Her tarafın çeşitli kokularla bezendiği bir gün, Ayvalık, Alibey/Cunda adasındaydım. Yalnızdım, keşke yanıma bir arkadaş alsaydım diye evzindim (hayıflandım) ilkin. Sonra bu nereden geldiği belli olmayan düşünceyi unuttum gitti.
En yakınlarımın bile alaylı/imalı bakışları arasında, arada içime peyderpey gelen karamsarlığa düşerek de olsa, ‘yazmakta, roman yazarı olmakta’ karar kılmış biriydim ben.
Bu yüzden, oturduğum yerlere yakın, tarihi ve turistik yerleri gezmeye, oralar hakkında gözlem yapmaya, sonra zihnime ve bir bankanın yılbaşında eşantiyon olarak verdiği orta yollu ajandama, notlar almaya çıkmıştım.
Böylelikle ilk denemelerimi de yazmış olacaktım.
Bir bakıma kültür gezisi de diyebilirdik bunun adına.
…
Hava, aksi gibi insanın canını sıkacak, bünyevisini uyuşturacak ve moralini bozacak kadar poyrazlıydı.
Ayvalık’tan bindiğim, içerisinde herkesle, daha önceden tanışıyormuş gibi, muhabbet ettiğim Dolmuş Taksiden iner inmez tarihi taş kahvede soluğu aldım. Karnım aç olduğu için, hemen, simit, peynir ve çaydan ibaret olan kahvaltımı yapmaya koyuldum.
Az ilerideki büfeden aldığım gazetelere, insanların laklakları ve dedikoduları arasında göz gezdirmeye çalıştım ama esintinin kuvvetinden, gazetenin sayfalarını küçük masamın üzerinde tutabilene aşkolsundu.
Etrafımdakiler ise, herhalde alıştıkları için, bu rüzgâra aldırmadan, kocaman güneş gözlükleri ile birbirine burun kıvırarak ve gösteriş yaparak, tahta sandalyelerinde oturuyorlardı.
Şöyle bir göz gezdirdiğiniz de etraftakilerin alayının dışarıdan gezmeye geldiğini hemen kestirebilirdiniz. Yerli halk ne kadar sıcak ve samimiyse, misafirlerin ahvali halleri özentiden, gösterişten ibaret kalıyordu. Giyimler ve laflamalar öykünmeli, telefon konuşmaları eğreti, birbirine bakışlar da hakeza küçümseyiciydi.
İnsan ilişkileri desen tam da riyakârca denilecek cinstendi. Tuhaf bir şekilde orada oturan kimse rahat değilmiş görüntüsü veriyordu. Düşündüm de, neyin açlığını gideriyorlardı. Bu komplekse, bu kaprise ve bu tepeden bakmaya gerek var mıydı?
Hepimiz bu ülkenin insanı değimliydik. Hepimiz bir annenin ve babanın çocukları değil miydik? Yoksa bazıları ateşten yaratılıp gökten zembille mi inmişlerdi. Bunlara kafa yoran yoktu doğrusu.
Bu düşünceleri fazla irdeleyince oturup durduğum yerde kendi küpümden ekşimeye başladım. Zaten Taş Kahveci ardımda önümde dolaşıp duruyordu. İkide bir, “Bir çay daha almıyor muyum?” diye bana bakıyordu. Ne yapsın canım adam, ekmek parası işte. Bende bu sebepten, benden daha çok meşrubat içecek ve sayıca epey fazla, misafir bir aileye bıraktım masamı. Onların minnettar bakışlarına da bir baş selamı verdim. Adanın arka tarafına doğru yürüyüşe çıktım.
Can sıkıcı poyraz o taraflara pek giremiyordu Allahtan.
Tesadüfe bakın ki, Cunda adasının pazarıymış. Envai çeşit sebze ve ot gelmiş, pazarcıların önlerine, yüksek tablaların üzerilerine konulmuştu.
Bende Aydınlı olduğum için bir ikisi hariç aşinaydım bu otlara. Kuşkonmaz, acı filiz, semizotu, karahindiba, dereotu, ebegümeci, hardal, istifno, sarmaşık, yumurtalık vesaire vesaire…
…
Pazardan çıktıktan sonra apartların, pansiyonların ve motellerin olduğu yerden geçerek taş ve Arnavut sokaklara vurdum kendimi.
Sokaklar o kadar dardı ki, her biri çocukluğumdaki ‘saraca arı yuvası bozmak için’ gezdiğimiz bizim köyün dehlizlerini andırıyordu.
Bunları görünce yalnız başıma olmamın, benim için bir mahzuru olmadığını iyiden iyiye hissettim. Çünkü düşüncelerim özgür, kendinden emin ve duruydu. Aklıma gelen fikirler, içine düştüğüm hisler, burnuma gelen tarih ve bahar kokusu, bir ikinci kişinin alakasız, öylesine söylenmiş bir sözü ile kesintiye uğramıyordu.
İşte bu yüzden istediğim zaman istediğim sokaktan girebiliyor, tam aykırı bir istikametten çıkabiliyordum. Kimse bana, “Bu aradan kaç defa geçeceğiz, şimdi nereye gidiyoruz, bu evlerin kapı tokmaklarına bakıp da ne yapacağız, evler taşsa ne var bunda, artık oturalım benim karnım acıktı, ayaklarıma kara sular indi, daha nereye gidiyoruz” demiyor, yanımda yüzlü, şımarık, eziyetçi bir çocuk gibi, mızmızlanıp durmuyordu.
…
Sokakları adımlarken, kendi kendime, eğer Alibey/Cunda adasında doğsaydım buradan ömrümün hiçbir döneminde kopamazdım diye düşünmeden edemedim.
Evet evet ada da büyüseydim, sanki, “Bunlar benim bana ne bana ne,” diyerek oyuncaklarının üzerine kapanan bir çocuk gibi, buranın benden başka kimsenin olmasını istemezdim. Çünkü sokakların insanı içine alan, benliğini sarıp sarmalayan ve bakışlarını da cezbeden bir yapısı var. Ön yargısız girmek şartıyla ege bölgesinden olmayanlar, yabancılar bile burada kendilerinden çok şey bulabilirler.
Zira huzur soluyorsun burada.
Bakılmadığı için yılan çıyan yuvası haline gelmiş bir kilisenin varlığı, ortalıkta doğru dürüst Alibey adasına dair iki lafın belini kıracak bir insanın olmaması ve evlerin duvarlarında “Buraya yazı yazan eşektir, çöp döken hayvandır” gibi garip ve düşündürücü yazılarda kaçırmadı keyfimi.
“Daha nisan ayı olduğu için çoğu evde kimse oturmuyor herhalde” dedim. Evet, konuşacak kimse bulamayışım bu nedendendi.
Bir iki evde, yaza hazırlık için inşaat ve bakım/onarım devam ediyor olmalıydı. Çünkü içerilerden tak tuk sesleri geliyordu. Pansiyonların kapılarının önlerinde orta yaşlı kadınlar oturuyordu, kendilerinin daha genç olduklarını düşündükleri ne kadar da belli oluyordu. Belki laf atsam, selam versem laf lafı açacaktı, aramızda derin bir sohbet başlayacaktı. Ama nedense onlarla laflamak istemedim.
Sonra hiç tahmin etmediğim bir anda, İzmirli bilge bir bey çıktı karşıma. Üstü başı, badana yaptığı için, kireç olmuştu. Seyret saçları, geniş başının üstünde, ‘uçsuz bucaksız ovaların üzerindeki tek tük ağaçlar gibi’ duruyordu. Orta boyluydu, şişman değildi. Bir oduncu gömleği geçirmişti sırtına gelişigüzel.
“Kolay gelsin” dedim ona. Başıyla selam verdi. Sağ kolunun tersiyle alnındaki teri sildi. Bana gülümsedi.
Bundan cesaret alarak ve merakımı daha fazla bastıramayarak, “Kaç yıldır burada oturuyorsunuz?” diye sordum.
“Otuz yılı aşkındır ada da yaşıyormuş, eskiden yazları gelirmiş şimdi yaz kış ayrılmıyormuş buradan. Yenge kışın İzmir’e gidermiş.”
“Sorun olmuyor mu?” diye sordum gene.
“İkiniz ayrı ayrı.”
“Kimse kimsenin özgürlüğüne karışmadıktan sonra problem çıkmazmış. Zaten insanlar yaşlandıktan sonra yalnızlığı severlermiş. Ayrıca Bursa da ve Eskişehir de yaşayan çocukları iki üç ayda bir gelirlermiş. Eskiden daha sakin ve yaşanılırmış buralar. Son yıllarda ada nüfusu, emeklilik günlerini huzurlu bir şekilde geçirmek, şehrin keşmekeşinden uzaklaşmak isteyen büyük şehir sakinleri tarafından epey bir arttırılmış.
Bu durumda haliyle birçok problemi beraberinde getirmiş ama şimdi oralara girmeyecek, hem kendi canını hem de benim canımı sıkmayacakmış.
Alibey Adasının adı Yarbay Ali Çetinkaya’ya ithaf edildiği için oradan geliyormuş. Buranın yerlilerinin ekseriyeti mübadelede yer değiştirenlerdenmiş. Belli bir yaşın üstündekiler Rumca’yı gayet iyi konuşurlarmış.
Türkiye’nin ilk boğaz köprüsü de buradaymış, bende gelirken görmüşüm zaten. Halk Yunanistan’a bağlanmaktan korktuğu için bir gece de o köprüyü yapmış.
Buranın sakinleri zeytincilikle, turizmle ve balıkçılıkla uğraşırmış. Denizi Marmara denizine göre daha güzelmiş. Tabi bizim o tarafların, yani güneyin denizi hiçbir yere benzemezmiş.
Arada dizi çekmeye geliyorlarmış ama eski yıllara nazaran bu da istenilen gibi değilmiş. Yoksa yetmişli yıllarda, Yeşilçamcılar, buraları set haline getirmişlermiş. Cüneyt Arkınlar, Selma Güneri’ler, Hulusi Kentmenler, Kadir İnanırlar, Hülya Koçyiğitler… Hümeyra’lar… Kimler kimler…”
…
Amcaya anlattıkları için teşekkür ettim. Sonra birkaç kere “Kolay gelsin, hoşça kalın” dedikten sonra Nargile Cafe diye bir yere attım kendimi. Tam aradığım bir ortamdı. Üstelik biraz yorulmuş muydum ne. Gazetemi ve yanıma aldığım kitabı orada okumamın daha uygun ve isabetli olacağına kanaat getirdim. Vaktimin bol olmasından dolayı, bir çırpıda gazetemi hatmettim. Arkasından Leyla İpekçi’nin ‘Başkası Olduğun Yer’ kitabına kaldığım yerden devam ettim.
Yalnız yüksek sesli müzik ve bu yıl sistem değiştirilip öne alındığı için, ertesi gün üniversite sınavına girecek olan gençlerin, güya stres atıyoruz, kafa dağıtıyoruz adı altında biraz aşırıya kaçan gürültüleri dikkatimi dağıttı. Fakat o kitabı orada bitirmeye ahdettim. Hakikaten bitirdim de.
Bu arada üç tane de çay içmiştim. Sonra niye nargile içmesini bilmediğimi düşündüm ve kendime kızdım.
Üstelik nişanlımla bir haftadır görüşmüyordum.
Çünkü eskiden yaptıklarıyla birlikte en son, doğum günümü hatırlamamıştı. Bu tuz biber olmuştu ve ben doğum günü meselesinin şahsında bu güne kadar yaşanan herşeyi sorun etmiştim. Bunun sonucunda da bazı şeyleri dondurduğumu, düşünmek istediğim için kendime zaman verilmesini söyledim ona.
Bu ayrılık bazı şeyleri halledecek miydi bilmiyordum. Ama bunu temenni ediyordum. Tavrım sorun çıkarmak ya da nişanı atmak için zaman kazanmak değildi.
Bu konu üzerine biraz B. ile telefonla konuştuk.
“Bu kadar insanlara takılma hayatta istediğin gibi bir insan bulamazsın” dedi.
Eğreti öğütler verdi. Nedense bu adam bir türlü kendini tamamlayamamış, çiğ bir insan görüntüsü veriyordu insana. Ve her ne kadar akıcı bir dil konuşsa da beni ikna edemiyordu.
Belki de bu benim alınganlığımdı. Kimseyi dinlemek istemememdi.
…
Akşamüstü beş gibi, kilimlerle dolu cafeyi ardımda bırakarak oradan çıktım. Tekrar şöyle bir adanın sokaklarında ayak dolaştırdım. Köşe başlarındaki aşina olduğum yüzlere gülümsedim, insan olarak aramızda bir engel olmadığını, bizim birbirimizi tanımamamızın onlara gülümsememe engel olmadığını anlatmaya çalıştım onlara.
Arabaya bindim terminale geldim, arkasından oturduğum ilçe de buldum kendimi. Pahal gibi arada geçen zamanı hatırlamıyordum. Çünkü şiddetli bir baş ağrısı ortaya çıkmıştı. Bu akşama kadar alnıma çarpıp duran poyrazdan olsa gerekti.
Duş altıktan ve alelacele bir şeyler atıştırdıktan sonra, kapıyı pencereyi sıkı sıkıya kapatıp hemen yorganın altına bıraktım yorgun bedenimi.
Dışarıda ki poyraz hala devam ediyordu, sabırla ta Alibey adasından itibaren takip edip gelmişti beni demek ki…
Uydunun kablosunun bir yerlere çarpmasından irkile irkile uykuya dalarken, yıllar sonra Ayvalık Alibey adası sokaklarında yine geziyordum.
Ama bu sefer kitapları okunan, kendine yetkin bir üslup edinmiş, büyük bir yazardım artık.
Bir cevap yazın