Bıyıklarıyla oymaya başladı Albay Aleksandır Veseloviç Banderçuk. Çok sinirliydi. Şimdi
sert adımlarla volta attığı ofisine girmeden hemen önce, kapıda bekleyen emir erine başındaki
berenin düzgün olmadığı bahanesiyle bir tokat atmıştı hatta. Oysa pekala düzgün takılmıştı
bere. Ofisin asker havasını kırmadan yumuşatan, geniş bir düzlükte koşan binicisiz atların
resmedildiği tablonun önünde durdu. On bir ay önce yeni rütbesini takıp bu ofise taşındığı gün
gururdan boyu uzayan babası tarafından hediye edilen bu tabloya bakmak onu her zaman
sakinleştirmişti. Yeleleri kızıldan siyaha akan atları seyretti bir süre. Ama olmuyordu,
sakinleşemiyordu. Tablonun asılı olduğu duvarın tam karşısında bulunan ahşap dolaba doğru
yürüdü. Dolaptan bir votka şişesi ve altın sarısı lale motifiyle süslenmiş bir kadeh çıkardı. Söz
dinler bir sükunetle şişeden akan votkayla doldurduğu kadehi, rütbesine yakışan tereddütsüz
bir bilek hareketiyle dikti kafasına. Boğazını minik alev şelalesiyle okşayarak geçen sıvı
midesine ulaşmadan hemen önce, gözü masanın üzerindeki takvime takıldı. Öfkesi üzüntüye
dönüşmeye başlamıştı. Bıyıkları belli belirsiz kımıldadı; ”Votkanın mucizevi gücü.”
Aslında güzel bir sabaha uyanmıştı albay. Karısının pişirdiği elmalı turtadan yemişti
iştahla. Sonra duş almış, gümüş işlemeli kemikten yapılma tarağıyla uzun uzun taramış ve
biryantinlemişti saçlarını. Aynada memnuniyetle kendini seyretmiş, omzu yıldızlarla ışıldayan
üniformasını giyinmişti acelesiz bir özenle. Henüz kırk beş yaşına gelmeden böyle bir
üniformayı taşımak kolay iş değildir. Sevgili karısı Ludmila Vlademirovna Banderçuk her
sabah yaptığı gibi onunla dış kapıya kadar yürümüştü. İki katlı evlerinin Silesarnaya
Sokağı’nın dar kaldırımlarına açılan kapısı önünde sevgiyle bakmıştı karısına albay.
Ludmila’nın yanaklarından öperken kulağına fısıldanan o sözlere kadar her şey yolundaydı
anlayacağınız.
”Sevgili kocacığım bu aralar bir şey unutmuş olabilir misin ? ” Ancak Aleksandır Veseloviç
gibi önemli bir subayın karısından duyulabilecek kadar ölçülü bir sitemle tınlamıştı Ludmila
Vlademirovna Bandercuk’un sesi.
Albay daha ne olduğunu soramadan, yüzüne kapanan kapının önünde öylece kalakalmış,
kendisini makam aracının hemen yanında bekleyen şoförüne göz ucuyla bakıp kımıldamadan
durmuştu bir süre. Şoför, kımıldamadan duran komutanının arabaya doğru yürümesini en
esaslısından bir duruşla beklerken, şahit olduğu manzaranın bir askerşoföre yaşatabileceği
huzursuzluğu sadece midesinde değil kirpiklerinde bile hissetmişti. Sert bir askerdi
Aleksandır Veseloviç.
”Ne olabilir ki, ne unutmuş olabilirim ki” diye düşünmüştü evinden karargaha giden yol
boyu. Arabanın arka koltuğuna sıkıntıyla oturmuş, sokaklara bakarak kafa yormuştu. Gorki
Park’ın büyük demir kapısı önünde kartopu oynayan çocukların neşeli gürültüsü, Bağımsızlık
Meydanı’nın tam ortasında yağmurlu havalarda bile sönmeden yanan ateşin kızılı, Kamarovka
Pazarı önündeki balık tezgahları, karargahın yer aldığı Pulihava Sokağı’nın geceden buz
tutmuş sokak lambaları çoğu kez insana bir şeyler hatırlatmaya yeter. Ama albayın gözlerine
inen perdenin ipini tutmayı henüz bırakmak istemiyor Ludmila Vlademirovna. Aleksandır
Velseloviç kadar disiplinli askerlerin unutmaya hakları yoktur.
Yarım saat süren yol boyu başka hiçbir şey düşünememişti albay. Aradığı yanıtı bulabilmek
için emir verebileceği kimse yoktu ne yazık ki. Aradığını bulamamıştı ve öfkeleniyordu.
Aleksandır Veseloviç kadar disiplinli askerlerin öfkelenmeye hakları vardır.
Karargaha girdiği andan itibaren emirler yağdırarak vardığı ofisinde ikinci kadeh
votkayı yuvarlarken bir kez daha kımıldadı bıyıkları ama bu kez belirgin bir biçimde,
neredeyse kendi kendine konuştu albay; ”Anımsıyorum o büyülü anı, karşımda beliriverdiğin,
uçup gidici bir hayal gibi, dehası gibi saf güzelliğin.” Gözü bir kez daha takvime gitti.
”Şeytan alsın seni Puşkin” dedi. ” Bir gün geç kaldım.”
On yıl önce henüz bir yüzbaşıyken, soğuk bir öğleden sonra Nizavizimosti metro durağına
yaklaşan tren, rüzgarıyla birlikte aşkı da getirmişti Aleksandır Veseloviç’e. İki durak sonra
inmesi gerekiyordu ama karşısında hayatında daha önce hiç görmediği bir çift göz vardı.
Buzun mavisi bu kadar sıcak olabilir mi! Nasıl söylemişti Puşkin! İşte öyle bir şeydi, dehası
gibiydi saf güzelliğin ve uçup gidici bir hayal gibiydi. Uçup gitmesine izin vermedi.
Ludmila’nın indiği durakta indi ve Puşkin’in de yardımıyla aşkını ilan etti. O günden tam bir
yıl sonra Aleksandır Veseloviç, Ludmila’ya bir mektup yazdı. Mektup Nizavizimosti metro
durağında genç bir yüzbaşının buz mavisi gözleri ilk gördüğü anı anlatıyordu ve bir evlenme
teklifiyle son buluyordu. Ludmila bir hafta boyu defalarca okudu sevgilisinden gelen
mektubu.
”Kırgın olmalı bana sevgili karım.” İyi yürekli karısına, biricik kelebeğine kendisini
affettirebilirdi pekala. Yeni rütbesiyle sorumlulukları artmıştı. Çok çalışıyordu. Bunca yıldır
ilk kez, evet ilk kez…
Bir daha unutmayacaktı.
Az önce tokat attığı emir erini çağırarak bir kahve getirmesini emretti. Askerler emreder ve
emir alır çünkü. Çalışma masasına oturdu. Kızgın değildi artık. Önüne beyaz bir kağıt aldı,
mavi mürekkeple doldurulmuş dolmakalemi parmakları arasında üç tur çevirdikten sonra
yirmi dört saat geç kalınmış bir yazıya başladı.
Ludmila Vlademirovna Bandercuk kocasının şoförü tarafından getirilen zarfı, Slesarnaya
Sokağı boyunca uzanan beryozka ağaçlarına bakan salon penceresinin önünde açmadan önce
gülümsedi.
Bir cevap yazın