Güneşin karşı tepelerin üzerinden yavaş yavaş yükseldiği vakit gözlerini açtı. İlk duyduğu kara horozun acı yakarışıydı. Edepsiz hayvanı sanki birileri boğazlıyordu. Bu köyün hayvanları da bir tuhaf, diye düşündü. Yatakta doğruldu. Kolları, bacakları, başı, boynu neredeyse tüm vücudu sızım sızım sızlıyordu. Onlara söz geçiremeyeli beri daha da huysuz bir adam olmuştu. Sürekli kavga halindeydi uzuvlarıyla. Size inat kalkacağım, diye mırıldandı. Kendini zorlayarak bacaklarını yataktan aşağıya sarkıttı. Halının üzerinde ayaklarını sağa sola sallayarak terliklerini aradı. Onları bulunca da sevindi çocuk gibi. Günün en zor kısmı yataktan kalkmaktı onun için. Bunu atlatırsa günü yaşamak daha kolay oluyordu. Vücuduyla barışıyordu o zaman. Huysuzluğu da bir nebze azalıyordu, şikâyet etmeyi de bırakıyordu. Hatta şikâyet ettiğine pişman oluyor, halime şükür yine de diyordu. O zaman kabullenmişlik sarıyordu tüm benliğini, dağ gibi bir adamken küçerek bir adama dönüştüğünü, gözlerinin görmediğini, kulaklarının duymadığını, eskisi kadar iyi koku alamadığını…Aklım yerinde ya diye düşünüyordu sonra ve bu döngü her sabah tören geçidi gibi kafasının içinden geçip gidiyordu.
Birkaç eşyaya çarptıktan sonra aynanın önündeki gözlüğünü taktı, elini yüzünü yıkadı. Mutfakta iş yapan karısının yanına geldi. Günaydın, dediler birbirlerine. Bundan sonra tek bir laf bile etmediler. Yıllar sözcükleri silip süpürmüş, yerini jest ve mimikler almıştı ve bunlara hımların ve hı hıların birkaç farklı tonlaması eklenmişti. Anlaşmak onlar için artık bu kadar basitti. Tartışmaları, kavgaları, birbirlerine olan öfkeleri eriyip gitmişti.
Mutfak masasına kuruldu, bekledi. Beklerken içinden bir şiir okudu son zamanlarda öğrendiği. Şairine bir selam çaktı, gün aydınlandı birden onun için. Sıcak çorbayı çoktan koymuştu önüne Hatice Ana, gözlüğü buğulanınca fark etti, çorbasını hızlıca kaşıkladı ve bastonunu kaptığı gibi eskiden bakkal olan şimdiyse kütüphaneye çevirdiği dükkânına gitmek üzere evden çıktı.
Bahar havası doğayı uyandırmıştı artık. Erik ağaçları tomurcuklanmış, ağaçların çoğu çiçeklenmiş, sarı, pembe, mor çiçekler çimenlerin arasından başlarını kaldırmış, kuşlar, böcekler ve köydeki tüm canlılar –insanlar hariç- bu uyanışın peşine takılmıştı. Keşke ben de her bahar böyle canlansam diye düşündü, yaşlı adam. Küçük bir tomurcuk olsam ve yeşersem..Ölüme yaklaştıkça yaşama arzusu daha da artıyormuş meğer.
Kısa fakat onun için yorucu bir yürüyüşün ardından köy meydanındaki dükkânına vardı. Titreyen elleriyle anahtarını kapının deliğine soktu ve kapıyı açtı. Kapının açılmasıyla yoğun bir koku dışarıya taştı. Kendinizi bir sahaf da hissedeceğiniz toz, mürekkep, hatıraların karışımı olan ve yalnızca dostlara kucak açan o bildik koku: eski kitap kokusu. Derin bir nefes aldı Hasan Amca her sabah yaptığı gibi. Artık buradaydı, onun sihirli dünyasındaki kitap sayfalarına gömülmüş fakat zihninde her daim gezinen arkadaşları arasında. Kaptan Hook’tan, Karamazov’a, Gregor Samsa’dan , Feride’ye, İnce Memed’den, Sherlock Holmes’e ve nicelerine kadar… Her birinin sesi ara ara çalınıyordu kulaklarına ve yalnız olmadığını hissediyordu o anda.
Bir köşeye yerleştirdiği üzeri çizik çizik olmuş eski ahşap masasına oturdu. Masaya ters çevirip bıraktığı şiir kitabını eline aldı. Mısralar arasında keyifli bir yolculuğa çıktı. Zaman akıp geçti o farkına varmadan. Oturduğu yerden kalkmaya niyeti yoktu ya, kapısının önündeki gürültüler sağır kulaklarını bile rahatsız edince isteksizce kapıya yöneldi. Çocukların sesi belirginleştiğinde anladı durumu. Yine zavallı Deli Ayşe’nin peşine takılmış onu kızdırıp duruyorlardı. Ne isterlerdi o garipten anlamazdı Hasan Amca. Kimseye zararı yoktu, kendi halinde yaşayıp gidiyordu kadıncağız. Daha belki yirmi beşindeydi en çok. Gençti, güzeldi ama talihsizlik peşini bırakmamıştı. Erken yaşta evlendirmişlerdi diğer köy kızları gibi. Eri de askere gitmişti hemen. Gidişi olmuştu fakat dönmemişti yağız Mustafa geriye. Kara yas çöreklenmişti Ayşe’nin yüreğine. O hariç herkes kabullenmişti Mustafa’nın yokluğunu. Dayanmışlardı sonra genç yaşlı demeden kapısına. Eee, bir kadını yalnız bırakmak olur muydu? Hele ki köylük yerde! Boğum boğum oldu Ayşe, koca bir düğüm, kara yas hala içinde, damarlarında dolaşmakta. Aylarca sustu o sustukça etraf kabardı, taştı.
Bir gün köy meydanında belirdi Ayşe. Bir bidon benzin elinde, etrafına toplananlara püskürttü önce, ‘‘ Yakarım,’’ dedi ‘‘ Hepinizi,’’ tek tek parmağıyla gösterdi onları. ‘‘ Sonra, evlerinizi, tarlalarınızı, bağlarınızı, ineklerinizi. ’’ Gözleri dört dönüyordu konuşurken, herkes kaçışırken, avaz avaz bağırdı arkalarından , ‘‘ Yaklaşmayın bana gayrı! ’’
Zar zor sakinleştirdiler deli kızı büyükler. Okuttular, üflettiler, hocaya götürdüler. Bırakın dedi, hoca kendi haline. Kimsecikler yanına varmadı artık, onu görmediler, duymadılar. Deli dediler, varsın öyle bilsinler.
Hasan Amca masasına geri döndü. Tekrar kitabını okumaya başlamıştı ki, apar topar biri girdi içeriye. Geleni gideni pek az olan yaşlı adam şaşırarak gözlerini kapıya dikti. Ayşe kapının önünde durmuş Hasan Amca’ya bakıyordu. Bedeni titriyor, gözlerinden sessizce yaşlar süzülüyordu. İnce dudaklarını ısırmaktan kanatmıştı genç kadın.
‘‘ Ne oldu a kızım? ’’ Diye sordu Hasan Amca, ellerini masanın üzerine dayayarak, hafifçe doğruldu. ‘‘ Gel hele gel, otur şöyle bir soluklan! ’’
Ayşe cevap vermiyordu, bakışlarını yere dikmiş, ellerini kavuşturmuş, ürkek ürkek duruyordu yaşlı adamın karşısında. Ağır adımlarla yanına yaklaştı Hasan Amca, kapının yanındaki rafın kenarına dayadığı tozlu sandalyelerden birini getirdi kadının yanına, eliyle otur işareti yaptı, bir bardak su koydu masanın üzerindeki sürahiden. Ayşe yudum yudum içtikçe suyu sakinleşti, anlatmaya başladı. Zoruna giden çocukların alayı değildi, hoş kızıyordu onlara çoğu zaman ama bugün en çok zoruna giden okuma yazma bilmemesi olmuştu. Kasabaya inmişti dul aylığını almaya. Genç bir Müdire Hanım vardı orada. Bundan böyle, demişti işte bu kartla çekeceksin paranı, bir dahaki gelişinde parmak basmayacaksın, ne yapıp edeceksin okumayı söküp öyle geleceksin yanıma, sana bir ay süre, hadi bakalım! Hasan Amca gülümsedi, ‘‘Aman kızım, bu muydu seni üzen? ’’ ‘‘ Bana okuma öğretir misin amca? ’’ Diye sordu Ayşe gözleri hala yerde. Yaşlı adam başını salladı. ‘‘ Hemen şimdi başlasak, olur mu? ’’ Eliyle dur işareti yaptı Hasan Amca. Rafların arasında dolandı bir süre, sonra yaprakları sararmış bir alfabe kitabı çıkardı, elleriyle tozunu aldı. Toz zerrecikleri yayıldı havada. ‘‘ Öğrenirim değil mi, hemencecik? ’’ Heyecanı yatışmamıştı Ayşe’nin. Tekrar başını salladı yaşlı adam. ‘‘ Gel,’’ dedi, ‘‘Çek hele sandalyeni şuraya.’’ Küçük ahşap masanın başına geçtiler. Hasan Amca ilk sayfasını açtı alfabenin, A harfini gösterdi önce ceketinin cebinden çıkardığı tükenmez kalemle. ‘‘ İşte,’’ dedi ‘‘ Bu A! ’’
ALFABE – DİDEM SAYAT
Son Yorumlar
- DUYGU TAYLAN-UFUKTA BİR ÜLKESİN için Mehmet BONCUKOĞLU
- SESSİZ ÇIĞLIK PERDESİ:BİR AVAZDA-ENGİN DAL(SESLENEN ADAM) için Songül
- SESSİZ ÇIĞLIK PERDESİ:BİR AVAZDA-ENGİN DAL(SESLENEN ADAM) için Suzan Tokmak
- SESSİZ ÇIĞLIK PERDESİ:BİR AVAZDA-ENGİN DAL(SESLENEN ADAM) için Ceren
- SESSİZ ÇIĞLIK PERDESİ:BİR AVAZDA-ENGİN DAL(SESLENEN ADAM) için Latife
En Çok Okunanlar
Son Yorumlar
- DUYGU TAYLAN-UFUKTA BİR ÜLKESİN için Mehmet BONCUKOĞLU
- SESSİZ ÇIĞLIK PERDESİ:BİR AVAZDA-ENGİN DAL(SESLENEN ADAM) için Songül
- SESSİZ ÇIĞLIK PERDESİ:BİR AVAZDA-ENGİN DAL(SESLENEN ADAM) için Suzan Tokmak
- SESSİZ ÇIĞLIK PERDESİ:BİR AVAZDA-ENGİN DAL(SESLENEN ADAM) için Ceren
- SESSİZ ÇIĞLIK PERDESİ:BİR AVAZDA-ENGİN DAL(SESLENEN ADAM) için Latife
Bir cevap yazın