On üçümdeydim daha. Bir gece önce , ‘‘ Seni gelip alacaklar, ’’ dedi annem. Kimdi onlar, ne istiyorlardı benden? Ağzımı açtım, belli belirsiz üç beş sözcük döküldü dudaklarımdan. Hafif bir çığlık kapladı odayı ardından. ‘‘Sus kız! ’’ dedi annem, ‘‘Baban duyacak. Lime lime eder seni. ’’ Pörtlek gözleriyle çirkin bir yaratığa dönüştü annem. Hiç tanımadığım biri oldu çıktı.
Kına yaktılar sonra ellerime. Okuyup üfledi ninem. Sorular düğüm oldu boğazımda. Cevapsız sorular.
Ertesi sabah erkenden hazırladılar beni. Gidilecek köy uzakmış, konvoy çoktan çıkmış yola. Üzerime komşu kızı Zehra’nın sandığından çıkan bir gelinlik giydirdiler. Yer yer sandık lekeli, naftalin kokan ucuz bir bez parçası. ‘‘ İstemem ben bunu, ’’ dedim. ‘‘ Bulmuşta bunuyo, ’’ dedi ninem saçımı çekiştirerek tararken. Kopan saçlarım naylon gelinliğe yapıştı. Yok oldum, kayboldum içinde.
Avluya çıktık hep beraber. Etrafta sefil bir kalabalık. Ninemin sesini duydum. Kara horozu kovalıyordu. Kara horoz koyu bir leke gibi önümden uçup geçti. Kıpkırmızı ibiği içimi yaktı. ‘‘ Uğursuz sende, git hele, ayakaltından.’’ Bir taş alıp fırlattı ninem; taş havada döne döne savruldu. İnatçı hayvan avludan çıkmıyordu bir türlü. Bir taş, bir taş daha.. En nihayetinde, taşın biri kara horozun bacaklarından birine çarptı. Canı yanan hayvan hiç açmadığı kadar kanatlarını açtı, hiç uçmadığı kadar uçtu.
Gözlerim kara horozu takip etti bir süre. Ne çok gülerdik horozla, ninemin hallerine Mehmet’ le. Şimdi komik gelmiyordu. Aksine ağlamak istiyordum. İki günden bugüne, işte o anda büyüdüm. Bulutlara takıldı gözlerim ardından. Koyu, karanlık gökyüzü güneşi saklamış koynunda. Bir parça aydınlık olsa keşke. ‘‘ Fırtına yakın ,’’ dedi ihtiyarlardan biri. ‘‘ Çabuk gelip gitseler.’’
Kardeşim Mehmet kalabalığı yarıp bacaklarıma yapıştı. Gelinliğin tarlatanı uzaklaştırdı onu benden. ‘‘ Gitme aba, gitme.’’ Diye haykırdı. Burnu akmış yine. Elinin tersiyle sildi burnunu. Al yanakları hepten kızardı. ‘‘Aba,’’ dedi tekrar. ‘‘Eee yeter be çocuk!’’ Kafasında bir el patladı.
‘‘ Sümbül gözün kör olsun! ’’ dedi büyük hala. ‘‘ Kızın al yazması nerede? ’’ Evden yazma geldi, başımın üstüne. Kızıllığın ortasında kaldım. Durdum. Sustum. Suskunluğum suskunluğumu besledi yıllarca. Çaresizlik çaresizliği doğurdu.
Sefil kalabalığın sefil sessizliği uzaktan gelen konvoyun gürültüsüyle bozuldu. Yavaş yavaş yaklaştı konvoy. Yaşlı bir katır geldi avluya, davulun arsız neşesiyle tezat. Ha öldü, ha ölecekti garibim. Hali perişan. Boz tüyleri dökülmüş çokça, derisi açılmış. Mecali yok ki beni taşısın. Binmek istemedim, geri çektim ayaklarımı, hızlıca döndüm; bir el kavradı kolumu sıkıca. Üç beş kişi kaldırıp koydular beni hayvanın üstüne. Hangimiz daha zavallıyız bilemedim. Mehmet’in aba diyen inlemesi davul ve zurnanın sesinde eridi. Yola çıktık.
Okulumun önünden geçtik. Bugün hayat bilgisi dersi vardı. Ödevimi yapmıştım çoktan. Vedat öğretmenim, ‘‘ Aferin Ayşe,’’ diyecekti, başımı okşayacaktı. ‘‘ Sen de benim gibi öğretmen olacaksın. ’’ Olamadım.
Zeynep ile Hacer yine kol kolaydılar, ellerinde kitapları. Görmezden geldiler beni, darılmadım. Görseler onları da alacaklar okuldan. Zeynep, Hacer, Ayşe ne fark eder? Baba ne derse o olur buralarda. Vedat öğretmenimin de kızı var oysa. O da baba değil mi? Neden bizim babalara benzemez?
Taşlı, kıvrımlı yollardan geçtik. Yaşlı katır ölmedi. Ardımızda toz bulutu bırakarak ilerledik. Mehmet bizi izliyordu avludan ta ki nokta olana kadar. Gök gürledi, beklenen fırtına yaklaştı. Biri kucaklayıp aldı onu içeri. Biraz debelendi, tam ağlayacakken gofret tutuşturdular eline. Gülümsedi. Bizse ufukta yitip gittik.
Bir cevap yazın