Bir süredir olduğu gibi o sabah da alarm çalmadan uyandım. Önceleri on dakika daha fazla uyumak için kendime kapris yaparken şimdilerde yataktan kusar gibi kalkıyordum. Mesaimin başlamasına daha dört saat var ama hazırlanmaya başladım bile. Artık lüzumsuz hayaller kurmuyor, hazırlanırken ıslık çalmıyor, kimseye aşık olmuyor, sevmeye ve sevişmeye değer bir kadın aramıyordum. Kısa duş, hızlı diş fırçalama, ondan daha hızlı traş olma vs… Kravatımı bağlamadan boynuma atıp, hapsolduğum hücreden firar edercesine kentin alacakaranlık sokağına karıştım. Evet artık alarm çalmadan uyanıyorum. Evet artık daha çok ve daha amaçsız içiyorum. Evet artık kendimi sevmiyorum. Kısa ömrüme düştüğüm dip notlardan biri der ki; hayat insanı iki şekilde uyandırır; birincisi öperek, ikincisi s*kerek.
Bankada çalışmaya başladığımdan bu yana hayatın beni öperek uyandırmadığını fark ettim. Bir süre bu duruma tüm gücümle direnmeye çalıştım. Daha çok gezdim, daha çok konuştum, daha çok alış-veriş yaptım, daha çok eğlence cumhuriyetinin içinde yer aldım ama hayat; bedenimi ihya ederken, ruhumu çarkın içinde ezip posasını önüme koydu. Şimdi “kaderin azı dişleri arasına sıkışmış, belgesel tadında bitkisel acılarım var” Ama ruhum yok. Öldü. Sırf hafta sonu tatili ve düzenli maaşı var diye onu kurumsal bir kimlikle takas ettim.
Amaçsız yürürken yolda aylak sokak köpekleri takıldı peşime. Sokak lambalarının altında gölgem takıldı. Bitiremediğim romanın “nalan’ı”; önce ayaklarıma, sonra aklıma, en sonunda da ruhuma çelme taktı. Düşmemeye yemin ettiğimden bu yana sürünüyorum. Ayaklarım beni alıp, benden daha hiç bir parka bıraktı. Önce banka oturdum sonra vazgeçip piknik masasına. Banklar yalnızlar içindir. Dilenciler için. Deliler için. Mekan bulamayan sevgililer için. Ama asla hiçlikten gelip piçliğe yol alanlar için değil. Piknik masasının üzerine sigaramla çakmağımı bıraktım. Cep kanyağımı bırakmadım. Kapağa asılıp koca bir yudum alırken “devlet neden beton piknik masası yapar?” diye sordum iç sese. “Kimse iz bırakamasın” diye cevap verdi. “Devlet iz bırakanları sevmiyor mu?” dedim, “Sever ama öldükten sonra” dedi. “Erkekliğin birinci kuralı öldüğünü kimseye belli etmemektir” dedim. “Siktir et” dedi……. Siktir ettim. Buna içilir.
Gece fermuarını usul usul indirip, güneşe göz kırparken, çocukken on kuruş verip, jelatinli kartonu kazıyınca çıkan sürpriz hediye gibi çıktı rüzgar. Öyle beklenmedik, öyle saçma, öyle “acaba diğerinde ne vardı” hissi. Yaprakların hicretini sevmiyorum. Savrulurken toprağın kıçını açıyormuş hissi uyandırıyor bende. Bir “çekme” şansım daha olsaydı, jelatini yağmur için kazırdım. Yağmur iyidir. Herkes inine çekilirken, tanrı endorfin basar yerkürenin damarlarına. Toprağın mutluluk hazzı. Kabul edelim, onun kafası güzelse her şey güzeldir bu sıçtığımın yer küresinde. Tabiat ananın sütü kesilmesin Tanrım. Tabiat ananın damarlarından eksik etme bu böğürerek akıttığın suyu. Pompala Tanrım, her fırsatta pompala.
İçim iyiden iyiye ısınmıştı. Sesler artarken arabalar yoldan değil de kafamın üzerinden geçiyordu sanki. Masanın diğer tarafına uzanıp, yola sırtımı döndüm. Hayatıma aldığım tüm kadınlar gibi. Kim bilir kaç kadına sırtımı dönüp susmayı ya da gitmeyi tercih etmiştim. Ömürlük dediğim kaç kadını “sen daha iyilerine layıksın” gibisinden göte sürülmeyecek bi cümleyle, başka adamlara peşkeş çeker gibi terk etmiştim. Sayısını bilmiyorum. Alkolle alakası yok, inan ki bilmiyorum. Bildiğim tek şey, o kadınların hepsi benden daha mutlu şimdilerde. Hepsi benden daha hızlı unuttu yaşanılanları. Bir erkeğin temel hatası nedir biliyor musun dostum; bir kadına dahil olup ona ait olmamak. Bu yüzden onlar hayatımızdayken götümüz semada geziyor ve yine aynı sebepten onlar gittiklerinde yere çakılıp bıraktıkları boşlukta kendi ruhumuzu düzüyoruz. Kısa hayatıma düştüğüm dip notlardan biri; “diğerlerini bilmem ama o son kadını terk etmeyecektin.” Pişmandım. Buna içilir.
Yaprak seslerinden, birinin bana doğru yürüdüğünü fark etmiştim. Fark etmediğim bu denli güzel bir fahişenin gelip karşıma oturması. Sarhoştum. Bir süre mal gibi yüzüne bakıp “senin burda ne işin var?” cümlesinin altında yatan ulvilikte demlendim. Kadın, kibrit çaksam patlayacak kıvamdaydı ama benden daha güçlü ve daha mutlu görünüyordu. “Neden bu kadar güzelsin?” diye soracakken;
“Sigaran var mı?” dedi
Sigarayı önüne doğru uzatırken çakmağımı da ittim. Sabahın köründe bir kadına centilmenlik yapacak kadar kibar bir adam olamadım hiçbir zaman. Ya da adam olamadım, fakat bu başka bir mevzu.
Sol kolunu göğüslerinin üstüne yatırıp sağ dirseğine destek yaptı ve sigarasından bir fırt çekip yüzüme doğru üfledi.
“Memur musun?”
Boynuma attığım ama düğüm yapmaya üşendiğim tasmadan anlamış olmalıydı. Bozuntuya vermedim. Kanyağa asılıp bir fırt daha yuvarladım bünyeye.
“Meslektaşız” dedim.
Kahkahası parkın her yerini inletti. O kadar güzel güldü ki bende katıldım ona istemsiz olarak. Bir nefes daha aldı sigarasından, arkasına yaslanırken yüzü durulmuştu
“Demek meslektaşız”
“Evet”
“Hadi, doğruyu söyle”
“Doğruyu söylüyorum. Meslektaşız. Senin bedenini, benim ruhumu s*kiyorlar”
Birden kaşları çatıldı. Yüzünü başka tarafa çevirirken dişlerini sıktığını fark ettim. Belediyenin çöp kamyonu geçiyordu o sırada, elimi havaya kaldırıp bağırdım:
“Abi beni almayı unuttunuz!”
Birden durdu kamyon. Demire asılı adam dönüp baktı. Burdayım gibisinden el salladım. Selam verdiğimi zannedip o da el salladı. Sonra demire tekrardan asılıp, atını kırbaçlar gibi vurdu kamyonun arkasına. Dünyanın en boktan adamını, en pis çöpünü o parkta bırakıp gitmişlerdi. Rezilliğime rezillik katarak şişenin dibini gördüm. Çakmağımı kadının önünden alıp vedalaşmadan kalktım. Sigarayı ona bırakmıştım. Ağaçları ıskalayarak adım atmaya çalışırken parktan çıkmak üzereydim. “Keşke vedalaşsaydın” dedi iç ses. “Keşke” dedim.
Sonra birden durdum. Arkama dönüp baktığımda, yüzünü parkın en ücra köşesine mıhlamış öylece oturuyordu.
Yanına gidip; “bak güzelim; ben bu dünyanın en siktiri boktan adamlarından bitanesiyim. Hatta öyle ki; senin defalarca tırtıklanan bedenine saygı gösterip; söz konusu ruhun olduğunda onu kökünden dinamitleyecek kadar aptal ve acizim. Ve sen o kadar şanssızsın ki, masasına oturduğunda önüne tapınak kuracak milyonlarca erkeğin içinden; gelip en budalasını, en çaresizini, en inançsızını, en parasızını seçtin.” diye avaz avaz bağırıp, onun kırdığım gururunu tamir ederken, kendi ruhumu dövmek, yerden yere çarpmak geldi içimden. Yaptım mı. Hayır. “Buna içilir” dedim. En iyi müşterisi kendisi olan Hasan Abi’ye gidip bir mercimek çorbası içtim, kısa hayatıma bir dip not daha düşerek; hayat arkasından bakarken artık çok geç dediğin kadınlar gibidir. Gitmiştir, bitmiştir ve buna içilir.
Bir cevap yazın