Tunahan, Erdal ve Bana
Uyandım mı yoksa uyanmadım mı bilmiyorum. Uyanıktım galiba. Vücudumu
çimdiklediğimde acıyı rahatça hissedebilmiştim. Ama aynı zamanda aynadaki görüntüm benimle
birlikte hareket etmiyor, bağımsız davranıyordu. Anlayamamıştım. Ne olmuştu böyle.
Karmakarışık bir duruma düşmüştüm. Uyanık mıydım, yoksa uyuyor muydum? Perdeyi aralayıp
pencereyi açtım. Şehrin apartmanlarından gelen lanet kömür kokusu dolduruverdi odayı. Kapattım
hemen. Gözlerimi kısıp baktım, insanlar koşuşturuyorlardı sağa sola. Ama bir terslik vardı. Ne
geceydi ne gündüz. Ne öğle ne ikindi. Anlayamadığım bir vakit. Uyuyup uyumadığımı hâlâ
anlayamamıştım. Gittim su çarptım yüzüme. İki kez. Diş etlerime baktım. Zayıftılar. Fakat
aynadaki ben tekrar benden ayrı hareket edip ağzını kapatınca çekildim karşısından. Aynadaki
bağımsız, gerçek ben çekildikten sonra orda kaldı mı bilmiyorum. Şimdi düşünüyorum da
insanların başına böyle bir şey gelse muhtemelen delirdiklerini zannederlerdi. Ama ben niye hiç
tepki vermedim anlayamadım.
Uyanık mıydım değil miydim hâlâ belli değildi. Farkına varamıyordum. Suyu hissediyordum
ama ayna başını bağrını alıp gidiyordu. Buzdolabını açtım. İçinde iki gün önceden kızarttığım
hindi duruyordu. Fakat bir aksilik vardı. Kızarmış hindiyi canlı bir hindi yiyordu. Kovaladım az
öteye. Kızarmış hindimi, hindinin önünden alıp dolabın kapağını kapattım. Isıtıp birkaç lokma
aldım, fakat yiyemeyeceğimi anlayınca bıraktım. Midem bulanıyor, gözlerim kararıyordu.
Tuvalete zor yetişip lokmaları tekrar dünya canlılarına bıraktım. Dolabın kapağını açıp kızarmış
olanı, canlının yanına koydum. Yesindi. Sevinsin hayvancağız. Baktım ki evde uyuyup
uyumadığımı anlayamayacağım. Dışarı çıkayım dedim. Elbiselerimi değiştirip çıktım.
Dışarda durumum daha da karmaşıklaşmıştı. Şehrin pis sokaklarında dolaşırken insanları
görüyordum ama bir terslik vardı. Erkekler kadın gibi, kadınlar erkek gibi giyinmiştiler. Bir kadına
baktım. Yoksa erkek miydi gördüğüm? Kadın mıydı, yok canım erkekti, baksana kadın giysileri
giymişti. Kesin erkekti. Bir çocuk gördüm. Elinde bir oyuncak at. Sakalları uzamış, gözleri
kırışmıştı. Dikkatli baktım. İçine yaşlı kaçmış ne idüğü belirsiz bir mahlûktu bu. Dünya tersine mi
dönmüştü yoksa? Yooo. Her şey yerli yerindeydi. Köprüler, yollar, dükkânlar, evler. Her şey. Hâlâ
aynıydılar. Manavlar hâlâ sebze meyve satıyor, kasaplar hâlâ et. Peki, insanlar niye garipti? Bir
tersliktir gidiyordu. Galiba uyuyordum hâlâ. Uyanık mıydım yoksa? Olurmuş bazen böyle.
İnsanlar gerçek dünyadayken düşler görebilirmiş. Fakat benim başıma hiç gelmemişti. Bu ilk.
Demek ki böyle oluyordu. Gerçi bunları niye düşünüyorum bilmiyorum çünkü uyanıktım. Rüzgârı
hissedebiliyordum. Hem de çok rahat. Yoksa uykuda mı hissediyordum. Gerçi uykuda
hissedilebilir miydi onu da bilmiyorum ya.
Rüzgâr demişken hangi mevsimdeydik? Hangi yılda, hangi günde? Hangi saatte, hangi
şehirde? Bir dakika bir dakika, şehri biliyorum. Burası benim şehrim işte. Sevdiğim, yaşamak
istediğim şehir. İşte benim terzim, benim bakkalım. Benim şehrimdeyim orası kesin. Yürürken bir
kadın selam verdi. Yani erkek. Her neyse selamını aldım fakat kim olduğunu anımsayamadım.
Umursamadım anımsayamamamı. Devam ettim yürümeye.
Bir süre şehrin merkezinde dolandım. Hâlâ uyanıp uyanmadığımı anlayamamıştım. Ne boktan
bir durumdu. Kontrol için bir çimdik daha attım. Acıyordu. İyiydi. Fakat bu kadar terslik niyeydi?
Şehrin apartmanları arasında kaybolmaya başlamış saat kulesinin yanına vardım. Saate baktım. Ne
yelkovan ne de akrep vardı. Gözlerimi ovalayıp tekrar baktım. Yine yoktu. Bir daha, bir daha, yok.
Ne yaptıysam getiremedim. Baktım olmayacak yürümeye başladım. Sıyırmıştım büyük ihtimal.
Gerçi bırak delirmeyi, psikologla bile işim olmamıştı bu zamana kadar. Acaba tarihte böyle
birdenbire deliren insanlar var mıydı? Birdenbire devreleri yakıveren. Bilmem, aklıma gelmedi.
Yok canım, o kadar da değildi. Gayet mantıklı düşüncelerim vardı. Hem delirmiş olsam böyle
düşünebilir miydim? Demek ki delirmemiştim. O zaman hâlâ niye anlayamıyordum uyuyup
uyumadığımı? Delirmiştim herhâlde. Acaba böyle bir delilik türü var mıydı? Mantıklı düşünebilen
bir delilik türü. Eğer varsa oydum büyük ihtimal.
Saati öğrenemeyince bari günü öğreneyim dedim. Sokakta beli bükülmüş, yürümekte zorluk
çeken bir yaşlıya rastladım. Günün ne olduğunu sorduğumda adam başını kaldırdı. Kaldırınca
ağzında bir biberon olduğunu gördüm. Bu da nesiydi? Çocuklar yaşlanmış yaşlılar çocuklaşmıştı.
Ne oluyordu Allah’ım. Bir gün ismi söyledi çocuksu bir dille. Ama söylediği isimde bir gün yoktu.
Pazar, Salı, Perşembe, Cumartesi gibi günler değildi. Başka bir dilde mi söylemişti yoksa? Devam
ettim yürümeye. Bir erkek geliyordu karşıdan, yani bir kadın. Offf aman, her neyse. Ona sordum, o
da aynını söyledi fakat ben yine bir şey anlamadım. Bildiğim gün isimlerini saydım. Adam, yani
kadın, pardon yani adam bön bön baktı yüzüme. Buralı olup olmadığımı sordu. Buralıyım dedim.
Döndü gitti. Buralı olduğum hâlde gün isimlerini bilmediğimi görünce deli olduğumu anlamıştı
herhâlde. Yoksa niye çekip gitsindi? Arkasından bakakaldım.
Günden vazgeçip ayı yılı öğreneyim dedim. Bu seferde aynı durumlar başıma gelince
insanlara soru sormayı bıraktım. Ağzımı doldura doldura küfretmeye başladım. Belki var hiç böyle
doldurmamıştır. En azından ben hatırlamıyorum. Ağaçlara, insanlara, hatta kuş ve kuş pisliklerine
varana kadar saydırdım. Rahatlayınca bir dakika geriye dönüp düşündüm. Hiçbir şey
hatırlamıyordum. Geçmişim yoktu. Nasıl yoktu, olur mu öyle şey canım? Birdenbire böyle
doğmamıştım ya. Zorladım hafızamı ama bu sabahtan öteye geçemedim. Dün, ondan önceki gün,
geçen ay, hiçbir şey yoktu. Delirmiş olduğuma kesin kanaat getirdim. Ama delirmiş olsam
hatırlamadığımı nasıl anlayacaktım. Demek ki hâlâ delirmiş değildim. Tekrar zorladım, yok.
Baktım yürürken olacak iş değil, ilk gördüğüm parka oturdum. Sonra kalkıp parkın içindeki su
havuzunda kendime baktım, hâlâ benden ayrı hareket ediyordu yansımam. Elime su aldım,
ıslaklığı hissettim. Demek ki uyanıktım. Yüzüme su çarptım. Çarparken de gözlerimi kapattım.
Açınca düzelir gibi gelmişti. Açtım, hâlâ aynı. Gidip parkın girişine, ismini okudum. Benim
bildiğim, hafta sonları geldiğim parktı ama ismi değişikti. İyice sersemledim.
Parka bir daha girmedim, yürümeye devam ettim. Soğuk hava vücudumu sarınca gayriihtiyari
elimi cebime götürdüm. Cüzdan vardı. Çıkardım. Benim cüzdan. Ohhh dedim. Açıp içinden para
çıkardım, diğer cebime koydum. Bir bakkala girip bir kolonya istedim. Küçüklerinden. Adama
parayı uzattım. Bir de baktım para değişik. İşin ilginç tarafı adam hiç yadırgamadan parayı alıp
artanı bana verdi. Çıktım dükkândan. Üstünde hiç tanımadığım birinin resmi vardı. Altında da
ismi. İsmi okudum, böyle biri yoktu duyduğum. Bozukluklara göz attım, onlar da farklıydı. Bizim
ülkenin parası değildi. Neredeydim ben böyle.
Şimdi aklıma geldi. Ölmüş müydüm yoksa ben? Vücudumu yokladım gövdem, başım,
kollarım yerindeydi. Demek ki ölmemiştim. Ölmüş olsam ruh olurdum. Gerçi duyduğuma göre
öbür tarafta da vücudu olacakmış herkesin. O zaman kesin ölmüştüm. Burası öbür taraftı. Ama
ölmüş olsam da neredeydim? Burası cehennem değildi. Bildiğim kadarıyla ateşle doluydu orası.
Yanmıyordum. Demek ki kurtarmıştım paçayı. Hatırlamadığım hayatımda iyi biriymişim ki
Yaratıcı beni buraya koymuş, cehenneme atmamıştı. O zaman cennetteydim. Cennet böyle miydi?
Cenneti de böyle bilmiyordum ben. Her istediği oluyormuş insanın orada. İçimden kızarmış bir
piliç dileyip göğe, sağa sola baktım. Gelen giden yoktu. Demek ki cennette de değildim. Hem
etrafta uçuşan melekler, huriler falan da yoktu. O zaman neredeydim? Aklım ermedi, yürümeye
devam ederken şimşekler çaktı birden beynimde. Araf’taydım ben. Evet evet başka ne olabilirdi ki.
Ne cehennem, ne cennet. Tam ortası işte, Araf! Ama inanışa göre, Araf’takiler cehennemi ve
cenneti görürlermiş. Test etmek için cenneti görmeyi diledim. Yok. Bir de cehennemi diledim,
yine yok. Anladım ki Araf’ta da değildim. İyice beynim sulanmıştı. Kafamın içi boncuk boncuk
ayrılıyor gibiydi.
Bir yandan yürüyor bir yandan da elimde oynadığım bozukluklara bakıyordum. Aklıma bir
şey geldi. Ben kimdim? Düşündüm. Adım yoktu. Soyadım da. Alelacele kimliğimi çıkardım.
Kimliğim yerindeydi çok şükür. Bir de baktım isim yeri boş. Soy isim yeri de. Hatta her yeri boş.
Sadece bir kâğıt parçası elimdeki. Çevirip ikinci kere baktım, yok. Bir de bu çıkmıştı başımıza bu
kadarı yetmezmiş gibi. Adımı öğrenmeliydim. Öğrenmek için evin yakınındaki terzime gitmeye
karar verdim. Varıp adımı öğrenecektim. Birden aklıma geldi. Madem hiçbir şey hatırlamıyordum,
benim terzim olduğunu nerden biliyordum? Bir elbise diktirmişliğim mi vardı? Ya da paça
yaptırmışlığım. Hatırlamıyorum. Dükkânın içine girip selam verdim. Adam aldı. Yani kadın.
Adımı sordum. Yüzüme baktı anlamamış gibi. Soruyu tekrarladım. Adam gülmeye başladı.
Sinirlerim iyice bozulmuştu. Soruyu bir daha tekrarladım. Kadın kahkaha atmaya başlamış,
gözlerinden yaşlar geliyordu. Baktım ki cevap alamayacağım, çıktım. Bakkalıma girdim. Soruyu
bu sefer o kadına yönelttim. Adama işte. Hay kadının da adamının da… Koşturuyordu sağa sola,
yüzüme bile bakmadı. Beni görmüyor muydu yoksa? Hayalet mi olmuştum? Elimle, vücudumu
baştan aşağı bir daha yokladım. Yerindeydi. Demek ki görüyordu, hem biraz önce terzi görmüştü.
O hâlde bu da görüyordu. O zaman umursamıyordu. Soruyu tekrarladım. Sinirli sinirli baktı bu
sefer. Hiç konuşmadı. Tekrar sorsam kavga çıkacaktı. Sormadım. Çıktım. Karşı karşıya olan terzi
ve bakkalın tabelalarına baktım, ilk defa duyduğum isimler. Terzi hâlâ gülüyordu. Yerlere
yıkılmış, karnını tuta tuta gülüyordu.
Eveet, şimdi anladım. Ben buralı değildim. Ama parklar, köprüler aynıydı. Ne aynıydı,
nereden biliyordum aynı olduğunu? Hafıza yoktu ki aynı olduğunu hatırlayayım. Bir taksi
geçiyordu. Durdurdum. Binip şehrin çıkışına dedim. Vardık. Tabelayı okudum. Benim şehrim
değildi. Benim şehrimi bırak, ülkemin herhangi bir şehri bile değildi. İlk defa rastlamıştım bu
isme. Bir dakika bir dakika, benim şehrim neresiydi ki? Şehri bırak ülkem neresiydi? Düşündüm.
Çıkaramadım. O da yok. Allah’ım kafayı yiyeceğim. Pencereye eğilip taksiciye sordum. Nerdeyiz
biz? Tabeladakini söyledi. Hangi ülkedeyiz dedim? Saçma sapan bir isim daha söyledi. Benim
ülkem değildi. Düşünüyordum ama kendime bile sormaya korkuyordum. Acaba biz kendi
gezegenimizde miydik? Kendi gezegenimiz? Kendi gezegenim nereydi ki benim? Yok, o da yok.
Hafızanın kırıntısı yoktu kafada. Saçlarımı yolmaya başladım. Acıyordu. Demek ki hakikaten
uyanıktım. Uyanık olduğuma üzüldüm. Keşke düş olsaydı uyanırdım biterdi. Taksici taksiden inip
yanıma geldi, sırtımı sıvazladı. Bindik, ilerlemeye başladık. Etrafı tanımaya çalışıyor, başımı bir
sağa bir sola döndürüyordum, ama hiç tanıdık bir şey göremedim.
Evimin kapısına gelince cebimdeki bütün parayı taksiciye uzattım. Bu ev benim miydi? Hiç
hatırlamıyordum. Sabah buradan çıkmasam bulamazdım. Hatıralarım var mıydı acaba burada?
Zorladım beynimi, tık yok. Eve girdim. Bir adam vardı evde. Kimdi bu böyle? Hatırlamaya
çalıştım. Çıkaramadım. Bu arada adam yani kadın, çok yaşlı değildi, benim yaşlarımda. İçeri
girince boynuma sarıldı. Çekici kokusu burnuma geldi. Geri çekildim. Ben geri çekilince bozuldu,
yüzü değişti. Kim olduğunu sordum, söyledi. Karımmış. Yoksa kocam mı demeliydim? Kafam
zaten bir milyon olmuş, bir de bu kocakarı muhabbetine giremem şimdi. Kim olduğumu sordum.
Yüzüme boş boş baktı. Elini getirip alnıma koydu. Ateşimi ölçüyordu herhâlde. Koşa koşa çıktı
odadan. Otuz saniye sonra elinde bir bezle geldi. Beni salondaki kanepeye uzatıp alnıma bezi
koydu. Islaklığı tekrar hissettim. Soruyu tekrarlamaya çekindim. Çünkü tekrarlasam adamakıllı
deli damgası yiyecektim. Artık iyice dağılmış, yenilmiştim. Kimseye bir şey sormamaya karar
verdim. Alışacaktık artık bu yeni yaşama. Mecbur. Acaba bunlar normaldi de ben daha normal
olsun mu istiyordum? Yani etrafı ve olanları kendi kalıbıma oturtamadığım için mi böyle
davranıyordum? Yok canım, bu olanlar normal değildi. Hadi hepsini geçtim, insanın isminin
olmaması hiç de normal bir şey değildi. Demek ki normal olan bendim. Yavaş yavaş gözlerim
ağırlaştı, ortalık karardı. Düşünecek gücüm de psikolojim de kalmamıştı. Beynim durdu. Gözlerim
kapandı.
Öldüm sandıysanız ölmedim. Ölemedim. Yine aynı sabah. Fakat bu sefer kendimi başka bir
yerde buldum. Evimdeydim. Perdeyi aralayıp dışarı baktım. Bu sefer şehir, benim şehrimdi.
İsmimi de hatırlıyordum geçmişimi de. Hemen cüzdana koştum. Açıp kimliğime baktım. Adım,
soyadım, doğum yerim hepsi yazıyordu. Öptüm, öptüm, öptüm. Sonra hemen dışarı attım kendimi.
Bir de baktım her şey yolunda. Bakkala daldım. Sıcak karşılayıp ismimi söyleyerek hatrımı sordu.
Sarılıp onu da öptüm. Hem de tek kelime etmeden. Adam, tedirgin tedirgin baktı ama
umursamadım. Çıkıp saat kulesine kadar koştum. Baktım, iki adam tamirat yapıyorlar. Ne oldu
dedim. Dün dedi birisi. Bir nedenden dolayı dünyadaki bütün saatler durdu. Tek bir tanesi bile
çalışmadı. Gün boyunca tam saati hesaplamaya çalıştı tüm dünya. Anca bugüne yetişebildi. Bu
nedenle tekrar kuruyoruz. Saati öptüm, öptüm öptüm. Adamlar şaşkın şaşkın bakıyorlardı.
Bilmiyorlardı akreple yelkovanı ne çok özlediğimi.
Bir cevap yazın