Tarih bilinci, geçmişte olup biten ve yaşanmış olaylardan dersler alınarak geleceği yeniden
inşa etmemiz bağlamında gereklidir. Mehmet Özgür Ersan’ın Anadolu’da Devrimci
İsyanlar isimli araştırması bize Anadolu’da ütopik sosyalizmin kökenleri hakkında ipuçları
da veriyor. Bu bakımdan tarihi tecrübelerden yeterince esinlenmek istiyorsak; salt zahiri
yönleriyle değil, bir de onu batini yönleriyle okumakta fayda var. Çünkü tarih bilinci
olmayan insanların gelenekten nasiplenerek geleceği inşa etme şansı yazık ki yoktur.
Eski Yunanda topos, yer, mekân demektir. U-topia kelimesindeki “ u” öntakısı olumsuzluk
bildirdiğinden utopia aslında “yok ülke”, “düş ülke”, “hayali ülke” anlamına gelir. (1)
Türk Ütopyalarının yazarı Sadık Usta’ya göre: “İnsanoğlu hem geçmişi kaybetmemek hem de
geleceği elde etmek için eylemde bulunur. Zihinlerde yaratılan düş, imaj, tablo ve diyar aynı
zamanda insanoğlunun enerjisini ateşleyen yegâne nedendir de. Yani insan enerjisinin
kaynağı henüz var olmayan, ama gelecekte zuhur etmesi, gerçekleşmesi muhtemel olandır.
İnsan enerjisinin bitmez tükenmez kaynağının, aslında zihinlerdeki ütopya olduğunu
rahatlıkla söyleyebiliriz.” ( 2)
“Antonio Gramsci, ütopyanın tarihte siyasi mücadelede oynadığı olumlu role dikkat
çekmiştir. Ernst Bloch, ütopyalar için “gündüz düşleri” kavramını kullanır”. (3)
“Bloch, ortaçağda etkin olan eşitlikçi tarikatların dini söylemi onların geriliğinin bir ifadesi
değil, onların, hem geniş kitleleri aydınlatmaları hem de hâkim sınıfların denetiminden
kurtarmaları nedeniyle devrimci bir başarı olarak görür.” (4)
9.yüzyıldan itibaren ‘gerçek akıl devletini, kardeşliğe ve eşitliğe dayanan cumhuriyeti” kurma
hedefi, İsmailiye inancına mensup Karmatiler tarafından İran körfezinde kuruldu. (5)
Ütopyaların, ereksel inançların; insanlarda, daha iyi bir dünya adına etik, estetik ve politik
bilinç yükselişi sağladığı açıktır.
Sarp Kuray; Anadolu’daki halk yiğitlerinin isyanlarını: “Görünüşte eşkıya, manada evliya”
diye tanımlamış. Bu müthiş ipucu, benim için de anahtar niteliğinde az ve öz bir tanımdır. Az
ve öz tanımlar, atomik düzeyde formunu almış yapılara benzer. Esasında edebiyatın nihai
amacı da budur. İnsanın meramını ve muradını bir cümlede ifade etmesi halinde artık
kimsenin gözü arkada kalmamış demektir.
Tarihte, hak ve hakikat mücadelesi vermiş nice evliya, hâkim sınıfların ağzından hep
eşkıyalık yaftasıyla itibarsızlaştırılmak istenmiştir. Bu konu başlı başına bir tez konusudur. Ne
var ki üniversitelerimizde bilim üretimi için öncelikle bilim etiğinin olması lazımdır. Bilim
etiği için de, dürüstlük, dikkat, açıklık, özgürlük, onur payı, sorumluluk, yasallık, fırsat
eşitliği, karşılıklı saygı, iş birliği(6) ve üniversite özerkliği şarttır.
Marksizm’in düşünce sistematiğinde tarih, bir sınıflar mücadelesinden ibarettir. Bu saptamaya
kim yanlış diyebilir? Ancak bu saptama; insan gerçeğinin, sadece ekonomi politik düzeyde
yani üretim ilişkileri bağlamında ele alınmasına dayanır. İnsan gerçeğine, tasavvufi irfan
geleneğinin bakışıysa tamamen bireysel ahlaki zeminde ve tinsel (manevi) bir bakıştır.
Sokrates’ten Hallacı Mansur’a kadar birçok mutasavvıf daha çok insan nefsine, benliğin
arınması gerektiğine, bunun için iyi insan olmanın erdemlerine değinmiştir.
Felsefe tarihi içinden bakıldığında, antikçağdan bu yana tüm etik teoriler başlıca üç ana
problem etrafında dolanıp durmaktadır.1.İyi veya en yüksek iyi problemi 2.Doğru eylem
problemi 3.İrade özgürlüğü problemidir. Bu problemler, şu üç temel soruya yanıt
getirmektedir. 1.Neyi seçmeliyim? 2. Ne yapmalıyım? 3. Neyi istemeliyim? (7)
Yaratan, yaratılan arasındaki sonsuz büyüklükteki mesafeden bakıldığında Hallac: “Ben ilahi
sevgiliyi kavradım! Ben yaratıcı gerçeğim.” Diyor (8) . Burada, Enel Hak diyen Kâmil insan,
bir bakıma; hakikatin sayısız belgelerini (ayetlerini) kendi içinde tanıyan olgun insandır.
Mutasavvıfların tarihe; iyilerin ve kötülerin arasındaki mücadelesi diye bakmış olması etik bir
yaklaşımdır. İnsan davranışlarına yön veren değerler, tamamen pratik aklın bir gereğidir.
Platon, Aristoteles, Muhyiddin Arabi, Mevlana, Hacı Bekaşi Veli, Spinoza, Kant, Hegel, Saint
Simon, Friedrich Nietzsche, Soren Kıerkegaard, J. Paul Sartre, Max Scheler, Slavoj Zizek,
Alain Badiou, Habermas, İonna Kuçuradi ve Ahmet İnam gibi pek çok tin bilimci yazar, bu
alanda etik standartlar, ilkeler, değerler ve yeni etik yaklaşımlar ortaya koymuştur. Bu tin
bilim düşünürlerinin birçoğunu üstünkörü bir tavırla ütopik sosyalist kategorisi içinde
paranteze alıp kapitalizmin yarattığı ahlaki buhranı görmezden gelirsek insanın kendi içindeki
nefsani mücadelesini, iç yolculuğunu göz ardı etmiş oluruz. Kapitalizmin sürekli ekonomik
krizler yaşadığı hepimizin tanık olduğu bir olgudur. Kapitalizmin ürettiği ekonomik
buhranların arka planındaki asıl ahlaki krizlerin eleştirisini yapmak da en azından hâkim
sistemin- emperyalist kapitalist sistemin-ideolojik hegemonyasını sivil toplum düzeyinde
açığa çıkarmak bakımından zorunludur. Bu konuda dünyadaki tüm sol güçlerin çok yavaş
hareket ettiğini düşünüyorum. Zira emperyalist sistem dünyada daha çok dinin batıl inançlar
bölümünün hortlamasını teşvik ederken asıl hak ve hakikatin ortaya çıkmasını önlemek üzere;
büyük bir titizlik, çaba ve duyarlık göstermektedir.
Öncelikle kötülük üreten, sağlıksız bir davranışın arkasındaki dürtüleri( aşağılık veya
yükseklik kompleksi, kibir, narsizm, egoizm, sadizm, kıskançlık, hasetlik v.b. marazi ruh
hallerini) açığa çıkarmadan onun ekonomi politik sonuçlarını önlemek ne derece doğru olur.
Belki de sonuç bir kısır döngü ya da bir kör düğüm olarak kendini tekrarlayıp duracaktır. Ben
özetle şunu söylüyorum: Sınıfsal mücadele perspektifi, ekonomi politik bir terimdir.
Toplumun içinde bulunduğu üretim ilişkilerine işaret eder. Oysa tekil insan düzeyindeki
gerçeğin daha başka değişik katmanları, tabakaları da vardır. İnsanın benlik, kimlik kavramı
da yine çok katmanlı bir olgular yumağıdır.(Sevgi, cinsellik, duygusal akrabalık ile ulusal
bağlar, sınıfsal konumlanma ve dinsel bağlanma tarzı vs. konu uzar gider).
Yukarıdaki kısa açımlamalardan sonra yine kitaba dönersek. “Aşık Paşa, özetle alp kişiyi
tanımlarken dinde dokuz ruhani koşulu sıralar; bunlar vilayet, riyazet, kifayet, ışk, tevekkül,
şeriat bilgisi, ilm, himmet ve doğru yar edinmedir” (9). Âşık paşa buna bir de hadis
eklemiştir. “Nefisle savaşma cihad-ı ekberdir” diye. İnsanda güç istenci sorununa elbet tam da
bu noktada Friedrich Nietzsche gözüyle de bakmakta yarar var. Anlaşılan o ki; Mikro
düzeyde insanlar arasındaki benlik(ego) savaşları neyse, makro düzeyde sınıf savaşları da
odur.
Peki nefs nedir? Ruh Sorusu adlı eserinde Ahmet Soysal: “Nefs, tenleşmiş ego’dur.” Diyor.
“Eğer nefs, kendinin bilinci olarak, kendinin “kendi” olarak fikrine sahipse o,ebedi, sonsuz,
yetkin vs. bir varlığın fikri olarak tanrı fikrine de sahip olabilir. Tanrı fikrinin bu
fenomenolojik türeyişi, bir fiziksel ve ahlaksal edimler gücülüğüne sahip ama bir yandan
kendisiyle(düşüncenin yanılmaları, yetkinsizlikleri…), diğer yandan bağlı olduğu yok olabilir
bedenle “sınırlı” bir varlığın bilinci olarak kendinin bilincinden yola çıkarak gerçekleşiyor.”
(10). “Buna göre tanrı fikri, bu “kendinin sonlusunun” saptamasından yola çıkarak kurulan
sonsuzdur: “sonlu” bir kendinin “olumlu” imgesel bir yansıtması…başka deyişle, tanrı
kendini ten-sizleşmiş olarak düşünen nefsin imgesi(yetkin, sonsuz vs kılınmış imgesi)
görünmektedir. (Kendinin bilincinde, bilinçle beraber, isteme yetisini-istenci-, duyarlığı,
imgelemi, anlama yetisini, aklı vs içeren nefsin imgesi.)” (11)
Ahi Evran, Anadolu’nun dayanışma ruhunu şöyle tasarlıyor: ” elini, belini bağlı, kapını,
gönlünü, sofranı açık tut” (12) (s. 97). Biz eğer bu gün hala ahlaki aklın yolu sosyalizmdir
diyorsak insan davranışlarını motive eden ahlaki standartları küçümseyebilir miyiz? Yeter ki
üretime değer veren, emeğin egemenliğine açık bir toplum idealinden vazgeçmeyelim.
Kitabın dördüncü bölümünde: Selçukludan Miras Bir sorun: Kendi Ulusal gücümüze
Dayanmamak konusuna dikkatimiz çekilmiş. Tam da bu gün için hayati olan bir hastalığın
yani mandacı maneviyatın piyasa sürüldüğü düşünülürse bu eski musibetten hiç de ibret
almadığımız sonucu ortaya çıkıyor.
Kitabın üçüncü bölümünde, Kathar şövalyeleriyle yedinci bölümünde yer alan Şeyh
Beddrettin ve ortakların eşit bir dünya düşü ele alınmıştır. Burada katharsis (arınma)
kavramıyla benliğin arınmasının ne kadar önemli olduğu okurun gözünden kaçmamalıdır.
Nitekim kitabın dokuzuncu bölümünde İngiliz şairi William Blake’in toplumcu düşünceleri
de yine sosyalizmin etik ve içsel boyutuna önem atfediyor. W. Blake, toplumun şiddete dayalı
bir devrimle dönüştürülemeyeceğini ancak kişisel düzeyde ortaya çıkacak bir devrimle
dönüşeceğini savunmaktadır. Kanımca burada sosyalizmin etik boyutuna vurgu yapılarak
kalpteki değişimler sonrasında ancak toplumda inkılâbın gerçekleşebileceğidir. Yaşamda
kısmi bir gerçeklik payı taşıyan bu barış temelindeki içsel dönüşüm fikrini tamamen
mutlaklaştırmak da kimi yanlış sonuçlara yol açma olasılığı da büyüktür.
Kitabın onuncu bölümünde batini irfan geleneğinin tarihi, kocaman bir soru ile kendini açığa
çıkarıyor: Kabala ve Vahdet-i-Vücut’taki Diyalektik Öz antik Yunan’da mı Gizli?
Burada insanoğlunun yüzyıllardır uğraştığı, Varlığın ve Bilginin birliği konusuna
değinilmektedir. 19. yüzyılda temelleri atılan bilimsel sosyalizmin üç büyük kaynağını.
hatırlarsak bunlar a) İngiliz materyalizmi ve iktisadı b) Fransız ütopik sosyalizmi c) Alman
felsefesi ve idealizmidir. Biz bu gün bulunduğumuz coğrafyada bu kaynaklara bir
dördüncüsünü eklemek zorundayız ki o da tasavvufi irfan geleneğidir. Eski Yunandan
19.yüzyıla kadar madde ve evren konusunda paradigma değişimine yol açan bir önemli
gelişme de kuantum teorisi ve genişleyen evren modelidir. Bilindiği üzere Newton fiziğine
göre belli bir evren algısına sahip olan E. Kant’ın zaman algısı da lineerdir. Hem doğa hem de
tin bilimlerinde gelişmenin ucu açıktır. İnsana, topluma, tarihe ve yaratmanın yasalarına (tanrı
inancı ki bir sonsuz bağıntılar algısından başka bir şey değil) karşı olan bilgimiz sürekli
güncellenmedikçe işlevsel bir coşkuya, etkiye yol açması düşünülemez.
On birinci bölümde güzel insanı yaratacak tarihsel bilince vurgu yapılmış.
“Çözüm nedir çözüm güzel insanı yaratmak için kendi ütopyamızın sınırlarını net bir şekilde
çizmektir”. Çünkü” kendi ütopyalarına inanmayanlar başkalarının hayatlarını yaşayan ancak
ve ancak öykündüklerinin kötü kopyaları olurlar. “ (13)
Bu güne kadar insanoğlu; altını ve gümüşü işlemeyi nasıl becerdiyse bundan sonra, insanı
insan gibi işlemesinin normatif(olması gereken) bir mesele olduğunu da anlayabilmelidir.
Bunun da ekonomik, politik ve etik bir eğitim anlayışıyla birlikte ele alınması gerektiği
açıktır. Bu anlayışla, şimdiden, Anadolu’da Devrimci İsyanlar kitabının tüm okurlarını
kutlarım.
Kaynaklar:
1-Türk Ütopyaları, Sadık Usta, Kaynak Yayınları, 2014, İstanbul, s.23
2-age. s.33
3-age. s 36
4-age. s37
5-Anadolu’da Devrimci İsyanlar, Mehmet Özgür Ersan, Tilki Kitap Yayınları, İstanbul, 2014, s.38
6-Bilim Etiği, David B.Resnik, Çeviren: Vicdan Mutlu, Ayrıntı Yayınları, 2004 İstanbul s.83-99
7-Etik, Ahlak Felsefesi, Doğan Özlem, Notos Kitap Yayınları, 2013, s.34
8-Anadolu’da Devrimci İsyanlar, Mehmet Özgür Ersan, Tilki Kitap Yayınları, İstanbul, 2014, s.24
9-age. s.96
10-Ruh Sorusu, Ahmet Soysal, monokl, 2013, İstanbul, s.27
11-Age. s28
12- Anadolu’da Devrimci İsyanlar, Mehmet Özgür Ersan, Tilki Kitap Yayınları, İstanbul, 2014, s.97
13-age. (s.179).
Bir cevap yazın