allahın cümlesinin başında kullanıla kullanıla o da bana bir şey demiyordu. Şu burjuvaziyle bir tanışsam onun da anasını belleyecektim ama burjuvazi, İsa’nın bi- köye uğramamakta ısrar etmesi gibi bizim taraflara da pek uğramıyordu. Burjuvazi bize uğramıyor, tası tarağı toplayıp burjuvazinin peşine düşen gene biz oluyorduk.
Yamalı çizmeden başka bir şey olabilmem için hemen bir yol bulmam gerekiyordu. Buralarda benim gibilerin yüzde kırktan fazlası işsizdi, batı tarafında tütün, doğuda fındık ölmüştü; bir ton fındık, şu kadınla yazıştığım internet kafedeki tek bir bilgisayarı zor alıyordu. Ama ya çukulatalar, çukulatalar fındıksız da olmuyordu. Sevişmenin öpüşme tarafı gibiydi fındık. Bağı bahçesi olmayanlar göç yoluna öyle ya da böyle düşmek zorundaydı. Veterinerlik okuyamayacağıma göre ne yapacaktım? Amcalarımın, dayılarımın, halalarımın, teyzelerimin oğullarının bir kısmı İstanbul’da, bir kısmı yurtdışında, işte Hamburg, Köln, Münih, Viyana, Londra, hatta bir kısmı New Jersey’de felandı. Pek azının yüzünü görmüştüm uzun zamandan beri. Zaten uzun zamandan beri herhangi bir baltaya yararlı bir uzuv olup olmayacağım konusunda kesin bir karara varmış görünüyordu aile üyeleri de. Olamayacaktım. Yaşlı annemle birlikte, en büyük amcamın, artık uhdesinde topladığı bahçelerin ortasına kurduğu kocaman evine yakınca bir köşede bizim için lütfen ve gene bizim paramızla yaptırdığı tek katlı bir evde yaşıyordum. Amcam yüzlerce dönüm arazinin başını bekleyen tek insan olarak geçmişti kayıtlara ve babam onlarca yıl önce aradan çekildiği, ben çok küçük olduğum, -büyüdün de ne oldu, işe yaramaz bir şair serkeş oldun diyenlerim de var şimdi- ve annem sahip olduğu evi ve araziyi de amcama satmak zorunda kaldığı için hiçbir şeyimiz yoktu. Onsekiz yaşıma baştığım zaman hemen girmemek için üniversite sınavına, aslında bakarsanız hiç girmem diyerek gemilerde tayfalık ayarlatmayı başarmıştım kendime bir akrabanın yardımıyla. Denizde bir kaç yıl çalıştım ama çalışamadım, sonunda da kendimi attırmayı başardım. Ondan sonra da işte üniversiteye gitmeye karar verdim ama işte ondan sonra da vazgeçtim. Amcamın fındık bahçelerine uzanıp göğü seyretmek, sevgilinin ayakkabısının keşfe benzeyen çivisine yüz sürmek için gökten yere inecek yıldızlar hayal ettim. Dedim ya, öyle bir yıldız geldi, geldi de, çiviye yüz süreceği filan olmadığı hemen anlaşıldı. Bana ufuk açacak tek insan belki Şakir’di de…o da Terzi Fikri’den başka bir şeyden bahsetmez olmuştu son yıllarda. Allah rahmet eylesin.
Yok yok, Şakir belki biraz kısır sayılabilirdi de arada bir kitap tanıtımında mesela, diyelim Ankara’dan İstanbul’dan son baskı havalı bir siyasi şey çıkmış, fena girerdi havaya, kitabı unutuverip başlardı konferans çekmeye:
“Şahsen ben, bugünün dünyasında, en vahşi Kemalist askeri diktatörlüğü hükümetin getireceğini söylediği ‘demokrasi’ye tercih ederim. Birincisinin ve ikincisinin bugünün dünyasında ayrı ayrı neler yapabileceklerini düşünmelisiniz. Neler yapabilecekler? Toplum, bu toplum, tabandan kendini dönüştüremez. Dönüştürürse de ortaya bombok bir şey çıkar. Burada her şey çok kalın, çok kaba cereyan edecek. Göreceksiniz ve gördüğünüz zaman beni hatırlayacaksınız, arkadaşlar! Siz! Vestfalya’ya varmak için bu bölgede 30 yıl ve 80 yıl savaşılacak. AB demokrasisinin ardında 400 yıl var. ‘Demokrasi kültürü’ hiçbir topluma, özellikle buradaki gibi cahil/müslüman/yıkık toplumlara dışarıdan aşılanamaz. Ortadoğu’nun 100 yıllık tarihi bunun örnekleriyle doludur. Buraya modernizm kılıçla içeriden gelir ve ancak kılıçla korunur. Eğer kılıç modernistlerin elinden düşer ve islamcıların elinde parlarsa, bizim ve bizden önceki kuşağın bütün değerleri (ki bunun içinde, sanat, kültür, ilerleme, Darwin, kadın hakları, sendikal haklar, şiir, güller ve her şey vardır) yok olur. Hak hukuk gak guguk, özgürlük, eşitlik vs. mevcut, yani ortaya çıkmış, var olan, reel güçlerin hesaplaşmasıyla belirlenir. Güçler diyoruz ki, bu düzeyde münhal yoktur şu anda. Bunlar ortaya çıkmışlar ve kılıçlarını çekmişlerdir. Üçüncü bir yol da yoktur. Dolayısıyla herkes kendi bayrağıyla mevcut saflardan birini seçmek zorunda kalacaktır.
Evet, biz, maalesef sol Hegelci tarih anlayışının içinde olaya apokaliptik bakıyor ve tarihin hala meşin, at teri, barut ve kan koktuğuna inanıyoruz. Dinozorlar hala yaşıyorlar, egzotik Avrupai demokrat maymunlar ağaç dallarında zarif hareketlerle hoplayıp zıplarken, onlar iri gövdelerini dik tutmaya, kocaman pençelerini yere sağlamca basmaya uğraşıyorlar; hep birlikte ölmeden önce son kez bir köprü olabilmek için.
Kemalizm’den geri gidemeyiz. O mevzide çarpışırız. İttihatçı/farmason, Jacoben/Kemalist/Modernist, Balkan/Kafkas kırması, Bolşevik/Leninist (hatta bazılarının iddiasına göre Troçkizm’den çark etmiş Stalinist) olarak elimizden başka türlüsü gelmez.
Şahsen ben sokakta sigarasını çıkaran her kadına bir çakmak tutuyor, sokak müzisyenlerinin önündeki kutuya cebimdeki bozuklukları bırakıyor ve öpüşen genç bir çift gördüğümde onlara gülümsüyorum. Bu bile devrimci bir şeydir, arkadaşlar.
İnsan içinde yaşadığı tarihsel olayı çok az algılar.
‘Söyledim ve ruhumu kurtardım,’ der Marx, bir yerde. Ah sevgili yoldaşlarım, bazı şeyler için çok pişmanım, bilemezsiniz!”
İşte böyle… Süslü püslü apokaliptik kehanetler ortaya atarken o yaşında hala gür kalmış saçını karıştırıp akabinde de kırçıl sakalının tellerini koparmaya çalışırcasına çekiştirmesi görülmeye değer bir sahne olurdu. Hey Allahım yarabbim. Bu adam tiyatrocu olmalıydı. Neler için pişman olduğunu, salondaki on-on beş kişiden kaçı tahmin edebilirdi acaba? En azından ben pek tahmin edemezdim. Kemalist sürekli devrim uğruna sokaktaki kadınları kanser etmeye çalışacak olması da cabası! Yok canım uc uca sigara eklerim de ben, şimdi hemen karının sigarasını felan yakacak ateşi bulamayabirim.
Benimle bir gece beraber olup çekti yabancı memleketine gitti. Belli ki bu kadın da Şakir gibi bir şeydi. Fırınına bir odun at; ateşini sigarasını yak tamam… yetmişti ona… Ama ben inat ettim. Şakir Ağabey olmasa bu kadar inat etmezdim belki. Başaramayacağımdan değil cebimde sadece beş yüz lira kalmışken böyle bir şeyi başarmayı istemediğimden. Bir planım olmalıydı, daha farklı bir plan, yani herkesin şimdiye kadar kaçıp gittiği gibi kaçmamalıydım ben. O kaçıp gidenlerden hiçbirinin adı kulağıma dönmemişti yıllar içinde. Bu da demekti ki gittikleri o yerde yitmişler, istediklerine ulaşamamışlardı. Hayır belki de ulaşmışlardı çünkü yurtdışına bir gemiyle kaçanların öyle yüksek idealleri olmazdı. Belki bir iş bulmuşlar, bir aile kurmuşlar, yaşadıkları küçük kasabalarda küçük çevreler edinmişlerdi tamam ama ben başka türlü bir hayat istiyordum ve uçsuz bucaksız denize bakarken aklıma nasıl gelebildiğine şaşacağınız bir planım vardı bile çoktan cebimde. Madem Şakir bana meydan okumuştu, o zaman yardım da etmeliydi. Nasıl mı? Ayakkabılarıyla tabii.
Başta ondan sadece bir çift ayakkabı ödünç almayı planlamıştım. Ödünç, evet. Çalmak denmezdi buna. Şakir hep aksini iddia etse de ayakkabı koleksiyonunun parçaları o kadar da nadide, o kadar da bulunmaz şeyler değildi bence. Bir ayakkabı bu, diye düşünmüştüm, elmas değil. Elmas olmadığı içindir ki yakalansam bile, ödünç alırken yani bunları, ne Şakir beni polise verir ne de verse bile, bundan dolayı cezalandırırlardı beni. Hayır cezalandırmazlardı. Uzun yıllardır ahbap olduğu kitapçı ağabeyinin evinden ayakkabı yürüten delikanlıyı kim cezalandıracaktı?! Gerçi belli olmazdı, eski komünistlerin şimdilerde polislerle pek bir sıkı-fıkı olduğunu da duymuştum. Bir keresinde Şakir’i biriyle meyhanede görmüştüm. Devran dönmüş, bunlar da böyle taşrada iki teki beraber de atabilir hale gelmişlerdi neticede. Ama söz konusu olan çoğunluğu kadın ayakkabısı olan bir koleksiyonsa, Şakir’in beni ele verip dile düşmeyi göze alacak biri olmadığına yemin edebilirdim. “Ruhun aynasıdır ayakkabı, insanın kim olduğunu hemen ele verir” dememiş miydi bir keresinde? O kadar kadın ayakkabısı olan bir erkeğin ruhu neye benzerdi peki? İşte. Tam üstüne bastınız.
Şakir’in evine girmek çocuk oyuncağı oldu. Çünkü sabahtan akşama kadar kitapçısının başını bekliyordu ve küçücük şehrimizde fazla soyguncu bulunmadığından o kadar da güvenli tutmuyordu kimse evini. Şakir hep ihtiyatlı bir kimse olmuştur ama onun ihtiyat alanı evinin yerle bir balkonuna demir örmeyi kapsamıyordu. Veyahut belki de o kadar şık şeyleri buralarda bir yerlerde giyemeyecek olduklarından hiç kimsenin çalmak istemeyeceği ayakkabılarından başka bir şey bulundurmadığından o kadar da güvenli tutmuyordu evini. Giriş katındaki küçük evinin kapısına bir tekme basmak yeterliydi. Neyse balkon kapısı felan da kilitlemezmiş işte, sonra öğrendik.
Bir insanın eviyle ayakkabı dolabı arasında bu kadar büyük bir fark olabilir miydi? Kendileri için özel olarak yapılmış ayrı bir odada korunan ayakkabıların bulunduğu sıra sıra dolaplardan birini açtığımda düşündüğüm ilk şey bu oldu. Şakir’in evi bizim yaşadığımız şehirdeydi evet ama ayakkabılarının bulunduğu odanın başka bir dünyaya ait olduğuna hiç bir şüphe yoktu. Elimi ilk attığım mücevher -Şakir bir keresinde benim mücevherlerim diye bahsetmişti bunlardan- yumuşacık kürklü bir şeydi. İpek brokardan yapıldığını sonradan öğrenecektim. Özel kutusundan çıkardığımda yüreğim öyle bir çarptı ki şu uzun yük gemilerinden birinin güvertesinde fırtınaya yakalanmış olsam, azgın bora beni bir o yana bir bu yana savursa ancak o kadar çarpardı. Sadece ödünç almak demek olduğuna kendimi inandırdığım ilk hırsızlığımdan mı heyecanlanmıştım, yoksa o muhteşem ayakkabıdan mı bilmiyorum. Nasılsa bunu anlamama yardım edecek bir ikinci sefer olacaktı.
Çantama indirmek üzere dokunduğum ilk ayakkabı çifti hem çok kuvvetli hem de o kadar kırılgan görünüyordu. Hayır kırılgan denemez, narin denir belki. Evet hem çok kuvvetli hem de hayranlık uyandıracak derecede ince bir parçaydı bu ve nasıl da daha elimi attığım ilk kutuda karşıma çıkıvermişti. Ayakkabıları saklandığı kutularıyla birlikte çalamayacağımı bildiğim için yanıma bir bavul almıştım. Kutularıyla birlikte yürütecek olursam Şakir’in bunu daha kısa sürede anlayabileceğini düşünüyordum. Oysa kutuları yerinde bırakıp içindekileri alırsam belki durumu “artık çok geç” anlardı. Her akşam ayakkabılarını sayacak, yerindeler mi diye bakacak değildi ya. Ama ayakkabı kutularını son derece ince iş bir dosyacılıkla sıraladığını, numaraladığını, renklendirdiğini farkettiğimde cesaretim biraz kırılacaktı. Cesaretim kırıldı diye bu işten vazgeçeceğimi düşünmediniz değil mi? Ben de düşünmedim ve ipek brokarlı kürk çifti alıp uzaklaştım evden. Ve beklemeye koyuldum. Şakir o gece anlayacak mıydı mesela bir çift ayakkabısının eksildiğini? Hayır anlamayacaktı. Çünkü ertesi günün akşam üstü kitabevine uğradığımda neşeli neşeli yeni çıkan bir romandan bahsediyor, uzun zamandır bu kadar eğlenceli bir şey okumadığını anlatıyordu şu sınırlı sayıdaki müdavimine. Çıkan roman da Allah bilir gene siktiri boktan bir şeydi. Bu böyle hep kendi adamlarının, kadınlarının romanlarını över, vakti zamanında bir yoldaşı felan varsa işte, çarpışmışlarsa “faşist”lerle “omuz omuza” felan, devirmişlerse alnından mıhlayıp bi “faşist”i, işte onun kızının veya torun-torbasının yazdığı Kuşçubaşı Eşref’in hatıratından hallice “paşa dede” değil de işte “yoldaşınız babam” otobiyografilerini öve öve bitiremezdi. Akşam da Karadeniz Tiyatrosu’nda sahneye konacak bir temsili izlemeye gidecekmiş. Hükümet iyiden iyiye batmış. Tamam gitsin. Hükümet de batsın. Bunlar beni ilgilendirmiyordu. Ben de böylece bir çift daha ödünç alacaktım ondan. Ödünç diyorum çünkü bu ayakkabıların bir gün ona geri gönderileceğine olan inancım tamdı. Belki biraz kullanılmış olurlardı o zaman ama buna katlanmak zorundaydı. Böyle bir koleksiyon, küçük şehrin içi geçmiş eski komünistinin evinde yıllanmamalıydı. Bu muhteşem şeyler, muhteşem bir ayağa geçirilmeliydi. Geçirilmek denmez böyle bir törene, takılmak evet mücevher gibi süslemek ayağı, öyle denir.
Şakir’in ayakkabı koleksiyonunun içinden seçtiklerimle kendi koleksiyonumu kurmamın o kadar da zor olmadığına inanmıştım. Planın zor olan kısmı, o ayakkabıları göndereceğim kadına yazacağım mektupları kaleme almaktı. Ona belirli zaman aralıklarıyla bir çift ayakkabı gönderecek, gönderilen çifte uygun bir de hikâye kaleme alacaktım. Kısa hikâye de olabilirdi, şiir de veyahut bir anekdotçuk. Ne olursa olsun, ona Şakir’in süslü ayakkabılarından birini gönderecek, bu yolla haz duymasını sağlayacaktım. Onu böyle bir hazza müptela ettikten sonra yapmam gerekenleri zaman gösterirdi nasılsa.
Şakir’in ayakkabı hazinesine giren kırk haramilerden biri olarak âşık olduğum kadını mutlu edecek bir yol bulmuşsam, o yolun yolcusu olan ayakkabıları daha iyi tanımalıydım. İşte maceramın ilk safhasından sonra ayakkabı denen nesne hakkında her şeyi öğrenmeye, nasıl yapıldığını da bilmeye karar verdim. Bilgi ve beceri dağarcığımı zenginleştirmek için Şakir’den yardım isteyecek değildim. Değil aklına ayakkabı getirmek, evinin kocaman bir odasının ayakkabılarla dolu olduğunu ona unutturacak bir yol arıyordum ben o zamanlar. Bir de tabii nasıl güzel mektup yazılır diye kalemimi biliyordum. Şairim şairim dedi isem, planladığım türden düzyazıları da maheretle kaleme alırım demek değil bu. Çoğu şair iyi düz yazı yazamaz zaten. Hele bir aşk mektubu, bir çift mücevheri tamamlayacak bir aşk mektubu, gerçekten etkileyici bir aşk mektubu yazmak, hele hele bu zamanda, o kadar da kolay bir iş değildir. Aşkın ve aşk mektuplarının da eskimeye dahi fırsat bulamadan çöpü boylayabildiği bir çağda yaşıyorduk, doğru.
Elimdeki ayakkabıya bakınca neler hayal edebilirdim acaba? Takip eden birkaç günümü bu soruya cevap aramakla geçirdim. Fakat benim meselem, daha ödünç aldığım ilk çift ayakkabıda bile bir tek hikâye değil, onlarcasının birden aklıma gelmesiydi ve nedense bu hikâyeler, hikâye değil de şiirsel dizeler olarak istila ediyorlardı hayal gücümü. Benim için şiirden kurtulmak ve düşüncelerime, duygularıma, özlemlerime ayakları yere basan tümceler kazandırmak o kadar da kolay bir iş olmayacaktı.
Önce masallarla başladım düşünmeye. Cinderella mesela. Bir ayakkabı hikâyesi değil miydi? Bunun gibi niceleri vardı. Sonra deyimlerle, atasözleriyle devam ettim. Ayak bağı, evet mesela ayakbağı, şöyle başlanabilirdi şimdi mesela:
“Sevgili bayan,
Sadece kelimelerinizle değil benim için düşsel bir güzelliğe ermiş bulunan çehrenizle de düşündürmeyi sürdürüyorsunuz kendinizi. Size ayakbağı olmak istemem ama bir çift ayakkabı yoluyla kurmaya çalıştığım bağı Gordiyon’un kılıcı gibi kesip atıvermezsiniz umarım.”
Bu saçmalığı karalamam, hayır hayır, yırtıp atmam uzun zaman almayacaktı. Peki şuna ne demeliydi:
“Güzel çehreniz benden uzakken, adım adım yaklaşan kelimelerinizi işte şu gönderdiğim bir çift ayakkabı tekine doldurup doya doya içmek isterdim.”
Ya şu saçmalık:
“Umarım sizin narin ayacıklarınızı, kalbimi vurduğunuz gibi vurmazlar.”
Sonra ayak almadık taş olmaz, başa gelmedik iş olmaz; ayakları dolaşmak, ayağı ile gelmek, ayağı yerden kesilmek, ayak diremek, ayağı dolaşmak, ayağına sıcak su dökmek, ayağı üşenmemek, ayağına çağırmak, ayağının (veya ayaklarının) altını öpmek, ayağının pabucu olamamak, ayakları yere değmemek, ayağının türabı olmak, gibi bir sürü deyimle acaba bir şey yazabilir miyim diye birkaç gün düşündüm.
Hayır. Olmayacaktı. Bu işe hemen bir çift ayakkabı edindim diye girişemeyecektim. Daha fazla ayakkabım olması gerekiyordu. En az beş çift filan mesela. Bu kadına karşı hissettiklerimi bir şekilde, yani şu ayakkabılar yardımıyla dile dökmemi sağlayacak bir orta nota bulmam gerekiyordu. O orta notayı bulmak için de kısa süre içinde ikinci çifti edinmem gerekliydi, sonra üçüncü çifti, sonra dördüncü ve beşinci. Bu işe devam ettiğim süre içinde bir an gelecek, ayakkabı çiftleri fısıldayacaktı ne yazmam gerektiğini. Şakir bu arada uyanıp da ayakkabılarının çift çift ortadan yokolduğunu anlayana kadar tabii.
Böylece ikinci kere girdim hazinesine. Ayaklarımın ucuna basa basa. Ve orada cüretkâr bir kadın çizmesi bulmam Allahın bana uzattığı bir el miydi neydi bilmiyorum ama bunun bağcıklarıyla kadına bağlanmam arasında bir ilişki kurmam kolay olacaktı. Bu çizme çok vahşi bir şeydi ve ona bu odaya girdiğim ilk gün rastlamamış olmaktan hayıflanmıştım biraz da. Çünkü bir kadının kalçasına kadar uzanabileceğini tahmin ettiğim bu çizme, bunu denemek için Şakir’in hazinesindeki devasa boy aynasının karşısına geçip çizmeyi bacaklarımın boyuna tutmuştum, aslında yazarla yaşadığım ilk geceyi hatırlatmıştı bana. Bacakları sımsıkı saran bu yüksek ökçeli simsiyah deri çizmeden etkilenmemesi mümkün değildi.
İyi ama şimdi de başka bir soru sarmıştı benliğimi. Kadına ilk göndereceğim armağan nasıl bir ayakkabı olmalıydı? Çizme biraz fazla şehvet kokmaz mıydı? Ayağı kokmak, deyimi geldi aklıma sonra. Bu beni endişelendirdi. Çünkü üstü başı derli toplu biri değildim ve aslında ayakkabı peşine düşmem kıçımın a çık olduğu gerçeğini değiştirmeyecekti. Burada ayakkabı ayakkabı deyip duruyorum ama Şakir’in hazinesi, teknik anlamda, sadece ayakkabılardan da oluşmuyordu. Terlikler, sandaletler, işte çizmeler, hem de bir sürü, patikler bile hatta, ve tuhaftır takunyalar, çarıklar, spor pabuçları, yemeniler, makosenler, cins isimlerini henüz bilmediğim bir sürü kaptan oluşuyordu. Şakir hepsini belirli bir düzene tâbi tutarak kayıt ve koruma altına almıştı tamam ama ben onun bu düzeni nasıl kurduğunu bilmeden nasıl uyarlayacak ve sevdiğim kadına yansıtacaktım?! Hem Şakir’in ayakkabılarıyla bağı benim onun ayakkabılarıyla kurmaya çalıştığım bağdan çok farklı bir şey olmalıydı. Zaten öyleydi. Sevdiğim kadını Şakir’in düzenine göre etkileyecek değildim. Kendi düzenimi bulmalıydım da adamın tüm ayakkabılarını gözden geçirecek, bu dünyada hemen kendi düzenimi kuracak vaktim var mıydı? Hayır bence yoktu. Yakalanıvermek, kendi hevesimi kendi aczimle kendi kursağımda bırakmak istemiyordum. Yine de çizme bütün bedenimi titretmişti. Onu alıvermekten alıkoyamadım kendimi. Çizmeyi kendime saklayacaktım. Kadına göndermeye cesaret bulamazdım da yalnız gecelerimde lazım olabilirdi. Neyse eve dönünce, ilk yürüttüğüm ayakkabı çiftine dair bir mektup döşenip hemen kadına istediğim kargoyu göndermek istedim. Tamam. Kritik ilk tümcemi bulmuştum bile, hem de el yazısıyla:
“Şimdi kalemim demek istedi ki ‘ne olur ayakkabılarımı çevirmeyin!’ ”
Olmamıştı gene ama başlangıç için hiç de fena değildi bu sözcükler ve kendilerine eşlik eden bir çift muhteşem ayakkabıyla da hayli güzel duracaklarına şüphe yoktu. O gün kuş yüreği atarcasına postanenin kapısını zor ettim. Önceden hazırladığım pek değerli sayılabilecek bir kutu içine ayakkabıları yerleştirmiş, bu kutunun dışına mektubu koymuş ve en son da kutuyu başka bir kutu içine yerleştirerek sıkı sıkı paketlemiştim. Şimdi gönlümde yüreği atan güvercin olup uçabilirler ve yazara aşkımın ilk perdesinin, ilk sahnesinin ilk repliğinin ilk cümlesinin ilk sözcüğünü fısıldayabilirlerdi. Bir dahaki sefere bu armağanlarımdan kimseye bahsetmemesini sağlayacak bir yol da bulmalıydım ve o yolu bulmak hayaliyle anneciğimle oturduğumuz birkaç göz evimizin yolunu tuttum.
Şimdilik o yolu nasıl bulduğumu bilmesine de gerek yok, diye düşünüyordum. İşin tuhaf yanı Şakir’in ayakkabılarının hiçbirinin giyilmemiş olmasıydı. Bunlarda her ayak vardır da aştıracak yollarını bulamazlar, diye düşündüm. Durumumu son derece çekici yapacak olan şey de bu olacaktı, diye düşünmüştüm çünkü şimdiye kadar giyilmemiş bir ayakkabı çiftine şimdiye kadar yazılmamış şeyler yazacaktım ve bir geceliğine de olsa tanıdığım kadını yeterince tanımışsam bundan etkilenmemesi mümkün değildi.
Cevabı gecikmedi. Hem de bir e-posta ile değil, klasik bir mektupla:
“İlk mektuplaşmalarla sanki birbirimize çarptık. Sonra çarpışmanın şiddetiyle dağılan parçaları ayıklamak ve toplamak için bir süre gerekti. Süre dolunca da kendimizi yeni bir çarpışmaya hazır hissettik. Ve siz bu ihtişamlı ayakkabılarla çaldınız kapımı. Bir şimşek çakışında aydınlanıyor ortalık ve iki Gorgon olarak yüz yüze gelip taş kesiliyor, sonra şiddetli bir gök gürültüsüyle birlikte yine karanlıklara gömülüyoruz. Sizi beklerim.”
Doğrudan bana hitap etmektense suretimi bir romana uydurmak arzusundan kaynaklandığını sezdiğim bu süslü sözleri pek de hoşuma gitmiş sayılmazdı ama “sizi beklerim” kısmı umut vaat ediyordu. Kadını bir nebze olsun etkileyebilmiş miydim acaba?
Her ilkin bir ikincisi, ikincinin üçüncüsü, üçüncünün dördüncüsü ve dördüncünün beşincisi vardır. Şakir’in evinden ayakkabı yürütme işinde gemi azıya almış, düzyazıyı da bırakıp ayakkabılara uygun şiirler döşenmeye başlamış ve kadına gönderdiğim her ayakkabının içine sıkıştırdığım her şiir dizesi sanki beni Türkiye sınırına yaklaştıran bir başka adım anlamına eren süslü mektuplarla karşılanır olmuştu:
Sevgili Attila,
Sana pekala
Sevgili Marquis de Montriveau,
General Montriveau,
Armand!
diye de hitap edebilirdim.
1800’lerde yaşıyor olsaydık durumumuz daha kolay olmayacaktı belki fakat bu satırlar; sabah sana ulaştırması için emanet ettiğim uşağımın eliyle teslim edilecek, saydam bir ekranda beliren kayıtsız karakterlerle değil, göndermeden önce öpücüklere boğduğum elyazımın başkalarınınki ile karıştıralamaz biricikliğine açılacaktı veya belki de yazdıktan sonra göğsüme saklayarak uyuduğum mektup, koyu gecede tuhaf düşlerle inip kalkan ateşli göğsümün kokularını taşıyacak, sabahın ilk ışıklarıyla onu göğsümden söküp de içine yerleştirdikten sonra emanet etmeye cesaret edebildiğim o kadife zarftan azad edecektin onları veya orada muzaffer bir kumandan gibi esir tutacak ve yazı masanın çekmesininde bulunan açılmamış diğer mektuplarımın yanına koyacaktın.
Eğer bir köylü kızıysam anne ve babamın yan odada uykuya dalmasını bekleyecek ve odamızda çıkardığım seslere uyanıveren küçük kardeşime çaresiz gözlerle bakıp ellerimi dudağıma götürecek, “sus” komutu verecek, o, yarıuykulu şaşkınlıkla bana baktıktan sonra yastığına gömülecek, ben alacakaranlıkta gizlice evden savuşacak, dört kilometre yürüdükten ve gündüzleri üstünde karatavukların dolaştığı tarlaları ardımda bıraktıktan sonra bir ormana girecek, üç kilometre sonra o ormandan çıkacak, başka bir köye varacak ve sadece senin evinden çıkmanı gözetlemek için orada durup beklemeyi, seni gördükten sonra görünmeden geri dönmeyi bilecektim.
Bir düşes, Madame de Langeais, veya İsimsiz Bir Köylü Kızı değil de Yüzbaşı’nın Kızı Marya Miranova isem, isyancı Pugaçev’e katılan hain subay Şvabrin’in esareti ve evliliğe zorlaması altında dahi bir yolunu bulacak, Maksimiç’in eliyle gönderdiğim mektubumda şöyle yazacaktım:
“Tanrı birdenbire babamdan, annemden yoksun kıldı beni. Şu dünyada ne bir akrabam, ne bir koruyucum var. Her zaman iyiliğimi istediğinizi ve herekese yardıma hazır olduğunuzu bildiğimden, size başvuruyor, bu mektubun size ulaşması için Tanrıya yalvarıyorum… sık sık kaleden çıkıp çarpışmalara katılıyormuşsunuz. Kendinizi hiç sakınmıyor, sizin için gözyaşlarını akıtarak Tanrıya yakaranları düşünmüyormuşsunuz. Uzun süre hasta yattım. İyi olduktan sonra, burada babamın yerine komutanlığı ele alan Aleksey İvanoviç, papaz Gerasim’in gözünü Pugaçev’le korkutarak, beni zorla onun elinden aldı. Şimdi kendi evimizde tutuklu olarak yaşıyorum. Aleksey İvanoviç, kendisiyle evlenmeye zorluyor beni… Azizim Piyotr Andreviç! Tek umudum sizsiniz. Beni, bu zavallı kızı kanatlarınızın altına alın. Bize yardım kuvveti gönderilmesi için generale, bütün komutanlara yalvarın; olanaklar varsa kendiniz de gelin. Her zaman size bağlı zavallı yetim..”.
İşte böyle mektuplar alıyordum bu kadından. Heyhat ne 1800’lerde yaşıyoruz ne de roman kahramanlarıyız. Her zaman söylediğim ve zaman zaman deftercağızımın bir yerine karaladığım gibi hayatın gerçekliği pek çıplak ve retouch’sız haliyle pek kaba ve çiğ. Yazarın benliğine tevdi edilmişlikleri içinde ancak roman sona erdikten sonra davranışlarına hakiki manasını verebildiğimiz, bütün haklarını teslim ederek kendi hakkımızı helal ettiğimi roman kahramanlarının ulvî masumiyeti ise; hayatın, geriye bakarak kendi hakkımızı kendimize teslim etmemize izin vermeyen ve her zaman ani ve beklenmedik kabul edilen bitim olasılığı ve bütün nedensellikleri ve onların kırılma noktalarını ardı ardına takip ederek geriye bakabilmeyi imkansız kılan öznel benliklerimiz, evet, hiçbir büyük yazarın -nisbî olmakla birlikte adil ve güven uyandıran- nesnel benliğine teslim edilmemiş; basitçe bizcağızın olan, gözden geçirilmemiş, ham ve terbiye edilmemiş fasır-ı mütecahir benliklerimiz içinde ufalanıp eziliyor. Belki de yeni bir romanına açıkça alet ediyordu beni. Bunu şu fasık-ı mütecahir cehaletimle bile anlamam, sezmem zor değildi.
Şakir’in ayakkabı dolabını boşalttıkça kendime aydınlanmış bir gözle bakıyor ve karşılaştığım manzara hiç hoşuma gitmiyordu. Bütün bunlar, tüm bu yazdıklarım ve yazacaklarım, onun bana yazdıkları ve yazacakları bir ironi veya sarkazm değil miydi? Samimi miydi? Çünkü ayakkabılar başkasınındı. Zaten ilk mektuplaşmamız da “samimiyet” teması etrafında şekillenmemiş miydi? Başkasının ayakkabılarıyla çıktığım bir yolun sınırına dayandığımda elimden karşıya tutacak bir pasaport peşindeydim. Kadına aşık mıydım gerçekten acaba? Yoksa derdim neydi? Bu kadının derdi neydi? Oyun oynuyordu açıkça. Tamam oynasın. Büyük bir yazar “insan aşık olduğunu aşk bittiğinde anlar” demiş, demiş de ben bu kadınla aşkımı, o benimle mektuplar üzerinden prova ettiği romanını ne zaman bir sonraki aşamaya getirecek, beni ne zaman davet edecekti acaba?
Gönderdiğim ilk ayakkabıdan bu yana aylar geçmiş, bir daha da o ilk cevabında yazdığı gibi “seni beklerim” felan dememişti. Bu arada Şakir’in ne botları, ne çizmeleri, ne sandaletleri, ne topukluları, ne iskarpinleri eksiliyordu çifter çifter… Adamda Alexander Wang, Christian Louboutin, Giuseppe Zanotti, Versace’ler ve daha niceleri de vardı. Ah o kırmızı tabanlı Louboutin çiftiyle mesela nasıl da mest etmiştim bence kadınımı! Kendimi en azından inandırmıştım artık. Eski yılan derileriyle Karmen, Erol mesela, onda başkentin altmışlı yetmişli yıllarına bir nostalji de uyandırdığıma inandırmıştım kendimi. Veya Moda Çanta’dan bir çift veyahut neyse ne işte…
Yenilerden ilk çiftler tükenince dolaplarında “tarihî” başlığı altında bulunan yemenilere, çediklere, cimcimelere felan da el atıyordum. Her başlıktan birer birer yürütmek daha makuldü. Mesela fotin raflardan bir çift, kalçınlar grubundan bir çift, nalınlardan bir çift, işte kargolarım yollandıkça yollanıyordu. Bu iş için param yetmemeye başlayınca, ayakkabı hırsızlığımı “finanse” etmek için ötede beride çalışmaya da başlamıştım. Kabaran kargo parasını yetiştirmek için ayağımdaki çapulayı satacak değildim ya!
Bu böyle bir yıldan fazla sürdü. Ta ki bir gün ayakkabılarına musallat olduğum o eve şöyle bir göz atmaya ve terk etmeden önce mutfakta kendime bir bardak çay yapmaya karar verinceye kadar. Bir eve dadanan hırsızlarda görülen bir illet bana da musallat olmuştu: Şöyle bir ev sahibini oynamak! Ev leş gibiydi, mutfakta küçük kalorifer böcekleri dolaşıyordu. Tavanda örümcek ağları, banyo kir pas içindeydi. Peki ya nasıl olur, o ayakkabı odası?! Orası küçücük bir kulübeye sığan bir saraydı. Masallardaki gibi, girift ve karanlık bir mağara muhteşem bir hazine odasına götürüyordu. Bu metafor üzerinde fazlaca bir şey düşünemedim çünkü gözüm mutfak masasının üzerinde açık kalmış bir dizüstüne takılmıştı. Bilgisayara yavaşça yaklaştım. Kapağı açıktı, bir tuşuna bastım, ekran da açıldı. Sonra rüyada gibi Şakir’in outlook’unu açmaya koyuldum ve açabildim de. Mesajlar içinde yazar kadınımın adını aradım ve evet işte yüzlerce mektup bir anda tıpkı o nadide ayakkabı çiftleri gibi birer birer ortaya çıkıverdiler. İçlerinden Şakir’in ona yazdığı “Hakikat Anı” başlıklı son mektuplardan birini biraz da çekinerek ve yüreğim atarak açtım:
Rosa Luxemburg’un Leo Jogiches’e mektuplarını okudunuz mu? Aslında o kitabın tamamını, beni feci şekilde kıskandırarak, Almanca aslından büyük bir keyifle okuyabilirsiniz.
Ah, Nora!
Geçen gece, yani Nisan’ın 4’ünde sizinle konuşmak için şiddetli bir arzu duydum. Şu sıralarda üzerimde fazla yük var. Gün boyu alttan alta işleyip biriken şeyler bazı geceler beni uyutmuyor. O zaman mutfak davlumbazının loş ışığında hafifçe aydınlanan koltuğa oturup iki parmak viski ve derin pipo tütünüyle bir süre demleniyor ve “hakikat anı”nın gelmesini değilse de, uykunun geri dönmesini bekliyorum (bu ikisi arasında sanıldığı kadar büyük bir fark olmayabilir). Bir tür Hemingway kompleksiyle Monte Cristo Kontu kontrpuan halinde…. Birincisinde kemanlar ve flütler inceden sızlanıyor, ikincisinde trompetler ortalığı çınlatıyor. “Zuider Zee ölü bir denizdir…” Camus’nün Yabancısı gece vakti kenti dolaşıyor.
Aslında kimsenin olmadığı bir deniz kıyısında, küçük bir kulübede yaşamak isterdim. Enişte gibi… (Enişte’yi anlatmıştım size o gece hani). Pan’daki Teğmen Glahn gibi ya da, ama daha insansız bir ortamda; Tolstoy okuyup, “Ah, Nora!” adında bir roman yazarak. Burası da idare ediyor. En azından deniz kıyısında ve çevredeki insancıklara bakarsanız, insansız bile olduğunu iddia edebilirsiniz.
Üstelik telefon ettim. 00 33 1’le başlayan, eski günlerden kalma bir telefon numarasını tuşladım. Belki uyumuyorsunuz diye internetten mesaj bile yolladım. Bir daha böyle bir şey yapmamaya karar verdim daha sonra.
Ankara’da katıldığım Tekel direnişi 1 Nisan fiyaskosuyla ağır bir darbe aldı. Solcuların en gözü kara olanları polisle itişirken işçilerin neredeyse tamamı Sakarya’daki kahvelerde okey oynuyordu. Her şeyi gördüm. Aşırı güç kullanımı. Polis tatbikat yapıyor gibiydi. Ya da bir polis mitingi…. Gece yarısı anonslarla psikolojik baskı yaparak meydanı boşalttılar. Asılma kabiliyeti yok bizde. Oysa bu türden mücadelelerde önemli olan tek şey sürekliliktir. Bir hamle yaparsınız ve bunu gelecek olan tepkiyi daha büyük bir hamleyle aşmak için yaparsınız. Gelen tepkiye daha büyük bir hamleyle karşılık verip olayı tırmandıramadığınız her defasında sıfırdan başlamanız gerekir.
Hiç kimse bugünkü sınıf mücadelesinin bilgisine sahip değil. Aslında bunun bir sınıf mücadelesi olduğu da şüpheli. Zira sınıf ancak kendi bilincinin oluşumuyla varlık kazanır.
Bu ülkede her gelen tarlayı çok derin sürüyor Nora, öyle ki tek bir ot bile bitmiyor burada. Şimdi de bu geri zekalı/amerikancı şeriatçılar aynı şeyi yapmaya çalışıyorlar; derin bir hafızayı canlandırmakta olduklarının farkında değiller. Üstelik böyle restorasyon dönemlerinin failleri genellikle sahneyi kendi radikalleriyle onların tam zıddına bırakıp terk ederler.
Oysa burada kocaman çınarlar, dev ve güçlü sarmaşıklar olmalıydı. Onun yerine, anız mevsimine kadar küçük çiçekler açan, bir karış boyunda, çok güzel ama güçsüz bitkiler boy veriyor. Uzaktan bakıldığında orman gibi görünüyorlar üstelik. Optik yanılsama. Kimseyi kınamıyorum, çünkü bu yanılsamaya bazen ben de kapılıyorum. Ama en azından neye kapıldığımı biliyorum.
Ve bu gençler bazen beni hasta ediyor. İyi ki genç değilim. Yaşadıkları ajitasyonun tamamen konjonktürel bir serbestinin esinlediği saf anlamda bir yanılsama olduğunu anlayamıyorlar. Bazen elimi kafalarının içine sokup bir şeyleri düzeltme arzusu duyuyorum. Bu ülkede aktarılamayan tek şey tecrübe ve bilinç. Her kuşak kendi belasını bulmak üzere tarihi kendisiyle başlatıyor.
Hiçbir şeyde süreklilik yok. İç savaş ortamında muvazzaf generallerin yüzde onu hakkında tutuklama kararı çıkarılıyor.
Anarşistlerin komünistlerle birlikte kiliseleri yağmalayıp toprakları bölüştürdükleri İspanya’da Karlistler subayların dans ettikleri pistlere tavuk fırlatırlarmış askeriyeye hakaret olarak. Siyasal tarihte her hamlenin bir karşılığı vardır.
Üstelik bu gençlerin öykündükleri adamlar karlarla kaplı steplerde savaşıyorlardı, oysa bunlar internette at koşturuyorlar. Bu ülkede her zaman kullanılacak bir orta malzeme vardır; radikalleşeni ellemezler, önünü açarlar, günün birinde lazım olur diye.
Kafanızı şişirdim, akşam akşam? Biliyorsunuz, “Size anlatmaktan hoşlanıyorum.” Akşam mı? Orada mısınız? O ülkede mi? Bu kadar işi nasıl yapabiliyorsunuz? Sizi google talk’a davet ettim, belki arada rastlaşıp bir iki cümle edebiliriz diye. Lakin icabet etmediniz.
Bu haftadan sonra yine yazılar yazmam lazım. Yazılar bir etki yaratıyor. Etkiler size baskı olarak dönüyor. Yazıyla bir şeyleri kanırtmak mümkün. Fakat yol almak için başka türlü bir yakıt gerekiyor. Oysa insan kendisini oyunun içine bırakmalı değil mi, sahicilik aramadan…. Hatta tadını çıkararak, ‘beni seviyorlar’ falan diyerek. Bazılarının bunu nasıl yapabildiklerini hiç anlayamamışımdır. İnsanların kendilerini aldatma yetenekleri çok yüksek. Ya da insan yüksek bir kendini aldatma kabiliyetini haizdir; bu sayede sürünün içinde de dışında da olsa acı çekmekten kurtulur. Sahicilik arayan, kılıçla gezer gibidir, kılıçla düşer.
Herpes Zoster yaralarım kapandı. Küçük kahverengimsi izler kaldı geriye. Kendimle savaşımda aldığım yaraların izleri. Mızraklı nöbetçiler mahzun şövalyenin örselenmiş cesedini tunçtan yapılmış bir kalkanın üzerine yatırdılar ve dışarıya, meşalelerle aydınlatılmış limana götürdüler. ‘Bir oğlun düşmüşse/Düşmüşse eğer toprağa bir oğlun/Kalbini yükselt ve dökebileceğin kadar göz yaşı dök/Sütün gibi.’
1920’lerde yaşamamış olmak ne büyük bir talihsizlik, Nora!. Aşk için iki savaş arası dönemde, Viyana… Ölüm için 1920’lerde Rusya ya da 1936-39 arası İspanya.
Artık bu mektuba bir son vermek lazım. Yoksa elimden kaçıp kendi kaderini tayin ederek, dallanıp budaklanarak yoluna devam edecek kendi başına.”
Vay canına ettiğim! Kitabevindeki kaydırı siyaset konuşmalarından iyi bu. Üstelik meselesi de gene samimiyet, gene sahicilik!
Hassasiyetler Nora. Yani daha önceleri hiç düşünmediğim şeyler, unuttuklarım. Bir takım belirsiz korkular… Siyasete kurgulanmış ve diğer pek çok şeyi baskılamış bir zihnin ansızın genişleyip derinleşmesi gibi. Saydam görüş çabası; kırılganlık… Çok uzak ve çok yakın geçmişin karışmaları. İnişler ve çıkışlar. Fakat önemli değil o kadar. Kendi zihnimde biçimlendiremediğim hiçbir sorunum olmadı. Fakat biliyor musunuz gençler çok öfkeli. Sorun şu ki nereye kanalize edeceklerini tam olarak bilemedikleri bir öfkeleri var. Öfke kontrol sorunu, güvenliğinden emin olanlarda belirir. Başka deyişle, güvenlik sorunu varsa öfke kontrol altında tutulur. Şımarık burjuva veletleri, ergen öfkelerini boşaltmak için, ceplerinde yassı konyak şişeleriyle dolaştıkları ıssız sokaklarda, karşıdan gelen adamı bir yumrukta yıkma oyunu oynarlardı mesela, 1960’lı yılların ikinci yarısında; zaptedilmez bir öfkeyle karşılarındakine girişirler, camları yumruklayıp kırarlar, bıçak taşırlardı (West Side Story filmi bizim ilk gençlik yıllarımızı renklendirmiştir) ve bütün bunlar ileriki yılların, olur olmaz çekilen tabanca-fallus dönemini haber verirdi. Tam bir güvenlik vardı; iyi halli ailelerin görünmez koruyucu eli; arkadaş topluluklarının koruyuculuğu, lise yönetiminin gizli kayırmacılığı. Dolayısıyla öfke de vardı; sağlam güvenliğin sadık kız kardeşi sınırsız öfkelenme özgürlüğü. Fakat 1981 ile 1986 arasında öfkelenme imkanı yoktu. Çünkü o sırada hiç kimsesin. Trenler, otobüsler, uzak kentlerdeki yaban evler, ıssız sahil pansiyonları; “her an her şey olabilir” duygusu. Bütün öfkeler baskı altındaydı, çünkü güvenlik yoktu; özgür hayat, işkence ve ölüm, en önemlisi de manasızlık tehdidi altındaydı. Altona Mahkumları’ndaki Franz Von Gerlach gibi dolaşırsın sokaklarda, üzerindeki görünmez üniforman tenine işlemiştir ve dünya alabildiğine yabancılaşmıştır ve her şey geçici bir güvenlik içinde olsa da, şimdiki dünyaya benzemektedir. Ya da Night Porter filmindeki Dick Bogart gibisindir. Daha önceleri yanına bile uğramayan aşırı ayrıntıcı bir dikkat yeteneği gelişir adım adım. Öfkeni her daim zaptetmeyi öğrenirsin. Senin bir ara ihtişamla tasvir ettiğin “kendisine sunak arayan kaprisli bir tanrıça olarak öfke”, yerini derin bir varoluş sorununa bırakarak kendi yuvasında dört bir yandan kuşatılır. Sunağın üzerinde bizzat oturduğunu fark etmişsen, tanrıçanın önünde diz çökmekten ve sessiz olmaktan başka çaren yok demektir.
Senin şiirlerin beni mahvediyor. Bunun neden böyle olduğunu düşünüyorum ve eninde sonunda bir şeyler bulacağımdan eminim. Kafamın bir yerinde, onları her şeyden ayrı bir dosya içinde tutup dikkatle dinliyorum. Yani, o şey ne olabilir? Bu sana pek tuhaf geliyordur muhtemelen. Aslında bana da öyle geliyor; fakat bu lanet şiirlerin nedense bana çok yakın; içime damlıyor ve orada daha önce farkına varmadığım ya da bilmediğim bir şeye doğrudan nüfuz ediyor. Kısa kısa yürür kedi/Pençelerine yapışmış sis. Bunları nasıl uyduruyorsun? Harfleri havaya savurduğun zaman nasıl düşüp bu şekilde birleşiyorlar ve bendeki bir şeylere ekleniyorlar. Hayret verici bir durum.
Zaman zaman kırsal Moğolistan’a gidip bir at çiftliği kurmak için çok mu yaşlıyım diye düşünüyorum. Ya da İslamcı bir militan kıyafetine bürünüp Pakistan-Afganistan sınırındaki bir Paştun kabilesine karışmak için. Evet, bu ikincisi için çok yaşlı olduğum kesin. İnsanın bir noktadan sonra hep aynı kulvarda koşmaya zorlanması, üstelik ileriki etaplarda neler olduğunu da aşağı yukarı bilebilmesi, çok sıkıcı. Bereket yalnız yaşama yeteneğimden hiç şüphe etmedim. Üstelik bu kez, ne dersek diyelim, çanlar bizim için çalmayacak (muhtemelen!). Gene de kendi çıngıraklarımızı sallayıp duracağız mecburen. Çok ileride belki. Lenin, Troçki’ye kızdığı dönemlerde ona “balalaykin” (küçük çıngırak) dermiş. Çağrışıma bakınız! Yeni kitabın çıkınca haber ver yine….
Zaman nasıl da kocaman bir silgi gibi her şeyi bozarak akıp gidiyor. Zamanın oku bizi sürekli ileriye doğru uçururken bazı olaylar geçmişin üstü örtülü kuyularını açıp insanı ışıklara boğabiliyor. Tekel direnişi benim kuşağımdan insanlar için böyle oldu. Sanki kocaman bir kapak kalktı geçmiş zamandan. Eğilip baktığımızda kendimizi gördük çok uzaklarda. O 78 gün “Napoli’nin Dört Günü” gibi geçti. Kırk yıldır görmediğim insanları, gençlik dönemi arkadaşlarımı gördüm. Düşünebiliyor musun, Noel baba gibi saçı sakalı bembeyaz, göbekli bir adam koşup sana sarılıyor ve sen onu ancak sesinden tanıyorsun. Komün günleri gibi, büyük neşe, sevinç, buluşma coşkusu. Fransa’da devrim günlerinde işçilerin sokaklardaki saatlere neden ateş ettiklerini, zamanı durdurmak istediklerini bir kez daha anladım. Her şey çok renkliydi: sohbetler, sabaha karşı caddeleri dolduran işçiler, yaşlı ve genç devrimciler, Sakarya’nın sarhoşları ve fahişeleri… Sanki 1970 yılında polis SBF Yurdu’nu kuşatmış da, dama çıkmış molotof dolduruyoruz. Ya da Fen Fakültesi’nin damında Akademi tarafından gelecek saldırıyı bekliyoruz. Sonra efendim, her şeyi bilen genç önderler, sokaklarda sabahlayan ateşli gençler, kurmaz sendikacılar, sosyalizm tartıştıktan sonra namaza duran işçiler… Kendimi bölgenin askeri savunması için konuşmalar yaparken yakalıyorum. Yaşlı ve hüzünlü gözler. “Neden vakti zamanında ölmedik de buralara kadar geldik,” gibisine duygular. Rüzgar gibi geçti ve kalıcı izler bıraktı. Dilerim yeni ve büyük patlamaların fünyesini ateşlemiştir, için için yakarak o uzun gecelerin fitilini.
Sonra bir gece, sabaha karşı sol kolumda çok şiddetli ve keskin bir acıyla uyandım. Karanlığın içinde doğrulup oturdum ve göklerdeki babamızın yeryüzündeki seyahatimi kafi görerek beni yanına almaya karar verdiğini düşündüm. Sol koluma yakıcı bir sıvı zerkedilmiş ya da kızgın şişler sokuluyormuş gibi felç edici bir ağrı. Acil’e gitme fikri belli belirsiz zihnimden geçti, fakat pijamalarımı çıkarıp pantolonumu ve kazağımı giymeye üşendim. Ayrıca bahçeyi geçemeden hak vaki olursa, iri sokak köpeklerinin gelip beni koklayacaklarını ve tazim ulumalarıyla yas tutacaklarını; o anda sırt üstü ıslak ve soğuk kaldırıma uzanıp gökyüzüne, yıldızların önünden geçen beyaz bulutlara bakacağımı düşündüm. Sonra sahne değişti; yerini, Jack London’ın öyküsündeki, son kibrit çöpünü ateşlemeye korkan, çevresini saran kurtların kırmızı gözbebeklerinden gözlerini ayıramayan o gece, kar ve buz adamını hatırladım. Kadınlar beyaz tül elbiselerini uçuşturarak el ele tutuşmuş yatağımın çevresinde dönüyorlardı ve “hakikat anı” yaklaşıyordu.
Yataktan çıkıp salona geçtim ve bir koltuğa oturup pipomu yakarak “hakikat anı”nın gelmesini bekledim. İnsan ölürken geçmiş ölüm tehlikesi anlarını ve aşk sahnelerini canlandırıyor. Kadının sürekli yüz değiştirdiği, çeşitli zamanların göklerinden yıldız gibi yağan bir birine sarılmış, terli, ağlayan, inleyen çıplak ve kaygan bedenler. Bir okulun loş avlusunda “Albay”ın kulağımın dibinde çınlayıp duvardan üstüme sıva parçaları sıçratan ilk ateşinin ardından tutukluk yapan silahıyla uğraşırken yüzündeki panik ifadesinin görüntüsü. Mersin açıklarında tansiyonu düşmüş bir beden sırtüstü yatmış akıntıya kapılıp sürüklenirken sürekli şekil değiştirerek uçuşan bulutların arasından süzülen ışık sütunları… Beyaz giysili çok sayıda kadından oluşan bir koro Requem’i seslendiriyor yüksek bir yerde. Hepsini tanıyorum, toplayıp yıllara bölüyorum. Hepsi kendine ayrılan yılın içinden gülümsüyor; saçları uçuşuyor, dudakları ıslak, gözlerinde hüzün. Yükseliş bölümü; göğün katmanlarını aşarak uçuyoruz, bağışlanmayı diliyoruz. Kadınlar bağışlıyorlar. Yüzlerine bakarken kendimi sorguluyorum; yüzlerinde, gözlerinde kendimi görüyorum. Hep istikrarlı, akıllı ve şefkatli kadınlara yöneldiğimi, uzun zamanları hep onlarla geçirdiğimi; fakat her defasında içimde tortulanan o kara katran katmanlarının yavaşça kayarak beni hırçın, nemfomanik ve şehvetli kadınlara doğru kaydırdığını düşünüyorum. Stravinskiy’nin Şeytan’ı yavaşça “torbasından çıkarıyor küçük bir keman/belli ki külüstür bir keman/akordu bozulur hiç durmadan/ve asker kemanın namelerine kapılarak sürüklenip gider peşinden Şeytan’ın, Cehenneme, Cehenneme!” Asteğmen ünforması içinde, sağ kolu iradeden bağımsız hareketlenerek beldeki tabancayı çekip namluya bir mermi sürdükten sonra sağ şakaktan bitişik diyagonal tek atış. Ne zamandı bu? 1980 baharı. Davutpaşa kışlasının çimenleri arasında küçük mavi çiçeklerin açtığı zaman.
“Hakikat anı”nın gelmesini beklerken, çöldeki ayak izlerini takip ediyor ve her şeye rastlıyor, her şeyi görüyorum. 1980’li yılların soğuk bir kış gecesinde, Beyoğlu’nun arka sokaklarından birinde siyah elbisesinin dekoltesinin açık bıraktığı beyaz tenine kar tanelerinin değip eridiği o güzel fahişe bile topuklu ayakkabılarının çıkardığı tıkırtılarla önümden geçip gidiyor. Ve tabii “Caetana”… Hayatının son yıllarında Francisco de Goya’nın Bordeaux sokaklarında aradığı, yıllar önce zehirlenerek öldürülen, kırmızı tebessümü siyah şapkasının kara tülüyle örtülü kadın: Alba Düşesi. Onu arar, sokaklarda, ışıklı caddelerde gördüğü kadınları o zanneder; yalpalayarak, şişman gövdesini ruhuyla sürükleyerek dolaşır, “Caetana” diye mırıldanarak.
Ah Nora, içimizden geçeni kim bilebilir? İnsanın asla ulaşamadığı iki şey: aşk ve ölüm.
Öykünün bundan sonrası çok ilginç değil. “Hakikat anı” gelmedi; gelseydi bunları yazamazdım zaten. Kalp krizinin diğer belirtileri yoktu: terleme, mide bulantısı, bitkinlik. Ağrıya rağmen kolum çalışıyordu. 6 kiloluk dambılla 8 hareket;10 şınav. Fakat biraz üzüldüm biliyor musun? Orada, karanlığın içinde oturmuş pipo içerken yaşadığım yoğunlaşma gerçekten eşsiz ve hayret vericiydi. Ölümle taçlansaydı hiç üzülmez (!), sonsuzluğa çok yoğun bir duygu birikimi aktardığım için derin bir huzur içinde giderdim. Sanki bir fırsat kaçmış gibi.
Bunu senden başka kime anlatabilirim, Nora! Bir provaydı sanki. Bundan sonrakini sana anlatamam herhalde. Ama aynı yoğunlaşmayı o zaman da yaşamış olduğumu/olacağımı bilmelisin/bileceksin.
Denizlerötesi tıbbi danışmanım, bunun Herpes Zoster (Zona) olduğunu söyledi. Aşırı heyecan, stres ve yetersiz beslenmeden mütevellit bağışıklık sistemi zafiyeti nedeniyle uyumakta olan small pox virüsünün uyanarak yarattığı bir sinir ucu enfeksiyonu. Fakat ağrısı gerçekten müthiş ve çok öğreticiydi. Ertesi gün akşama doğru sol kol dirseği ile koltukaltı arası kabarcıklarla kaplandı ve ateşim çıktı. Doktora gitmedim, ağrı kesici de almadım; tavsiye üzerine B vitamini almaya başladım. Bu arada klavye kullanamadım, uyuyamadım, okumaktan başka hiçbir şey yapamadım. Şimdi ağrılar geçti, yaralar kabuk bağladı.
Endişeye mahal bir durum yok. Hayat normal seyrinde gidiyor. Seninle önceki yazışma dönemimizde henüz hiçbir şeye alışamamıştım. “Sana anlatmak” hoşuma gidiyor, nedenini bilmiyorum. Genç Komüncü dergisindeki yazılarıma ara verdim; gençlerin işlerine fazla burnumu sokmamak için. Fakat hepsiyle görüşüp yazışıyorum. Hükümetin hegemonya öncesi oluşturduğu steril demokrasi bahçesinde her türlü fikir boy veriyor. Tırpanlama zamanı geldiğinde belki de başa çıkamayacakları bir botanik gerçekle karşılaşacaklar… Savaşın Kudreti diye bir kitaba başladım. İnsanlarla görüşüyor, kadınlara (kara katran katmanlarının üzerinde kayarak) kur yapıyor, tartışıyor ve fena halde okuyorum (okuyorum dedim de aklıma geldi, yahu şu “Neredeydiniz?” adlı kitap ne kötü bir roman! Edebiyat fakültelerinde olumsuz örnek olarak okutulsa yeridir. İnsanlar neden hiç yaşamadıkları şeyleri anlatmaya tam teşebbüs edip edebiyatı katlederler anlamak mümkün değil.)
Sen de anlat bana, neler yapıyorsun? Hareket halinde olduğunu anlıyorum. Çok tuhaf ama, nedense seni hep bir ormanda yürürken hayal ediyorum. İnsanların arasında düşünemiyorum. Buradaki o son gecemizden sonra seninle buluşup konuşamadık bir türlü, çünkü ben sabahların adamıyım, sen ise gecelerin kadını, vakitlerimiz uyuşmuyor.
Seni bütün kalbimle kucaklıyorum, Nora!
Volodin…
Allahsız komünist, ne güzel yazmış. Ben bu şiirselliğe asla varamayacağım. Kadın yazdığı şiirlerden bana neden bir tanesini bile göndermedi?!
Ah, Volodin!
Yirmi yaşımdayken, 40’ımda bir daha aşık olamayacağımı düşüneceğim asla aklıma gelmezdi. Bazen ormanda yürürken, sık ağaçların ardındaki kulübesinin önündeki düşük sedire uzanmış, başında bir kolonyal şapka, bedeninin üstü gümüş çıplak, elinde yüzyıllık yalnız bir kitap, onu görür gibi oluyorum. Yakamoz ışıltısı saçlı, donuk kuzey mavisi bakışlı, gölgeli yüzü dudaklarını saklayan yaşlı adam, ağır başını çeviriyor. Hayretle bakıyor… Bir saklı kent keşfedenlerin değil, tarihi bir harabeye rastlayanların tavrıyla yolumu saptırıp taraçalardan aşağı iniyorum, su kenarına. Dağ gölünde sert bir rüzgâr, sukunet içinde ama, esiyor. Geçen gün ilkokul arkadaşlarıma -durmaksızın çocuklarından söz ediyorlar- nasıl olsa önümüzdeki 20 yıl içinde çocuklarının onları terk edeceğini söyledim. “O kadar sürer mi sence?” dedi birisi. Ve yirmi yıl içinde de yirmi yıl içinde öleceğimizi söyleyeceğimi ekledim. ”Daha çok zaman var” dedi bir başkası. ”’Söylememe mi ölmemize mi” diye sordum. ”Söylemene” dediler.
Nora!
Yirmi yıl geçmiş Nora, gerçi bu yine bir gece, büyü bozumu anı yaratmak üzere ansızın ayakkabılarınızın topuklarını tıkırdatarak ve uzun saçlarınızı daha sonra çözülmek üzere ensenizde toplamış, göğsünüzde kar tanelerini eriterek ve belki çantanızda romanınızda adı geçen ve beni pek heyecanlandıran o “orman kokulu” viski olduğu halde mütereddit ve öfkeli bir halet-i ruhiye ile gelmenize mani değildir.
Lanet olsun. Lanet olsun diye diye dimağımı paralarken, kadının şiirleri arasından ona gönderdiği bir tanesini de bulup çıkarmıştım bile.
Kadına Değer Olanlar
O isimler kayda değer olanlardı.
Belki onlarca daha saydı.
Kadının da ortalık yerde
üç beş öyküsü vardı:
Sayılı kimseyle sayısız
Sayısız kimseyle sayılı
Sonrasında özgürleşmiş
Perdeli bir can sıkıntısı vardı.
“Özgürüm peki ama
şimdi ne yapacağım?
Duvar yıkılmışsa artık
batıya nasıl kaçacağım?”
Bir serüvene atılırken
Kendine esrikçe güvenirdi.
Rüzgar eğip bükse de kopmayan
Ayçiçek boyunlu bir bilince benzerdi.
Aslında aşktan korkmak için
Eksikti kin ve nefreti,
Bugün, hep alımlı cinayet
Dün, önemsiz bir kazaydı.
Kimi çok genç,
Kimi yaşlı,
Kimi haddinden fazla yaralı,
Kimi de çok geç,
artakalmış geçmişinden.
Aşkın derindir, o ise, ürkü kaynakları
Dişisince tanınamayan okyanus ahtapotu
Ve ateşe verilmiş bir çalamar çitine
başını vuran koyunların korkusu.
Kimiyle kocaman bir panayırda
annenin elinden koptu,
kaybolduğundan habersiz
kalabalıklara karıştı.
Envai çeşit renge,
oyuna ve karavana
öpüşsü şekerlere
dolaşık gözlerini
taraklı bir merakla açtı.
Kimiyle zulmünü
yüreğinde sakladı
Sessiz, suskun ve küskün
günbatımları yaşadı.
Kimiyle şiir yazdı
ne çok şiir dinledi
Aceleci kıvançlar
ve hep unutkan hazlar
Ağustos, uykularını böldü.
Kiminin ivecen gözleri,
tuttu gözlerine saldırdı,
En yaşamasız gecelerinde
Başını omzuna koydu kimi
Kimi elini tuttu,
kimi yüreğini elledi
Kimi okyanuslarda
Enlenen köpüklü yollara,
uzak yaşamaklara çağırdı.
Kimi dipsiz gecelerde
denizin kör karanlık derisinde
akkanayan yarıklar,
gölge şavkıyan aylar açtı,
geçip giden geminin ardından
azılı dişleriyle gülen
cünha köpükler oldu kimi.
Kimi ısparmaçaydı,
Kimi usturmaça,
Kimi açıkta eylendi,
Kimi öyle bir aganta.
Kimiyle alesta,
Kimiyle alberaber,
Kimi şeytan çarmıhı,
Ve fırtınaya yaslama
Kimi kılcan: avladı.
Kimi tarpan: yabandı.
Kimi ılgar: iradenin,
salgım kayalarında koştu.
Kimi onu sarsmadan,
yorga adımlar attı.
Kiminin yoksulluğu
zenginliğine değdi.
Kiminin zenginliği
yoksulluğuyla birdi.
Kimiyle söz verdi, nefes tuttu.
Kimiyle nefes verdi, dil tuttu.
Sayılı kimseyle sayısız
Sonra birden özgürleşmiş
Hepsinin bir kadını vardı.
Kadının aşkta ironisi,
birkaç dörtnal, bir denizi,
çalamar çiti ateşi,
ahtapotu, azı dişi,
kaza, cünha, cinayeti
ve
perdeli bir can sıkıntısı vardı.
Neden sonra ensemi soğuk bir elin sıktığını hissettim. Şakir’inkiydi bu. Bir eliyle ensemi tutuyor, diğer eliyle de polis çağırmış, onunla konuşuyor. Nasıl da fark edememişim eve girdiğini, tepemde dikildiğini, ne oldurup ne bitiriyorum diye sessizce gözetlediğini beni. Bir keresinde büyük bir meydan kavgasında birden ben hareket ettikçe etrafın kana bulandığını fark etmiştim. Elimde bir demir çubuk vardı, birilerini yaralamış olmalıydım. Sonra bu pülvarize kanın sol elimin üst kısmından geldiğini görünce çok şaşırmıştım. Birisi bana fark ettirmeden sol elimin üstünü falçata gibi bir şeyle derinden kesmişti. Yani, etrafta olup biten şeyleri ve genel koordinatlar içinde yerimi ve durumumu algılayamadığım ya da yanlış algıladığım olmuştur. Buna karşılık retrospektif olarak her şeyi pek güzel algılarım ve anlarım, en ince ayrıntısına kadar. Belleğim güçlüdür; çok zekiyimdir fakat akıllı değilimdir, yani muhakeme yeteneğim fena değildir. Sürat-i intikal kabiliyetim son derece gelişmiş olsa da bazen yaptığım işe o kadar yoğunlaşırım ki etrafımdaki dünya görünmez olur, bulanır gider…
“Şa-Şakir abi.”
“Ne yapıyorsun burada, serseri.”
“Serseri sensin kavat, adam gibi konuş!”
“Bi- de üste çıkıyor lavuk. Seni paralamadığıma şükret.”
“Bırak gideyim, polisi neye çağırdın abi şimdi ki?!”
“Ayakkabılarıma musallat olduğunu biliyorum.”
“Ne ayakkabısı be?!”
“Burada tepende dikilmiş, on dakkadır seni e-postalarımı karıştırırken izliyorum da bir türlü son e-postaya bakmadın, neden?”
“Çek elini ensemden. Çek buz gibi elini ensemden pis ölü.”
“Bak şunu da oku, bak bak…”
“Siktir git be, Allahın belası komünist, pis herif…”
“Ulan sen kimin evinden kimi kovuyorsun?!”
Başımı iki elinin arasına alıp bilgisayarın ekranına doğru itiştirirken bir yandan da açtığı son e-postaya sokuşturuyordu gözlerimi, evet:
“Yoldaş Volodin, sana şu, yeniden teslim ipek brokar çifti ben armağan etmiştim, hatırlar mısın? Sene? Portekiz’deydik. Bir oda dolusu ayakkabı içinde sen bunları ve bir gemi dolusu tayfa içinde de ben seni seçmiştim. Ayakkabı yüklü bir gemisin sen Ah benim kurt sevgilim. Uzun mesafe telsiz operatörleri sizi! Hep öyle kaldın. Canımı çok sıkmıştın o sene. Can sıkıcı bir adamdın. Bu çocuk ise canımı dahi sıkamıyor, bu küçük budala, çok gülünç bir serseri. Tam bir ayakbağı!”
Polis geldi. Beni alıp götürdüler ittire kaktıra. Omuz omuza polise direnen eski komünist nasıl da bir kalemde teslim etmişti beni! Kadın değildi nedeni belliydi… ayakkabılarıydı. Kadın ayakkabısı koleksiyoncusu olduğunun bilinmesinden de hiç rahatsız olur görünmemişti. Anamın, amcamların felan haberi oldu tabii. İşte ihtirastan anlamayan o kafadaki insanlara rezil olmuştum. Ama ayakkabıları yazar karıya gönderdiğim sanıldığı için bizim evi aramadılar. Birkaç gece nezarette kaldım. Sonra serbest bırakıldım. Hırsızlıktan felan da dava açılacaktı sonra. Çıkınca ilk işim Şakir’in evine ikinci girişimde kaldırdığım o çizmeleri, o siyah, kalçalara kadar uzandığını ama oraya varamadan bacaklara doğru kıvrılıverdiğini hayal ettiğim şehvetli tomağı seyretmek oldu. Onları Şakir’den kıskanıyordum. Aynı zamanda o çizmelerle atılacak bir tekmeyle de paralamak istiyordum kadını. Bir yanda delice kıskançlığım öte yanda ayağımın altında ezim ezim ezmek ihtirası birbirleriyle atbaşı gidiyordu. Heyhat çizmelerle bir başıma bir süre öylece kendi başıma kaldım.
Sonra bir tarafa şu dizeleri karaladığımı hatırlıyorum:
Kadının aşkta ironisi,
birkaç dörtnal, bir denizi,
çalamar çiti ateşi,
ahtapotu, azı dişi,
kaza, cünha, cinayeti
ve
perdeli bir can sıkıntısı vardı…
“Yoldaş” Şakir’in Portekiz’de canını sıktığı ünlü yazar bir gecesini geçirmiş benle o kadar. Diğer geceleri de onunla geçirmiş. Şakir’se küçük bir suçluyu enseletmek için polisten medet umacak büyük bir adam. Bu memleket böyle büyük adamları taşra kitabevlerine sıkıştırmamalıydı! En azından ünlü bir istihbaratçı olabilirdi mesela… “Ünlü istahbaratçı” tamlamasındaki ironiye dikkatinizi çekmek isterim. İstihbaratçıların en iyisi tanınmaz kalmalıdır, değil mi?! Ben amma da çok şey hayal etmişim, ünlü yazar karı ise “yoldaş”ta takılı plak kalmış. Yirmi yıldır arada sırada birbirlerini düzüyorlarmış işte bunlar.
Ama inat da murat değil mi?! Bir insanda Passion ya vardır ya da yoktur. Eğer varsa, bölünemez ve indirgenemez. Zaman zaman belirli bir nesneye ya da uğraşa kuvvetle yönelse bile, bunu bütünlüğünü ve indirgenemezliğini kaybetmeden yapar. Don Kişot’un passion’u Dulcinea’ya indirgenebilir mi? Ya da Oscar Wilde sadece eşcinsel miydi? Pek çok kadının peşinden salya sümük koşan adamlarda mesela passion’dan söz edilebilir mi? Passion karanlık, derin ve sürekli olandır, Venedik’te Ölüm gibi bir şeydir; Dorian Gray’in aynada kendine yönelmiş bakışlarıdır. İçrek, yakıcı ve ölümcüldür, bir kan davası gibi sürdürülen, olanca kederli düşünceleriyle birlikte Tango gibidir. Belki Şakir’in bu kadına, kadının ona, benimse ayakkabılara karşı hissettiğim ihtiras böyle bir şeydir.
Son tangom için küçük-suçlu-suçlu son kere gene girdim eve. Bulabildiğim ne kadar ayakkabısı varsa toparladım doldurdum çuvala. Hayır, o mağarada saklı hazinesindeki kadın ayakkabılarını değil, kapısının önündeki kendi ayakkabılarını. Giymek üzere bu kere. Şimdi diyeceksiniz ki ayak numaralarınız aynı olmalı. Bu memlekette herkesin ayağı birbirine uyar, her ayak uyar aslında biliyor musunuz?! Ertesi gün gemiye çıkmak için İstanbul’a yollanma hazırlıklarımla geçti. Bağlantım iyiydi, ücret idare ederdi. Sadece pasaportumu ve birkaç yüz liramı koydum cebime. Bir bavulum yoktu. Yukarıda bir bavulla girmiştim ilk önce demiştim ya eve. Yok canım o kısmı yalandı. Sen nasıl tayfalık yaptın demeyin. Benim hiç bavulum olmadı. Üstüm başım zaten üstümdedir. Anama veda ettim. “Para yollarım, merak etme”. Allahtan “kapitalist” eskimiyor ve bize kucak açan tersaneleri, güverteleri, gemileri var. Eski komünist karıyı ise tümden unutuvermiştim şimdi. Şakir de demişti ya: “Çünkü sizin kuşağınız eskiyememek derdinden muzdarip… Hiçbir şeyin eskiyemediği, eskiyemeden çöp kutusunu boyladığı bir çağda yaşıyoruz… Burjuvazi…” Bu noktaya bir gülenyüz…
Bu kadar mı? Bu kadar. Bu satırları, Ancona’dan yazıyorum. Burada birkaç gün daha kalacağız. Üç gece içmeyeceğim şimdi ama yüzük filan da alacağım bir Nora’m yok. Kadının adı Rüzgâr’dı bu arada. Buralarda cebimde şimdilik kalanla bana doğru esecek tek rüzgâr geminin güvertesinde olur artık. Belki iyi para biriktirirsem gemiden ayrılır mesela çeker bir “designer” okuluna kaydolurum, ayakkabı “design” edebilirim. Henüz çok gencim. Önümde uzun yıllar var. Benim Christian Louboutin’den bir eksiğim var mı? Var tabii, şapşal mısınız siz?! “Burjuvazi…” Ama hayal gücün geniş, dememiş miydi Şakir? Gerçek şu ki hiçbir zaman bir kitapçı açmak için geri dönmeyeceğim memlekete. Koca bir güverteye vuran yakıcı güneşle çiroza dönüp öyle içten içe depreşik ama öyle de sakinmiş yanılsamalı bir hayat kurmak bana göre değil.
Bir cevap yazın