Cân gözünde gizleniyor, sır’ın revnak âleminde nurlanıyorken özümden; süzülüyorsun kızıl çehreli gün gibi, vakti ömrümün kaderinden…
Mihrap tarafına yönelen bulutlar, can evinden coşup tutuşunca; güzergâhını yitirdi güneşin varlığından bihaber karanlık…
Kader tecellül edince sonsuzluğun üzerinde; aşkı şerh eyledi ruh en nihayetinde…
Yıldızlar yakmaya başladı parıltılarını, suskunluğa açılan kapı eşiğinde…
Kenarları yırtılmış, paslanmış meçhul vakitler de yaşamlarını birbirinden habersiz sürdürüyorlarken, yaşanan her badirede kalplerinin üzerinde tomurcuklanan ağrıları, köhneleşmiş yüreklerinde topluyorlardı.
Savruluyordu; dil’e gelememiş kelimeler sızlıyordu yalnızlıklarında…
Aşk’ın her dem harlayan ateşinin, sabrına usulca sarılıp, bu muazzam vuslatta erdiklerini anladıklarında, hasret naraları atan yürekleri sukuta meyletti.
Eskidi vakitler, her susuş sözcüklerin yerini alıp uysallaştı. Sabrı kalmadı; her şeyin üzerine inen sessizliğin; masumlaştı. Yüreklerinde oluşan düğümü, karanlık kaplayınca, gölgeler seyreldi; hüzünlü bir merasimle ağırlık çöktü, Aşk’a…
Âşık : Mananın dert ehli sofrasında sırrın kapılarını zorlan bir vuslat…
Maşuk : Varlığın gönül harmanında fikrin buharlaştığı bir tutsak…
Biri görendi, diğeri duyan…
Biri ağlayandı, diğeri susan…
Âşık maşuk’un gözlerine feda edince ömrünü, özünden öylesine bir koptu ki, o kopuş ne ulu bir kovuluştu… Maşuk ise, ruhuna bu denli yakın bir varlığın solumasıyla, yücelere varıp, diri diri kendinde kayboldu ki; o kayboluş ne sonsuz bir kıpırdanıştı.
Velhasıl, yere göğe sığamayan bir hikâye anlatacaktı ki yazıcı, yazgısı gelir geçer hesaplara düşmeden, fütursuzca kadere mühürlenen. Bilindiği halde bilmezlikten gelinen…
Görüldüğü halde arş’ın en yüksek mertebesinde, dondurucu rüzgârıyla dimağ’a buz kestiren ve demem o ki, sevda yığınıyla beslenen…
Bir güz bulutu kaplayacaktı, şekle şemaile giremeyen ruhları…
Şu halde âşık ve maşuk henüz birbirlerinin gözbebeği olmadan; evvelinde hamurlarına aşk tohumu katılmadan çok önce yoğruluyorlardı yalnızlığın çilekeş ayetiyle…
Kayda alınmayan bir boşluktu çok öncelerinde yalnızlık… Tanrı’nın hidayetiyle öngörülen yaşanması emir edilendi. Ne soluksuz bıraktığını bilirlerdi ne de derde dert katan vakitlerde, yavaşça doğrulup kasvetle donanacağını ruhlarında…
Nereden geldiği bilinmeyen bir fer’di; iç içe açılan katmer katmer taşan bir çağlayan, sessizliğin salkımlardan dökülen kendine münhasır bir revnak…
Yalnızlığın o ışıltılı renginden; yağmur damlaları gibi üzerlerine serilmesinden, birbirlerinin varlıklarını özümsemeden önce hoşnut idiler.
Ne vakit, Hâk deyip durduklarında mihraba ve yâr deyip bulandıklarında aşk’ın bembeyaz balçığına; bütün bir cihan birbirlerinin hayalleriyle bezenir oldu.
Yüreklerinin iç bahçelerinde yeşeren sevda tohumunu fark ettiklerinde, birbirlerinin soluklarıyla titreyince; hiç yaşanmamış bir tutsaklığın bedenine dokunmaya başladılar, ürkekçe…
Kaybolmak istedikçe birbirlerinde, akıyorlardı sükûn kırıklıklarla bezenmiş, dehşetli günahların ayak bastığı, tutunacak dalı olmayan iklimlere…
Dağların taşların tutuşan sessizliklerini dahi takatsiz bırakan Aşk; doygun bir bilgelikle ve fırtınalı bir sükûnetle örterken üzerlerini; destekliyordu korkularını, gecenin muteber müdavimleri…
Gecenin tutsağı yıldızlar, karanlığı gizemli hâle getiren müdavimlerin en başında yer alıyordu. Bu depdebeli ilmin sırrına vakıf olmaya çalışırlarken de, semavi ışıltılarını taşıyorlardı âşık ve maşuk’un yüreklerine…
Her biri, destanlaşan bir sevdaya tanıklık ederek; zifiriliğin hasret naraları atan göğsünü örteceklerdi çekicilikleriyle…
Derin sessizliğe bürünenlerden biride, kudret sahibi feza idi. Öylesine dalgınlaşmıştı ki son zamanlarda; doğuştan sürmeli gözlerindeki buğunun kendi derinliğinde çatallaşması ve ruhuyla dalaşması yakışmamıştı o’na…
Ne vakit, bu ma’şukiyet’ e öngörülen yazgının od’u olacağı işitince; o munis gamm-perver hâle-ti ruhiyesini vücudunun en köhne şehrine hapsetti.
Ağzı mühürlü bir sandık gibi, içerindeki tüm güzellikleri bu aşk’a sunmak için bekleyen bir diğer selam sahibi Ay ise; öyle bir dönüş yapmıştı ki sılaya, ne dönüş !
O ki , semâ’nın yegâne vuslatı; arş’ın gürül gürül akan parıltılarının maksadıydı. Gecenin süzülen güzelliğiyle, bu müstesna ha döküldü ha dökülecek kelimeleri; bengisular gibi âşık ve mâşuk’un sevdasında şakıyacaktı.
Göğe kendini salan, bu sevdaya kucak kucak huzur vererek; süzüle süzüle gök de dolanan bulutlarında, nasıl yakardıklarını, ağladıklarını görmemek de imkânsızdı.
Âlem’in sırrı yaslanıyordu varlığa… Düşten gerçeğe, güçlük çekiyordu ‘’ kun ‘’ dendiğinde var olanlar… İnanası gelmiyordu böylesine çark-ı devranı tersine döndürecek sevdaya…
Şaşıp kalacaklardı; sınırsız hâmd sukûn ve duâ ile…
Kovulup başlangıçtan hakikatin sonuna dem vurduklarını anladıklarında, yedi kat perde açıldı zikrettikleri yalnızlıklarında…
Her bir gönül bu aşk’ı görecekti. Tâata durup, sema ettiklerine ve coşup aşk od’u ile nasıl kaynadıklarına salâvat getireceklerdi.
Sebebi bahanesi olmayacak; cânlarına cân katılacak; sırrın güzelliğine varıp, sonsuzluğu sezeceklerdi.
O vahiy geldiğinde âşık vuracaktı mâşuk’un kıyısına…
Böyle bir ateş ile kavruluş; gammı gönüllerinde kanatsız bir kuş’a çevirince; bu dünya onlara dar, süzülen ışık yağmuruyla bile yürekleri aydınlığa varamayacaktı.
Manânın tezhipli sayfaları ağır ağır açılmaya başlayınca, billurlaşarak bağları çözüldü, esrarın belirginleşen esaretine katık edilen, sevda mayasının…
Âşık yitirince kendini Mâşuk’un yüreğinde, Mâşuk kaybolunca Âşık’ın gözbebeğinde, mesud ve bahtiyar Bezm-i Âşk’da, yasak meyve toprağa düştü.
Sonsuzluğa açılan hakikat perdesinin esrarında, söz’e dökülemeyen yar’a, cân’a değdi. Feryâd figan yanan vuslat, ebediyete destur verdi.
O bugündür ne vakit, gönül hastalığının çatlayan nur’u parıldar; ondandır sevdalar aklını yitirerek herdem soluksuz kanar.
GAMZE ATAL / AŞK-I SÜRGÜN
Bir cevap yazın