Gökyüzü yağmurdan sonra terk edilmiş gibi. Yeryüzüne beslediği muazzam aşkı daha da çok hissettiriyor. Yanımdakinin omuzlarına düşen saçlar her rüzgâr esişinde şahlanıp köprücük kemiklerinin üzerine düşüyor, boğuk nefes alış verişi gırtlağımda. Sohbetine doyum olmaz bir tip senelerdir. Hep yanımda, her daim… Yıllardır tek terk etmeyenim. Konuşmamaktan kurumuş boğazımın pasını atıp söze başladım.
― Görüyor musun, Şükran.
Sohbet edeceğimizi tahmin etmiyor olmalı ki bir kabahat işlemiş olmanın verdiği evhamlı havayla suratıma baktı. Kurumuş dudaklarını ısladı, yutkundu.
―Neyi görüyor muyum Eşref Bey?
Bana hep ‘Bey’ derdi. Belki korkudan belki saygıdan ama bana kıymet verdiğini hep hissederdim.
―Gökyüzünü.
―Görüyorum, efendim.
―Renklerini?
―Tabii.
―Hangi renkler var içinde?
―Neyin?
―Gökkuşağı, canım.
―Bayağı renk var efendim.
―Kaç taneler?
―Gökkuşağı bir tane.
―Hayır, renkleri.
―Ha onlar mı? Yedi taneler işte.
―Hep yediler mi?
―Hı, hep yediler. Bir sorun mu var yahut sizi rahatsız eden bir mesele?
Bu kadın hep böyleydi. Azıcık konuşsak hemen sıkılır, türlü bahanelerle beni kendinden uzak tutmaya gayret ederdi lakin bu sefer kaygı akıyordu zeytin gözlerinden.
―Bir sorun yok. Kalkalım hadi.
Sesimden ona kırgın olduğum anlaşılıyor olmalıydı. Beni anlamamış olmasının verdiği kırgınlık… Hiç ses etmeden peşim sıra usulca kalktı. Yolda giderken sokak aralarında üstü başı çamura bulanmış çocuklar görüp ikimizde tebessüm etmekten kendimizi alıkoyamıyorduk. Gülerken göz ucuyla bana bakıyor aramız bozuk mu, diye soruyordu güya. Onun bu gizliden sualine bir kâğıt helva alarak yanıt vermeye karar kıldım. Helvanın kenarlarını afiyetle yiyip ballı kısmını en sona bırakıyor, utangaç tavrıyla bana minnetle bakıyordu.
―Alt tarafı helva, dedim. Lafı mı olur?
Gözlerini güneş ışığının verdiği rahatsızlıkla kısıp:
―Teşekkür ederim. Bana sinirlendiniz sandım da.
―Anlatsam anlar mısın?
Şaşırmıştı. Beklemediği bir yanıtı vermiş olmanın gururu suratımdaydı. Gözlerimi irice açıp devam ettim.
―Bak, güneşin az ötesinde gökkuşağı çıkmış. Bilirsin iste. Kırmızı, turuncu, sarı, yeşil…
―Mavi, lacivert ve mor.
Sözümü kesmiş olmasından memnun kalarak devam ettim.
―Hepimizin gördüğü renkler işte. Peki, göremediklerimizi düşündün mü hiç? Yahut onların var olduklarına, görülebildiklerine inandın mı?
“Bilmem” dercesine dudağını büktü. O vakit sinirlendim. Dudaklarının tam üstüne okkalı bir tokat savurmak geldi içimden. İlgisiz oluşuna kızıyordum. Şaşırmasını, çenesini düşürmesini, gözlerini yuvalarından oynatmasını bekliyorum. Oysa dingindi.
―Peki şu morun üzerindeki renk, diyerek devam ettim. Sinirimi dişlerimin arasına gömdüm.
―Morun üzerinde bir renk yok ki beyim.
―Ama ben görüyorum.
―Ne?
Bu hoşuma gitmişti işte. İlgisini çekmiştim fakat tedirgin olmamakta elde değildi. Çıldırdığımı düşünmesi olağandı. Korkuttuğunu gizlemeye çalışarak:
―Anlatın biraz bana şu rengi, dedi.
Heyecanlandım. Az kalsın konuşayım derken tükürüğümde boğuluyordum.
―Çok belirgin. Morun üzerinden silikçe geçiyor, ucu kırmızıya dokunuyor. Sarı da sohbet ediyor. Maviye sarmaş dolaş. En garip olanı da ne biliyor musun? Sadece ben görüyorum.
― Garip ya.
Gözlerinde artık korkudan ziyade acıyarak bakan bir zengin edası vardı. Bir sağa ardından sola baktı. Dudaklarını aralayıp:
―Başka kime anlattınız bunu?
―Kimseye, dedim.
―Güneşten gözünüz kamaşmış olmalı efendim. Yoksa nasıl mümkün olur bu?
Reddedilmiş bir delikanlının mahzun tavrını takındım kendime. Bir şey demeden yoluma devam ettim. O da evladını düşünen bir anne korumacılığıyla geldi ardımdan. Yol boyunca hiç konuşmadık. Hep yapardık bunu.
Benim eski doktorun kapısında durduk. Eski diyorum çünkü yıllardır uğramam kendisine. Şükran buraya geleceğimizi düşünmemiş olacak, şaşkınlığını gizleyemeyerek derince baktı. Sertliğimi bozmayarak:
. ―Çal kapıyı. Anlat her şeyi de tedavi olalım, dedim.
Söylediklerimi önce anlayamadı sonra boynunu büküp kapıyı çaldı. Doktor, bizi görmenin verdiği şaşkınlıkla sevecenliği yüzünde birleştirdi. Şükran’ a sordu meseleyi. Sağ olsun o da iyi özetledi:
― Beyim, gökkuşağının sekizinci rengini görmüş.
Bu konuşmalardan sonra doktor da inanmıyor sağlam olduğuma. “Gördüm kardeşim. Basbayağı renk işte.” Diyorum, “Öyledir Eşref Bey, muhakkak görmüşsünüzdür.” Diyor, güya beni dinliyormuş gibi yapıyor. Doktorlara da inancım kalmadı. Bir dedikleri bir dediklerini tutmuyor.
Şükran da gelip gidip kafamda dua okuyor. Sanki mezarım da hayırsız. Kimseye anlatmıyorum artık ama sekizinci rengi her yağmurdan sonra görmeye devam ediyorum. Sarıda sohbet ediyor, maviye sarmaş dolaş oluyoruz ve yine benden başka kimse görmüyor, inanmıyor.
Bir cevap yazın