Aristoteles, Ege Denizi’nin kuzeyinde bulunan Stageria’da doğmuştur (M.Ö. 384-322). O dönemde, Stageria’da İyon kültürü egemendir ve Makedonyalıların buraları istila etmeleri bile bu durumu değiştirmemiştir. Bu nedenle Aristoteles’e bir İyonya filozofu denilebilir.
Annesi hakkında adından başka hiçbir şey bilinmemektedir; babası Nicomaihos, hekimdir ve Makedonya Krallarından Amyntus’un (M.Ö.393-370) hekimliğine getirildiğinde, ailesi ile birlikte Stageria’dan Makedonya’nın başkentine taşınmıştır. Aristoteles burada öğrenim görmüş ve savaş yaşamına ilişkin ayrıntılı bilgiler ve deneyimler edinmiştir; bir taraftan İyon ve diğer taraftan Makedonya etkileriyle biçimlenmiş ve gençliğinde, ilgisini daha çok tıp üzerinde yoğunlaştırmıştır. 17 yaşına geldiğinde öğrenimini tamamlaması için Atina’ya gönderilen Aristoteles, hayatının 20 yılını (M.Ö. 367-347) burada geçirmiştir. Atina’ya gelir gelmez, Platon’un öğrencisi olarak Akademi’ye girmiş ve hocasının ölümüne kadar burada kalmıştır. Platon, sürekli olarak çekiştiği bu değerli öğrencisinin zekâsına ve enerjisine hayran kalmış ve ona Yunanca’da akıl anlamına gelen Nous adını vermiştir. Atina’da kaldığı süre içerisinde Aristoteles, başka hocaları da izlemiş ve mesela Agora’da politik dersler almıştır.
Bir sarraf olarak iş hayatına atılmış ve daha sonra çok varlıklı olmuş Hermenias, kısa bir süre içinde çok geniş toprakları mülk edinmiş ve Aterneus’un yöneticiliğine gelmişti. Akademi’nin öğrencisi ve hocası Platon’un hayranıydı. Onun devlet yönetimine ilişkin önerilerini çok olumlu karşılıyor ve Platon’un önderliğinde daha iyi bir yönetim oluşturmak istiyordu. Bu amaçla Assos’ta Akademi’nin kolu olan bir okul kurmuştu. Platon’un ölümünden sonra, Aristoteles bu okulda görev aldı ve üç yıl boyunca burada çalıştı. Bir ara Hermenias’ın yeğeni Pythias ile evlendi.
Aristoteles, Assos’ta kaldığı süre içerisinde, zaman zaman dostu Teofrastos’un memleketi olan Mytilen’e gitmiştir. Bu seyahatler, Aristoteles’in gözlemler yapması ve kendisini yetiştirmesi açısından çok yararlı olmuştur. Bu sıralarda II. Philip, oğlu İskender için iyi bir öğretmen aramaktaydı ve Assos’taki okulun yöneticisi olan Aristoteles, yavaş yavaş dikkatini çekmeye başlamıştı. Görev, Aristoteles’e önerildi ve o da bu öneriyi seve seve kabul ederek, II. Filip’in oturmakta olduğu Pella’ya gitti. Aristoteles’in öğretmenliği, 343 yılından 340 yılına kadar sürdü. İskender, 336’da babası ölünce, onun yerine geçti ve eski öğretmeni Aristoteles’i danışman olarak atadı. Daha sonra İskender Yunanistan’daki ve Balkanlar’daki ayaklanmaları bastırmak üzere harekete geçince, Aristoteles, onu bırakarak, büyük idealini gerçekleştirmek amacıyla, yani yeni bir okul kurmak amacıyla Atina’ya döndü.
İskender’in M.Ö. 323 yılında ölmesi, Aristoteles’i çok güç bir durumda bırakmıştı; çünkü Lise’nin kurulması sırasında İskender’in yapmış olduğu yardımlar ve Hermenias için yazmış olduğu zafer türküsü, Atina’daki düşmanları tarafından hatırlanmıştı. Aristoteles, dinsizlikle suçlandı ve Atinalıların, Sokrates’i ölüme mâhkum etmekle işlemiş oldukları suçu yinelememeleri için Chalcis’e kaçtı ve orada yakalanmış olduğu bir hastalık sonucunda M.Ö. 322 yılında öldü.
Aristoteles’in hiçbir resmi kalmamıştır. Diogenes’e göre, ince bacaklı ve küçük gözlüymüş. Viyana’daki Sanat Tarihi Müzesi’nde sergilenmekte olan mermer başın Aristoteles’e ait olduğu iddia edilmekteyse de, bunu kanıtlayacak herhangi bir ipucu yoktur.
Aristoteles, İskender’i bırakarak Atina’ya döndüğünde, oradaki dostlarıyla buluşmuştu; ama aradan 20 yıl geçmiş olduğu için, artık eski okuluna dönemezdi. Başka bir okul kurmaya karar verdi ve bu maksatla kentin batısında bulunan ve Apollon Lyceios’un (Kurt Tanrı) anısına ayrılmış olan ormanlık alanı seçti. İşte bugün de kullanmakta olduğumuz Lise adı, bu Lyceios’tan gelmektedir.
Lise’de eğitim ve öğretimin nasıl yapıldığına ilişkin kesin bir bilgiye sahip değiliz; ancak bazı kaynakların bildirdiğine göre, sabahları yeni başlayanlara, akşamları ise geniş halk kitlelerine dersler verilmekteymiş.
Akademi ve Lise, aslında felsefe öğretimi veren okullardı. Ancak Akademi, daha çok metafiziğe ve bu arada ahlak ve siyaset gibi konulara yönelmişti. Lise’de ise araştırmalar, Aristoteles’in daha çok mantık ve bilimlerle ilgilenmesi nedeniyle, bu alanlarda yoğunlaşmıştı.
Aristoteles 13 yıl boyunca Lise’nin yöneticiliğini yaptı ve ölümünden sonra yerine arkadaşı Teofrastos geçti. Teofrastos, 37 yıl bu okulun yöneticiliğini üstlendi ve yapmış olduğu yeni düzenlemelerle Lise’yi kurumsallaştırmayı başardı; ancak Lise, Akademi kadar uzun ömürlü olamadı.
Aristoteles’in matematik bilgisi araştırmalarına yeterli olacak düzeydeydi; bilimleri matematik, fizik ve metafizik olarak üç bölüme ayırırken, Platon gibi, matematiğe – yani aritmetik, geometri, astronomi ve müzik bilimlerine – bir öncelik tanımıştı; ancak uygulamalı matematikle ilgilenmiyordu. “Eşit şeylerden eşit şeyler çıkarılırsa, kalanlar eşittir.” veya “Bir şey aynı anda hem var hem de yok olamaz (üçüncü durumun olanaksızlığı ilkesi)” gibi aksiyomların bütün bilimler için ortak olduğunu, postülaların ise sadece belirli bir bilimin kuruluşunda görev yaptığını söyleyerek, aksiyom ile postüla arasındaki farklılığa işaret etmişti. Aristoteles’in, süreklilik ve sonsuzluk hakkında yapmış olduğu temkinli tartışmalar, matematik tarihi açısından oldukça önemlidir. Sonsuzluğun gerçek olarak değil, gizil olarak var olduğunu kabul etmiştir. Bu temel sorunlar üzerindeki görüşleri, daha sonra Archimedes ve Apollonios tarafından yeniden işlenip değerlendirilecektir.
Aristoteles, astronomiye ilişkin görüşlerini Fizik ve Metafizik adlı eserlerinde açıklamıştır; bunun nedeni, astronomi ile fiziği birbirinden ayırmanın olanaksız olduğunu düşünmesidir. Aristoteles’e göre, küre en mükemmel biçim olduğu için, evren küreseldir ve bir kürenin merkezi olduğu için evren sonludur. Yer evrenin merkezinde bulunur ve bu yüzden, evrenin merkezi aynı zamanda Yer’in de merkezidir. Bir tek evren vardır ve bu evren her yeri doldurur; bu nedenle evren-ötesi veya evren-dışı yoktur. Ay, Güneş ve gezegenlerin devinimlerini anlamlandırmak için Eudoxos’un ortak merkezli küreler sistemini kabul etmiştir.
Acaba Aristoteles bu kürelerin gerçekten var olduğuna inanıyor muydu? Elimizde buna ilişkin kesin bir kanıt bulunmamakla birlikte, geometrik yaklaşımı mekanik yaklaşıma dönüştürmüş olması, inandığı yönündeki görüşü güçlendirmektedir. De Caelo’da (Gökler Üzerine) yapmış olduğu en son belirlemelere göre, en dışta bulunan Yıldızlar Küresi, yani evreni harekete getiren ilk hareket ettirici, aynı zamanda en yüksek tanrıdır. Metafizik’te ise, Yıldızlar Küresi’nin ötesinde, sevenin sevileni etkilediği gibi gökyüzü hareketlerini etkileyen, hareketsiz bir hareket ettiricinin bulunduğunu söylemiştir. Öyleyse Aristoteles, yalnızca gökcisimlerinin tanrısal bir doğaya sahip olduğuna inanmakla kalmamakta, onların canlı varlıklar olduğunu da kabul etmektedir. Bu evrenbilimsel kuram, Fârâbî ve İbn Sinâ gibi Ortaçağ İslâm Dünyası’nın önde gelen filozofları tarafından da benimsenecek ve Kuran-ı Kerim’de tasvir edilen Tanrı ve Evren anlayışıyla uzlaştırılmaya çalışılacaktır.
Aristoteles’e göre, Evren, Ayüstü ve Ayaltı Evren olmak üzere ikiye ayrılır; Yer’den Ay’a kadar olan kısım, Ayaltı Evren’i, Ay’dan Yıldızlar Küresi’ne kadar olan kısım ise Ayüstü Evren’i oluşturur. Bu iki evren yapı bakımından çok farklıdır. Ayüstü Evren ve burada yer alan gökcisimleri, eterden oluşmuştur; eterin, mükemmel doğası, Ayüstü Evren’e ezelî ve ebedî bir mükemmellik sağlar. Buna karşılık, Ayaltı Evren, her türlü değişimin, oluş ve bozuluşun yer aldığı bir evrendir. Burası, ağılıklarına göre, Yer’in merkezinden yukarıya doğru sıralanan dört temel öğeden, yani toprak, su, hava ve ateşten oluşmuştur; toprak, diğer üç öğeye nispetle daha ağır olduğu için, en altta, ateş ise daha hafif olduğu için, en üstte bulunur. Aristoteles’e göre, bu öğeler, kuru ve yaş ile sıcak ve soğuk gibi birbirlerine karşıt dört niteliğin bireşiminden oluşmuştur.
Varlık biçimlerinin mükemmel olmaları veya olmamaları da Yer’in merkezine olan uzaklıklarına göre değişir. Bir varlık Yer’e ne kadar uzaksa, o kadar mükemmeldir. Bundan ötürü, merkezde bulunan Yer mükemmel olmadığı halde, merkeze en uzakta bulunan Yıldızlar Küresi mükemmeldir. Bu mükemmel küre, aynı zamanda Tanrı, yani ilk hareket ettiricidir.
Aristo’nun bu ve diğer görüşleri orta çağ boyunca bir çok filozofu etkilemiş, ve daha sonraki dönemleri de şekillendirmiştir. Belki de felsefenin temel ilkeleri Aristo mantığı üzerine kurgulanmıştır.
Aristoteles ve Evrim
Platon’un biyolojiye doğrudan katkısı yoktur fakat ortaya koyduğu fikirler, doğa bilimleri ve biyoloji için hem engel olma hem de yol açma açısından önemli bulunmuştur. Aristoteles’in ise hem genel felsefesinin doğa bilimleri ve biyoloji için çizdiği yol çok önemlidir hem de bir biyolog ve biyoloji felsefecisi olarak ortaya koyduğu ve yaptığı çalışmalar kendisinden sonraki çok uzun bir dönem boyunca etkili olmuştur. W. Thompson, E. S. Russell ve J. Needham gibi ünlü biyologlar onun birçok prensibinin günümüze kadar tazeliğini koruduğunu söylerler. Biyoloji tarihi veya biyoloji felsefesi üzerine yazılan kitapların ilk bölümlerinin geniş bir kısmı -genelde- Aristoteles’e ayrılmıştır. O, karşılaştırmanın bilim için önemini kavrayan ilk kişi olarak anılır.
Aristoteles, hocası Platon’un idealar öğretisini eleştirir. Onun yazılarında eşyadan ayrı idealar bulunduğunun kanıtını aramak boşunadır. Platon’un idealar ile ilgili öğretisi, metafizik problemleri çözmek yerine, gerçek âlemi, aynı adı taşıyan faydasız idealar ile daha karmaşık hale getirmektedir. İdealar, eşyanın ne meydana gelmesine ne muhafazasına ne anlaşılmasına yardım etmektedir. Aristoteles maddi evrenden bağımsız ideaların varlığını reddederken, evrendeki bireylerin özü anlamında ideaları kabul eder. Yani Aristoteles de Platon gibi özcüdür ama onun özcülüğü, bu evrenin dışında ayrı bir idealar âlemine gözleri çeviren ve bu evreni önemsiz kabul eden bir özcülük değildir. İleride Aristoteles’in özcülüğü, Linnaeus’un biyolojik teorisini de etkileyecektir ve o; biyoloğun görevini, türlerdeki, Tanrı’nın yarattığı özleri ve bu özlere bağlı türleri tespit etmek olarak ifade edecektir. Özcülüğün biyoloji üzerinde çok olumsuz etkisi olduğunu söyleyenler de 19. yüzyıldan (Darwin’den) önceki dönemde biyolojiye en önemli katkı yapan kişi olarak yine Aristoteles’i gösterirler. Onun biyolojiye bu katkılarının arkasındaki temel neden felsefesinin deneyciliğe verdiği önemdir. Aristoteles, açıkça biyolojiyle ilgili çalışmalarını değerlendirirken, gözlemin teoriye göre önceliğini ve teorinin ancak gözlemlerle uyumlu olma durumunda geçerli olduğunu ifade etmiştir.
Aristoteles, sistematik düşünmede hocası Platon’dan, deneyci yaklaşım ve biyoloji alanında ise Hippokrates’ten istifade etmiştir. Fakat sistematik düşüncesi ve yaptıklarıyla Hippokrates’ten çok daha etkili olmuştur. Hayvanlar›n Tarihi, Hayvan Bedeninin Bölümleri Üstüne, Hayvanlar›n Üremesine Dair, Ruh Üstüne yapıtları biyoloji açısından önemlidir. Metafizik ve Fizik isimli yapıtlarında ortaya koyduğu fikirlerini anlamak da doğa bilimlerine ve biyolojiye yaklaşımını kavramak için gereklidir.
Aristoteles’in biyoloji ile ilgili görüşlerinde zengin bir biyolojik mirasa sahip olmaması, yeterli deney ve gözlemi gerçekleştirememesi, mikroskop gibi araçlara sahip olmaması, ulaştığı sonuçlardaki yanlışlıklarda etkili olmuştur. İçinde bulunduğu olumsuz şartlara rağmen iki bin yıldan fazla bir süreci etkileyecek çalışmalarıyla tarihin en etkili biyoloğu olduğu söylenebilir. Ondan önce bilinen hiç kimse hayvanları böylesine ciddi bir sınıflandırmaya tabi tutmamıştır. Hayvanları; yaşam tarzları, organları, davranışları gibi kriterler çerçevesinde sınıflandırmıştır. Onun hayvanlarla ilgili sınıflandırması kendisinden iki bin yıl sonra yaşayan Linnaeus ile kıyaslanır. Durağan sabit bir evren anlayışını öngören fiziği daha önce (16. yüzyıl) gözden düşmüş olmasına karşın biyolojide üstatlık mertebesini 19. yüzyıla dek korumuştur. Günümüzdeyse, kavramları ile görüşlerinin çoğu, biyoloji felsefesinin hâlâ gündemindedir. 550 civarında hayvanı gruplandırarak, canlıları “yumuşak, sıcakkanlı memeliler” ve “sert, soğuk bitkiler” gibi farklı hiyerarşik sıralar altında incelemiştir. Onun çalışmaları morfoloji, fizyoloji, embriyoloji, sistematik, hayvan davranışları gibi biyolojinin birçok çalışma alanları için temel oluşturmuştur.
Aristoteles’in biyoloji felsefesi, bazı evrimci filozoflar tarafından Evrim Teorisi’nin daha önce ortaya konmamasının önemli sebeplerinden biri olarak gösterilir. Onun biyolojik yaklaşımında sıçramalara, umulmadık yıkımlara ve yeniden kurulmalara yer yoktur. Her oluş, öncelikle de canlılar evrenindeki oluşumlar, gayelerini -bir bakıma son biçimlerini- kendi bünyelerinde taşırlar. Evrenin bir kaostan oluştuğu (Platon’un düşüncesi) düşüncesinden, kompleks canlıların daha basit canlılardan oluştuğu düşüncesine kadar her türlü evrim fikri Aristoteles’in düşüncesine tersti.
Aristoteles’in varlığı meydana getiren nedenleri tarifi konumuz açısından önemlidir. O, varlığı meydana getiren nedenleri dört başlıkta inceler: Maddi neden. Fail neden. Formel neden. Gayeci (teleolojik) neden.
Aristoteles’e göre bilim insanının görevi bu dört nedenin hepsi üzerine bilgi edinmektir. Aristoteles’in meşhur mermer heykel örneğini ele alalım. Her şeyden önce mermerin varlığına gerek vardır. Bu maddi nedendir. Heykeli yapmak için çekiç ve keskiyle yontma işlemine ihtiyaç duyulur. Bu fail nedendir. Fakat yine, heykelin bir şekil alması, bir at, insan veya benzeri bir şekil kazanması gerekir, gelişigüzel yontulmuş mermer heykel değildir. Bu formel nedendir. Heykelin varoluşunun genel nedeni, heykeltıraşın amacının gerçekleşmesidir. Örneğin atçılık kulübünün simgesi olması “gayesi” ile bir at heykeli yapılabilir. Aristoteles buna gayesel neden yani bütün şeyin nihai nedeni der. (Bazen formel neden ve gayesel neden aynı olur; bir şeyin son biçimi aynı zamanda sürecin nihai amacıdır.)
Aristoteles’in gayeci yaklaşımı, ateizme kıyasla teizm ile daha uyumludur ama bu, ateistlerin gayeci yaklaşımın kelimelerini ve kavramlarını hiç kullanmadıkları anlamına gelmez. Örneğin gözün açıklaması için “Göz görmeye yarar”, kanatlar için “Kanatlar uçmayı sağlar” şeklinde yapılan açıklamalar, gözleri ve kanatları gayesel nedenleri ile açıklayan gayeci ifadelerdir ve biyoloji kitapları (ateistlerin yazdıkları dahil) bu tip ifadelerle doludur. Bazı evrimci biyologlar (örneğin botanikçi Paul J. Kramer), dilin bu şekilde kullanımını yanlış bulmakta ve bu şekildeki ifadelerin biyoloji biliminden atılmasını istemektedirler. Ünlü evrimci biyolog Francisco J. Ayala, biyoloji biliminde dilin gayeci kullanımından kaçışın olmadığının farkındadır ve bunda bir sakınca da görmemektedir. Fakat gayesel yaklaşımı “yapay gayecilik” (artificial teleology) ve “doğal gayecilik” (natural teleology) diye ikiye ayırmaktadır. Buna göre bir bıçağın keskin yapılmasını, bir arabanın sürülmek için imal edilmesini veya Tanrı’nın evreni yaratmasını anlatan kişi, yapay gayeci bir yaklaşımda bulunuyordur. Bu yaklaşımda bilinçli oluşturma ve bunun sonucunda tasarım vardır; bıçağı, arabayı ve evreni bunlara içkin olmayan dış bilinçli bir güç oluşturmuştur. Oysa Ayala, doğal gayecilikte her şeyin içkin olduğunu; kuşların kanatlarının oluşumundan bahsederken mutasyon, adaptasyon, doğal seleksiyon gibi süreçlerin dışında hiçbir güce atıf yapmayan kişinin “doğal gayeci” açıklama yaptığını söyler. Görüldüğü gibi teist felsefeci ve bilim insanlarının evren ve canlıları, Tanrı’nın yaratması temelli gayeci yaklaşımı, Ayala’nın sınıflamasına göre yapay gayeciliktir. Buna karşın teist atıfları olmayan doğal gayeci yaklaşımlar da mümkündür. Teist bir bilim insanı veya felsefeci, evrenden veya canlılardan bahsederken gayesel nedenlere hiç atıf yapmadan da bilimsel yaklaşımda bulunabilir. Fakat teist bir varlık anlayışında, evrenin ve canlıların oluşumu Tanrı’nın gayeleriyle ilişkili olduğu için, mutlak bir şekilde gayeci yaklaşım kabul edilmiştir (bilimsel yaklaşımda gayeselliğe atıf yapılsa da yapılmasa da).
Jacques Monod ve Ernst Mayr, Aristoteles’in ve teistlerin gayeci yaklaşımı ile teist göndermeler olmadan gayesel kavramların kullanılışını ayırt etmek için “teleonomi” kavramının “teleoloji” (gayesel) kavramının yerine kullanılmasını önermektedirler. Aristotelesçi anlamda “teleoloji” kavramından “kurtulmak” için “teleonomi” kavramının kullanılmasını ilk öneren Pittendrigh olmuştur. Ernst Mayr “teleonomi” kavramını gayesel bir süreç için kullanmaktadır, bu gayeye giden yolu yönlendiren ise programdır. Mayr’ın programla kastettiği temelde canlıların DNA’sındaki genetik koddur.[21] Böylece teistlerin, Yaratıcı’nın zihnindeki planı kasteden “teleoloji”si, ateist yaklaşım tarafından; Tanrı ve DNA ile teleoloji ve teleonomi kavramları yer değiştirtilerek dönüştürülmeye çalışılmıştır. Elbette “teleonomi” kavramı, ateistler tarafından kullanılabildiği gibi, Tanrı’ya gönderme yapmadan biyolojik olguları açıklamaya çalışan bir teist tarafından da kullanılabilir. Bu kavramla, biyologların, canlıların organları ve davranışları için kullanmaktan kaçamadıkları gayesel terminoloji, teist göndermeler yapılmadan da meşrulaştırılmaya çalışılmıştır.
Aristoteles ve İslam Felsefesi
Trakya’daki Stageira’da doğdu. Bir hekim ailesinden gelen babası Nikomakhos, Makedonya Kralı II. Filip’in babası II. Amyntas’ın özel hekimi ve yakın dostu idi. Aristo’nun gerek ailesi gerekse bulunduğu kültür çevresi kendisini tecrübî araştırmaya ve müsbet ilimlere önceden hazırlamıştı. 367 yılında Atina’ya tahsile giderek Eflâtun’un Akademi’sine (Akademos) girdi. Burada yirmi yıl kadar süren tahsili sırasında önceleri Eflâtun’un en seçkin talebesi, sonra da onun felsefî sistemini eleştiren başarılı bir rakibi oldu. 347’de hocasının ölümü üzerine Aterneus tiranı prens Hermias’ın yanına Assos’a (Edremit körfezinde bugünkü Behramköy’ün bulunduğu yer) gitti. Buradaki Akademi’de özellikle hocasının idealar teorisini eleştirdiği derslerini sürdürürken ahlâk ve siyaset alanındaki düşüncelerini de kaleme aldı. Bir yıl kadar Lesbos (Midilli) adasındaki Mytilene’de kalan Aristo’yu Makedonya Kralı Filip, oğlu İskender’i yetiştirmek üzere 343-342 yılında Pella Sarayı’na davet etti. Sekiz yıl süren bu eğitim, daha sonra Aristo’yu “cihan imparatorunu yetiştiren üstat” unvanıyla büyük bir şöhrete kavuşturmuştur. Babasının ölümünden sonra tahta çıkan Kral İskender, 335-334’te Asya seferine çıkınca Aristo Atina’ya gidip kendi okulunu kurdu. Bu okul Apollon Lykeion Tapınağı’nın yanında kurulduğu için Lykeion (lise) adını almıştı. Derslerini öğrencileri arasında gezinerek verdiğinden onun kurmuş olduğu felsefe ekolüne de Peripatos (el-meşşâî: yürüyen) adı verildi. On iki yıl süren bu dönem Aristo için her bakımdan en verimli dönemdir. O, bir yandan Lykeion’da dersler veriyor, bir yandan da felsefî düşüncesini temellendiriyor, ayrıca çağının bilinen bütün ilimlerini sistematize ediyordu. 323’te İskender ölünce Atina’da Makedonya aleyhtarlığı başlamıştı. Aristo hem Makedonya taraftarı olmakla hem de dinsizlikle suçlanıyordu. Nihayet Sokrat örneğinde olduğu gibi, Atinalılar’a felsefeye karşı ikinci bir cinayet işleme fırsatı vermemek için Kuzey Yunanistan’da annesinin şehri olan Khalsis’e gitmek zorunda kaldı. Yakalandığı mide hastalığından kurtulamayarak 322’de altmış iki yaşında iken orada öldü.
Eskiçağ Yunan ilmi ve felsefesi ulaşabileceği en yüksek noktaya Aristo ile ulaşmıştır. Aristo keskin zekâsı, tecrübeci ve eleştirici karakteriyle çağının bilinen bütün ilimlerini sistematize etti. Başta mantık olmak üzere birçok ilmin kurucusu sayılan Aristo felsefenin bütün disiplinleriyle ilgilendi ve geriye yüze yakın eser bıraktı. Eserleri Eflâtun’unkiler gibi diyalog şeklinde olmayıp sistematik ve didaktiktir.
İslâm Dünyasında Aristoculuk (Meşşâiyye). İslâm dünyasında halifelerin desteğiyle VIII. yüzyılda başlayıp X. yüzyılın sonlarına kadar üç asır devam eden tercüme hareketleri sayesinde, Antik ve Helenistik çağlarda yaşamış olan seksene yakın bilgin ve filozofun çeşitli eserleri Arapça’ya çevrilmiş oldu. Bunlar arasında Aristo, İslâm dünyasındaki etkileri bakımından üzerinde en çok durulan filozoftur. İslâm filozofları içinde terminolojik, metodik ve problematik açıdan Aristo’yu takip edenlere Meşşâiyyûn ve temsil ettikleri okula da Meşşâî okulu adı verilmiştir. Fonetik zaruretler sonucu müslümanlar, filozofun orijinal şekliyle Aristoteles olan ismini Aristûtâlîs, Aristâtâlîs, Aristâlîs ve kısaltılmış olarak Aristû gibi farklı imlâlarla yazıp okumuşlardır. Ayrıca yaygın olan şöhretinden dolayı “el-hakîm” ve “el-feylesûf” unvanları mutlak olarak zikredilince kastedilen yine Aristo’dur. Bunlardan başka Aristo mantık disiplininin kurucusu sayıldığı için “sâhibü’l-mantık”, ilimleri sistematize eden bir üstat olduğu için “el-muallimü’l-evvel” unvanlarıyla da anılmıştır.
Hemen hemen her ünlü kişi hakkında olduğu gibi Aristo hakkında da Helenistik çağda birtakım menkıbeler uydurulmuş ve İslâm dünyasındaki tercümeler döneminde bu efsanevî unsurlara da yer verilmiştir. Ayrıca felsefeyi İslâm toplumuna benimsetmek amacıyla Aristo’nun ismi etrafında özel olarak bazı menkıbelerin meydana getirildiği de bilinmektedir. Meselâ İbnü’n-Nedîm’in verdiği bilgiye göre, Halife Me’mûn rüyasında Aristo’yu görür ve ona estetikle ilgili sorular sorar. Müellif bu rüya olayını İslâm dünyasında tercüme ve felsefe hareketlerinin başlamasında en önemli sebep olarak gösterir (bk. el-Fihrist, s. 239). Bazı kaynaklarda Aristo’nun fizyonomisiyle ilgili olarak yer alan tasvir ve minyatürler de Me’mûn tarafından görüldüğü rivayet edilen bu rüya olayına dayanılarak yapılmış yakıştırmalardan ibarettir. Bu menkıbe ve rivayetler bir yana bırakılacak olursa, iddia edilenin aksine müslümanlar VIII. yüzyıldan itibaren Aristo’nun hayatı, eserleri ve felsefe sistemi hakkında doğru ve ayrıntılı bilgiye sahip olmuşlardır. İslâm kaynaklarında Batlamyus el-Garîb olarak anılan Ptolomaios Khennos’un Aristo’nun hayatını, vasiyetini ve eserlerinin listesini ihtiva eden kitabı Fihristü kütübi Arisṭo ve sîretüh adıyla Arapça’ya tercüme edilmiş (Süleymaniye Ktp., Ayasofya, nr. 4833) ve İbnü’n-Nedîm’in el-Fihrist’inden itibaren konuyla ilgili kaynaklar genellikle bu eserdeki sağlam bilgilere dayandırılmıştır. Hatta kelâmdan felsefeye geçişi sağlayan ve ilk İslâm filozofu olarak bilinen Kindî, Aristo’ya ait eserlerin sayısını, konu ve muhtevasını tanıtmak amacıyla Kemmiyyetü kütübi Arisṭoṭâlîs ve mâ yuḥtâcü ileyhi fî taḥṣîli’l-felsefe adlı bir eser kaleme almıştı. Bu eserleri konuları itibariyle mantık, fizik, metafizik ve ahlâk olmak üzere dört bölümde inceleyen Kindî, Aristo’nun bugün bilinen bütün eserlerini tanıtmış ve hiçbir sahte esere yer vermemiştir. Meşşâî okulunun ikinci müslüman filozofu olan Fârâbî ise birçok eserinde çeşitli vesilelerle Aristo’nun kitapları üzerinde durmuş ve özellikle Felsefetü Arisṭoṭâlîs adlı eserinde her birinin geniş şekilde kritiğini yapmıştır. Bu da gösteriyor ki müslümanların, Aristo’yu ona mal edilen sahte eserler yoluyla tanımış olmalarından dolayı felsefesini doğru anlayamadıkları yolunda bazı Batılı araştırmacılar tarafından ileri sürülen iddialar (bk. De Boer, İslâm’da Felsefe Tarihi, s. 22) yanlış ve mesnetsizdir. Bununla beraber Yeni Eflâtunculuğun ortaya çıkışından sonra Aristo’ya ait olmayan bazı eserlerin ona nisbet edildiği ve bunların İslâmiyet’ten önce İskenderiye okulu kanalıyla Ortadoğu’ya yayıldığı bilinmektedir. Daha sonra Arapça’ya da çevrilen bu eserlerin tesirinde kalan bazı Meşşâî filozofların zaman zaman peripatetik çizgiden uzaklaştıkları görülmektedir. İslâm kültür ve düşüncesi üzerinde iz bırakan ve sayısı yediyi bulan bu eserlerin en önemlisi Esulucia (Theologia) veya Arapça adıyla Kitâbü’r-Rubûbiyye’dir. Geçen yüzyılın sonlarına kadar Aristo’ya ait olduğu sanılan bu eserin, yapılan ilmî araştırmalar sonunda Yeni Eflâtunculuğun kurucusu Plotin’e ait Enneades adlı kitabın IV-VI. bölümlerinin özetlerinden ve buna yer yer eklenen bazı açıklamalardan ibaret olduğu anlaşılmıştır; eserin yazarı yine Yeni Eflâtuncu bir filozof olan Proklus Diadikus’tur (ö. 485). Böylece Yeni Eflâtuncu fikirler, özellikle bu felsefedeki sudûr teorisi İslâm düşünürleri arasında yayılma imkânı bulmuştur. Gerçi bazı Meşşâî filozoflar bu eserin Aristo’ya ait olduğu konusunda kuvvetli şüpheler taşımışlarsa da (bk. Fârâbî, el-Cemʿ, s. 28) bu filozoflar, Aristo’nun dinî dogmalarla bağdaşmayan ve âlemin kıdemini gerektiren madde ve sûret teorisine karşı, din ile felsefeyi uzlaştırmak ve kozmik varlığı bir hiyerarşi içinde izah etmek için sudûr teorisine daha çok temayül göstermişlerdir. Bazı Meşşâî filozofların Aristocu gelenekten uzaklaşmasının bir başka sebebi de bunların, İskender Afrodisî, Porphyrios, Themistius, Simplicus ve Yahyâ en-Nahvî (J. Philoponus) gibi Aristo’nun Yeni Eflâtuncu şârihlerini ve bunların yorumlarını tanımış olmalarıdır. Bu sebeple bazı problemlerde yanlış anlama ve yorumlamalar varsa bunun sorumluluğunu müslüman düşünürlerden ziyade sözü edilen eski yorumcularla Süryânî mütercimlerde aramak lâzımdır. Şunu da belirtmek gerekir ki Meşşâîler için Aristo felsefesini olduğu gibi takip veya taklit etmek söz konusu değildir. Aynı ekole bağlı oldukları halde, meselâ Kindî, Fârâbî, İbn Sînâ ve İbn Rüşd’ün felsefeleri az veya çok birbirinden farklı özellikler taşır.
Eserleri. Mantık. Aristo’nun Organon adıyla bilinen ve altı kitaptan oluşan mantık külliyatı ilk tercüme edilen eserlerdendir. İranlı bir mühtedi olan Abdullah b. Mukaffa‘ (ö. 142/759), Kategoriler’i (Categorias: Kitâbü’l-Maḳūlât), Peri Hermeneias’ı (Kitâbü’l-ʿİbâre), I. Analitikler’in (Analytica Priora: Kitâbü’l-Ḳıyâs) yüklemli kıyaslara kadar olan bölümüyle Porphyrios’un Eisagoge’sini (Îsâġūcî) Pehlevî dilinden Arapça’ya çevirmişti. Daha sonra Organon’un diğer bölümlerini teşkil eden II. Analitikler (Analytica Posteriora: Kitâbü’l-Burhân), Topikler (Topica: Kitâbü Mevâẓıʿi’l-cedel) ve De Sophisticis Elenchis (Kitâbü Tebkîti’s-sûfisṭâʾiyyîn) gibi eserlerin yanında, Yeni Eflâtunculuk’tan intikal eden bir geleneğe göre, Aristo’nun Rhetorica (Kitâbü’l-Ḫaṭâbe) ve De Poetica (Kitâbü’ş-Şiʿr) adlı kitapları da Organon’a ilâve edilmek suretiyle Arapça’ya çevrilmiş ve böylece mantık kitaplarının sayısı sekize yükselmiştir. Porphyrios’un Kategoriler’e giriş olarak ve onları izah maksadıyla kaleme aldığı Eisagoge (Îsâġūcî) adlı eserinin de ilâvesiyle mantık külliyatı dokuza tamamlanmış oluyordu. Böylece İslâm dünyasında İbnü’l-Mukaffa‘ ile başlayan ilk mantık çalışmaları giderek gelişmiş ve Organon’un her kitabı muhtelif mantıkçılar tarafından şerhedilmiş, yahut da özet ve şema haline getirilmiştir. Organon’un Arapça’ya tercümesiyle birlikte mantığa karşı reddiyeler de yazılmaya başlanmış ve Gazzâlî’ye gelinceye kadar mantık İslâm toplumunda felsefe okulları dışında genel kabul görmemiştir.
Tabiat İlimleri. Aristo’nun tabiat ilimleri alanında irili ufaklı yirmiye yakın eser kaleme aldığı bilinmektedir. Bunların hemen hepsi Arapça’ya çevrilmiş ve daha sonra üzerlerinde şerh ve ihtisar etme yahut hâşiye veya reddiye yazma şeklinde gelişen çalışmalar yapılmıştır. Bu konuda dikkati çeken bir husus, İslâm mütefekkir ve müelliflerinin mantık külliyatında olduğu gibi Aristo’nun tabiat ilimleri alanına giren eserlerinde de sayıyı sekizle sınırlamaları ve bu sınırı aşmamak için bazan birkaç eseri tek başlık altında göstermiş bulunmalarıdır. Meselâ zooloji alanındaki Historia Animalium (on bölüm), De generatione animalium (beş bölüm), De partibus animalium (dört bölüm) adlı eserler bir tek kitap olarak ve Kitâbü’l-Ḥayevân (on dokuz bölüm) adıyla anılagelmiştir. Ayrıca tabiata dair yazdığı dokuz risâle, Helenistik dönemde Parva Naturalia adı altında toplandığı gibi sonraları bu eser De Sensu et Sensato adıyla ün yapmış, İslâm literatürüne ise tam Arapça karşılığı olan el-Ḥis ve’l-maḥsûs adıyla girmiştir. İslâm dünyasında Kindî ve Fârâbî ile başlayan ilimlerin tasnifinde tabiat ilimleri bölümü konu, muhteva ve isim olarak Aristo’nun bu alandaki eserleriyle benzerlik arzeder. Fakat Aristo’dan itibaren bütün müellifler psikolojiyi (De Anima adlı eseri) tabiat ilimlerinden saydıkları halde sadece Kindî psikolojiye fizikle metafizik arasında ayrı bir yer vermiştir.
Metafizik. Aristo birçok ilmin olduğu gibi metafiziğin de kurucusudur. Varlığı varlık olarak ele alıp ilk ve son sebepler bakımından inceleyen, onu duyulur maddî cevherler ve duyular üstü mânevî cevherler olarak en ince ve en derin yönleriyle araştıran Aristo’dur. O kendi eserine Prote Philosophia (İlk Felsefe) adını verdiği halde, sonraları onun eserlerini tertip eden Rodoslu Andronikos İlk Felsefe ile alâkalı bulduğu yazıları Fizika’dan sonraya koyduğu için bu eserin Metafizika (Metaphysica: Fizikten Sonra) adını almasına sebep olmuştur. Tercüme döneminde Mâ Baʿde’ṭ-ṭabîʿa adıyla Arapça’ya çevrilen ve on dört bölümden meydana gelen bu kitabın bölümleri Grek alfabesindeki harflerle ayrıldığı için bazı İslâm kaynakları eseri Kitâbü’l-Ḥurûf adıyla da anarlar. Ne var ki Metafizika’nın tamamı Arapça’ya çevrilmiş değildir. Fârâbî bu eserin mahiyet ve muhtevasını anlatmak için kaleme aldığı Risâle fî aġrâżi’l-ḥakîm fî külli maḳāle mine’l-kitâbi’l-mevsûm bi’l-ḥurûf adlı risâlesinde bölüm sayısını on iki olarak tesbit etmiştir (s. 34). İbn Rüşd ise X ve XII. bölümleri bir arada mütalaa ettiği için bölüm sayısını on bire indirmiştir. Metafizika’nın (K) ve (N) bölümleri Arapça’ya tercüme edilmemiştir. Müslümanlar bu kitabın daha ziyade XII. bölümü (L) ile ilgilenmişler, onun birçok defa Arapça’ya tercüme edilmesini sağlamışlardır. İskender Afrodisî ile Themistius’un bu bölüme yazdıkları şerhler üzerinde de çok durulmuştur. Çünkü bu bölüm, metafiziğin en girift problemlerinden biri olan “Tanrı” ve “Tanrı’nın sıfatları” gibi konuları ihtiva etmektedir. Bu sebepledir ki sonradan metafizik disiplininin adı literatürde “el-ilmü’l-ilâhî” olarak da anılmıştır.
Mâ Baʿde’ṭ-ṭabîʿa’nın Meşşâî filozoflar üzerinde büyük bir tesir meydana getirdiği şüphesizdir. Fakat metafiziğin temel problemleriyle ilgili ayrıntılara inildiğinde görüleceği üzere, Aristo ile İslâm Meşşâîleri’nin meselelere bakış açıları ve ulaştıkları sonuçlar birbirinden farklıdır. İslâm filozoflarının Aristo’dan ayrıldıkları ve kendi orijinal görüşlerini sergiledikleri problemlerin başlıcaları şunlardır: Tanrı-kâinat münasebeti, varlığın ilkeleri yani madde ve sûret teorisi, âlemin ezelî oluşu veya yaratılmışlığı ve bununla bağlantılı olarak zaman ve hareket problemleri, eskatoloji ve ölümden sonra ruhun bekāsı meselesi.
Ahlâk. Aristo, Antikçağ’da sistematik ahlâk ilminin ilk kurucusu sayılır. Bu alanda üç ayrı eser kaleme almışsa da muhteva itibariyle bunların arasında önemli bir fark yoktur. Onun İslâm ahlâk felsefesini ilgilendiren ve Arapça’ya çevrilen eseri Ethica Nicomachea (Nikomakhos Ahlâkı) adlı kitabıdır. Klasik İslâm kaynaklarında bazan on bir, bazan da on iki bölüm olarak gösterilen bu eser gerçekte on bölümden ibarettir. Aristo’nun ahlâk felsefesinin temel ilkesine göre her türlü davranış, ifrat ve tefrit denen iki aşırı uçtan uzak, “doğru olan orta”ya (itidal) uygun olmalıdır. Bu sebeple Aristo ahlâk konusunda genel ve katı kurallar üzerinde durmamış, sadece “ne zaman, neye göre, kime karşı, ne sebeple, ne ölçüde ve nasıl hareket etmek gerektiğini” araştırmış; insanı fazilete, mutluluğa ve olgunluğa götürecek “orta yol”un da bu olduğunu söylemiştir. Mantık ve diğer felsefe disiplinleriyle kıyaslandığı takdirde Aristo’nun ahlâk felsefesinin İslâm kültür dünyasına sınırlı bir şekilde tesir ettiğini söylemek lâzımdır. Her ne kadar İbn Miskeveyh’in Tehẕîbü’l-aḫlâḳ’ından Kınalızâde’nin Ahlâk-ı Alâî’sine kadar devam eden tarihî gelişim içinde Nikomakhos Ahlâkı’nın bâriz bir şekilde etkisi görülmekte ise de bunlar pratikte çoğu zaman İslâm toplumuna inememiş ve teoride kalmış birtakım fantezi fikirlerdir. İslâm’ın ortaya koyduğu ahlâk ilkeleriyle Aristo’nun bu konudaki düşünceleri arasında bir benzerlik kurmak mümkünse de gaye bakımından her iki ahlâk anlayışı birbirinden çok farklıdır. Nitekim Aristo’nun tarif ettiği anlamdaki mutluluk sadece aristokrat bir zümreye hastır. Ona göre fakirler, soylu aileden gelmeyenler, köleler, siyasî nüfûzu bulunmayanlar, kadınlar ve cahiller hiçbir zaman mutluluktan tam olarak nasiplerini alamazlar. Oysa İslâmiyet zengin-fakir, kadın-erkek, âlim-cahil ve soy sop farkı gözetmeksizin, “iman edip iyi işler yapan” herkesin hem dünyada hem de âhirette mutlu olacağını bildirmektedir. Ayrıca Aristo’nun anlayışına göre faziletli davranışın amacı şeref kazanmaktır. İslâm’a göre ise davranışlar Allah rızasını kazanma gayesiyle yapılırsa değer ifade eder. Şan ve şeref duygusuna dayanan ve başkasının takdirini kazanma arzusuyla yapılan hareketler ahlâkî değildir. Temeldeki bu görüş ayrılıklarının yanı sıra İslâm dünyasında Aristo’nun ahlâk felsefesine fazlaca önem verilmeyişinin başlıca sebeplerinden biri de şudur: Müslümanlar yüksek ahlâk prensiplerini Kur’an ve Sünnet’te buldukları için bu konuda yabancı kültürlere iltifat etmemişlerdir. Kur’an’da Hz. Peygamber’in ahlâkı “en üstün ahlâk” olarak vasıflandırılmakta (bk. el-Kalem 68/4) ve Resûlullah’ın “en güzel örnek” olduğu ifade edilerek (bk. el-Ahzâb 33/21) müslümanların onu örnek almaları tavsiye edilmektedir. Bu sebeple her çeşit fazileti Kur’an ve Sünnet’te arayan müslümanlar sistematik ahlâk nazariyelerinden ziyade, ahlâk ile ilgili âyet ve hadisleri “Kitâbü’l-âdâb”, “Kitâbü’l-ahlâk” veya “Mekârimü’l-ahlâk” gibi isimler altında toplamayı ve bu ilkeleri hayatın her safhasında uygulamayı tercih etmişlerdir.
Siyaset. Aristo’nun sekiz bölümden oluşan Politika (Politica) adlı eserinin Arapça’ya çevrildiği konusunda klasik kaynaklarda hiçbir bilgi mevcut değildir. İslâm müellifleri bu eseri Kitâbü’s-Siyâse adıyla anıyor ve az da olsa muhtevası hakkında bazı bilgiler veriyorlarsa da bugüne kadar İslâm dünyasında söz konusu eserin izine rastlamak mümkün olmamıştır. Bir mecmuada (Köprülü Ktp., nr. 1608, vr. 70a) Aristo’nun devlet şekilleri hakkındaki fikirlerinin yer aldığı görülmektedir; ancak bu konuya Politika’dan başka Retorika (Rhetorica) adlı kitabında da yer verdiği için belirtilen mecmuadaki bu parçanın hangi eserinden alındığı tesbit edilememektedir. Ortaçağ İslâm ve hıristiyan dünyasında Aristo’nun siyaset kitabı olarak ün yapan ve Yuhannâ b. Bıtrîḳ’ın kaleminden çıktığı anlaşılan Kitâbü’s-Siyâse fî tedbîri’r-riyâse veya diğer adıyla Sırrü’l-esrâr’ın Aristo ile ilgisi yoktur ve zaten Meşşâî filozoflar bu uydurma eseri hiçbir zaman ciddiye almamışlardır. Bununla beraber söz konusu eser tıp, firâset ve astroloji gibi konuları da kapsadığı için sonraları İslâm kültür dünyasını hayli meşgul etmiştir.
Klasik kaynaklarda Aristo’ya izâfe edilen birçok mektup yer almaktadır. Bunlar mahiyet itibariyle siyaset ve ahlâk konularında İskender’e hitaben yazıldığı iddia edilen öğütlerdir. Şu var ki Allah’a hamdüsenâ ile başlayan, dünyayı ve dünya nimetlerini küçümseyen, alçak gönüllülüğü ve tevekkülü tavsiye eden dinî motifli bu yazıların Aristo’nun düşünce tarzıyla bağdaşması mümkün değildir.
Aristo’nun eserlerinin İlk ve Ortaçağ’daki listeleri, bunların mahiyet ve muhtevaları, Arapça’ya yapılan tercümeleri, şerh, tefsir veya ihtisarları, ilmî neşirlerinin nerede ve ne zaman yapıldığı gibi hususlar için Mahmut Kaya’nın İslâm Kaynakları Işığında Aristoteles ve Felsefesi (İstanbul 1983) adlı eserine bakılabilir (s. 73-347).
Erdal Bila
(Tarih ve Arkeolojik Araştırmacı)
Bir cevap yazın