Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi’nden Doç. Dr. Nuran Yıldız’ın “Aşk Yüzyılı Bitti, Aşk’ta, İş’te,
Siyaset’te Yeni Zamanlar” kitabının reklam tanıtımını ilk gördüğümde “Aman ne güzel, yine saçma bir
kişisel gelişim kitabı daha çıkıyor işte” diye düşünmüştüm. Nuran Yıldız ile yapılan bir röportajı
okuduktan sonra ise gereksiz bir ön yargıya kapıldığımı anlayıp kitabı alıp okumaya başladım. Hani
doğru zamanda doğru insanla yollarımızın kesişmesi hayatımızın gidişatı için çok önemlidir ya, işte
doğru zamanda doğru kitapla denk gelmek de bir o kadar mühimdir benim için. Ve bu kitap bence
kesinlikle içinde bulunduğumuz zaman diliminde okunması gereken kitaplardan biri. Kitapta
21.yüzyılın o tüketim çılgınlığının hayatımızın her alanına nasıl yansıdığı çok yalın ve güzel örneklerle
anlatılmış. Bizi yaşama bağlayan, motive eden, ruhumuzun en değerli besin kaynağı olan ‘aşk’ denilen
o duygunun sadece ilişkilerimizde değil, yaşamımızın her köşesinden çekip gidişiyle düştüğümüz
boşluk duygusu ve bunun sonuçları da çok güzel irdelenmiş…
Kitabın alt başlığında da yazdığı gibi, artık sadece kadın-erkek ilişkilerinde değil, iş ve siyasette de yeni
bir dönemdeyiz. Eskiden aynı iş yerinde yıllarca çalışıp oradan emekli olmak, en alt kademeden
başlayıp azim ve sebatla en üst noktaya varmak takdir-e şayan bir olayken, bunu başarabilen insanlar
‘istikrarlı’, ‘çalışkan’, ‘başarılı’ ve hatta ‘vefalı’ bir çalışan olarak tanımlanırken şimdi en basit tabiriyle
‘enayi’ olarak anılıyorlar. Çünkü artık insanların daha iyi bir kariyer ve daha çok kazanmak için, hatta
bazen de sırf sıkıldıkları ve değişiklik aradıkları için sık sık iş değiştirmesine alıştık. Nuran Yıldız’ın da
ifade ettiği gibi, “Rutin öldürür” diye bir laf moda oldu artık. Ülkedeki işsizliğin boyutu
düşünüldüğünde bu durum çok inandırıcı gelmeyebilir ilk bakışta, ama şöyle bir çevrenize bakarsanız
haklı olduğumu anlayacaksınız. Özellikle maymun iştahlı yeni nesil de çok yaygın olan bir hal bu. Daha
iyi fırsat bulup kariyerinde ilerlemek adına iş değişikliği tabii ki normal. Mutlu olmadığımız,
sevmediğimiz bir işi yapmaktansa istifa edip yenisini aramak da elbette çok doğal. Ancak pek
çoğumuz bunu çağımızın en çok pompalanan olgusu olan ‘değişim arzusu’ için yapıyoruz. Mutluluğun
formülünün değişmek, dönüşmek olduğunu yazıp-anlatıp duran, fakat tam olarak neyin değişmesini
gerektiğini ifade etmekten yoksun olan ve utanmasalar işin suyunu çıkarıp neredeyse “Mutlu olmak
için her beş yılda bir işinizi ve eşinizi değiştirin” iddiasında bulunacak kıvama erişen pek çok kişisel
gelişim kitabı, uzmanı, yaşam koçu da bunu körüklemiyor mu zaten? İki yıl bankacılık sektöründe
çalışıp “ay bu sektör baydı beni” diye turizm işine giren, sonrasında oradan da sıkılıp daha çok
kazanmak adına ilaç mümessili olan, akabinde yayınevine yönelen, olmadı kendi restoranını açan ama
bir türlü bir işte dikiş tutturamayan böyle istikrarsız insan tipinin artık ‘girişimci’ olarak tanımlanır
olması da bunun en güzel örneği…Bana sık sık sorulan “Ne kadar zamandır burada çalışıyorsun?”
sorusuna “2009 yılından beri” cevabını verdiğimde karşı tarafın gözlerinin hayretle büyümesi ve “Bu
kadar yıldır hala aynı yerde olmak çok az rastlanır bir şey, maşallah” diye tepki vermesi de ters açıdan
güzel bir örnek tabii. En kötüsü de artık hiçbirimiz işimizi ‘aşk’ ile yapmıyoruz. Hangi sektör olursa
olsun; sevmeden, düşünmeden, idealist ve amatör ruhumuzu yitirmiş olarak robot gibi işe gidip
geliyoruz ve tek odak noktamız aybaşı alacağımız maaş…Ve o maaş da ne kadar yüksek olursa olsun,
tüketim çılgınlığımızı tatmin etmeye yetmiyor. Yetmedikçe yeni arayışlara giriyoruz. Ancak daha iyisini
aramanın bir sonu olmadığını unuttuğumuz gibi, elimizdekine şükretmeyi unuttuğumuzun da hiç
farkında değiliz ve sonuçta genelde “Bu sektörde de aradığımı bulamadım, mutlu olamadım” diyerek
başka bir yere savruluyoruz. Tabii “Minareyi çalan kılıfını da hazırlar” misali, buna da ‘profesyonel iş
yaşamı’ diye bir kılıf uyduruyoruz…
Sayfa 2/3
Genel olarak bakıldığında siyasette de durum farklı değil. Bir zamanlar düşünceleri ve inandıkları
ideolojiyi ölümüne savunan insanlar vardı. Hani işkence görse de ser verip sır vermeyen ya da inandığı
dava uğruna ipe gitmeyi göze alarak ölümsüzleşen kahramanlarımız…Hiç bir çıkar uğruna yolundan
dönmeyenler… Dönek olarak tabir ettiğimiz insanlar, insanoğlunun varoluşundan beri hep mevcuttu,
ama böyleleri eleştirilir, hoş görülmez ve dışlanırdı…Şimdi ise döneklik resmen moda oldu. Eskiden bir
siyasetçinin aynı veya yakın görüşte farklı bir partiye geçse bile eleştirildiği zamanlar çok geride kaldı.
Zamanında bambaşka görüşleri savunmuş ‘eski tüfek’lerin iktidar partisinde en üst kademelere
gelmesini çok doğal karşılar olduk. Vakti zamanında meşhur birinci şubede canı en çok yakılanlardan
biri olmasına rağmen hiç konuşmayıp büyük bir dayanıklılık örneği sergileyerek ‘direnç abidesi’ olan
birinin bir-iki yıl sonra birden evrim geçirerek tam karşıt görüşü savunmaya başlamasını ve ilerleyen
yıllarda karşı safta siyaset yapmasını anlattığımda neredeyse istisnasız herkesin “Aman ne olacak
canım, şimdi dönmeyen mi kaldı?” diye tepki vermesi de bu açıdan bakıldığında olağan karşılanacak
bir durum. Dün ak dediğine bugün kara diyen siyasetçileri artık yadırgamıyoruz. Zaten balık hafızalı bir
toplum olduğumuz için de, her şeyi hemen unutuveriyoruz. Kısacası, fırıldak gibi dönüyoruz ve
“değişmeyen tek şey değişimdir” diyerek dönekliğimize kendimizce mantıklı bir gerekçe buluyoruz.
Aşk hayatımızda durum daha da vahim tabii. “Ah nerede o büyük aşklar, nerede yıllarca bir yastığa
baş koymalar” diye bir klişeden hiç bahsetmeyeceğim, o faslı aşalı zaten çok oldu. İster sanal, ister
reel alemde olsun, ışık hızıyla başlayıp biten aşklar yaşadığımız bir dönemdeyiz artık. Önce
internetteki arkadaşlık sitelerinde, sosyal medyada veya okulda, işte, yolda vb tanışıp pat diye sevgili
oluyoruz. Sonra hemen sosyal paylaşım sitelerindeki profillerimizde ilişki durumumuzu güncelliyoruz,
birlikte çekilmiş “aşk böcüğü” kıvamında fotoğraflarımızla doluyor sayfamız…Bir süre takıldıktan sonra
da pat diye bitiyor o büyük aşk, o ‘seviyeli’ ilişkimiz. Hemen ilişki durumu “ilişkisi yok” olarak
güncelleniyor, birkaç gün eski sevgiliye laf sokan atarlı paylaşımlar yapılıyor…Sonrasında da hop yenisi
geliveriyor, profiller yeni kişiyle güncelleniyor ve bu kısır döngü rutine binip devam ediyor. Farkında
mısınız bilmiyorum, artık insanlara da eşya muamelesi yapıyoruz. Birlikte olduğumuz kişilerin cep
telefonlarımızdan farkı kalmadı. Bir üst modeli çıktığında telefonları nasıl hemen değiştiriyorsak, biraz
daha iyisini bulunca sevgililerimizi de hemen değiştiriveriyoruz. Sosyal paylaşım sitelerinde, “-Nasıl 65
yıl evli kaldınız? -Bizim zamanımızda bir şeyler kırıldığında çöpe atılmaz, tamir edilirdi, bu yüzden…”
tarzı afilli lafları paylaşıp dursak da bırakın bir şeyleri onarmayı, en iyi giden ilişkiyi bile çabucak
tüketip yeni arayışlara girebiliyoruz. Tüketim çılgınlığımız insan ilişkilerine de yansıyor. Sevgili, eş,
dost, arkadaş kim olursa olsun acımadan kısa sürede tüketiyoruz…Ama yaman bir çelişki ile, sosyal
paylaşım sitelerinde “Eskiden eşyalar kullanılır, insanlar sevilirdi. Şimdi ise insanlar kullanılır, eşyalar
sevilir hale geldi!” gibi dokunaklı sözler paylaşmaktan da geri kalmıyoruz. Sanal alemde böyle güya
sevgi dolu, vefalı, samimi, incelikli hani sanki sütten çıkmış ak kaşık kıvamında sanal kimliklere
bürünüp içimizdeki yalnızlığı ve boşluğu biraz kapatmaya çalışıyoruz belki de…
Nuran Yıldız, kitabında bu durumların aslında insan doğasına aykırı olduğundan, çünkü insanoğlunun
mayasında aidiyet ve bağlanma hissinin bulunduğundan bahsediyor ve bu hiçbir şeye bağlan(a)mama,
sürekli değişim peşinde olmanın ruhumuzda zamanla büyük bir çöküntüye yol açtığını iddia ediyor.
Son yıllarda yoga, kuantum, NLP gibi kavramların giderek daha çok rağbet görüp moda halini alması
da belki de bu yüzden…Önce doğamıza aykırı bir yaşam biçiminin yarattığı kaos içinde kayboluyor,
sonra yeniden özümüzü bulmak için insani değerleri ön plana çıkaran öğretilere tutunmaya
çabalıyoruz. Tabii bunu yaparken de bu öğretileri bilinçsizce aktaran kişilerin kurbanı oluyor veya
bizzat biz yanlış algılayıp hatalı uyguluyoruz. Çünkü sonuçta her şey gibi bu öğretileri de günümüz
değerlerine adapte ediyoruz. Nuran Yıldız, 21.yüzyılın büyük yalnızları olarak herkesi ciddi bir
Sayfa 3/3
depresyonun beklediğini düşünüyor ve “anı yaşa” ifadesinin geçmiş yok, gelecek belirsiz, sadece
bugünü yaşa ve geçmişinle geleceğinle tüm bağını kopar gibi algılandığını; “kendini sev”, “kendin ol”,
“kendini düşün” diye diye sonunda işin “kendinle kal” durumuna dönüştüğünü ve bütün bunların
bireyi gitgide yalnızlaştırdığını ifade ediyor. Benim ifadem ise biraz daha net ve belki de acımasız; evet
kendilik algımızda, ilişkilerimizde, yaşam biçimimizde ciddi ve hızlı bir dönüşüm var ve bu dönüşüm
bizi sadece kendisi için yaşayan, üretmekten yoksun, tüketim tutkunu insanlara dönüştürüyor. Bu
dönüşümü tamamladığımızda da belki kalabalıklar içinde ama yalnız yaşayan, yalnız yaşlanan ve yalnız
ölen bireyler olacağız ve hiçbir akrabalık, arkadaşlık, komşuluk bağımız kalmadığı için ancak cesedimiz
kokmaya başlatınca öldüğümüz fark edilip yapayalnız son yolculuğumuza uğurlanacağız. Ve hani
Nazım Hikmet Piraye’ye “En fazla bir yıl sürer yirminci asırlarda ölüm acısı” diye yazmış ya, işte içinde
bulunduğumuz 21.asırda maalesef o kadar bile sürmeyecek ölüm acılarımız…
Bir cevap yazın