Zamansız açmıştı bu sefer gökyüzü.
Ruhumuzun bulutlu hali, halâ ihtiraslı bir biçimde nüfuz ediyordu gözlerimize. Ellerim terliyordu. Elleri soğuktu. Göz pınarlarımıza ağır gelen yaşları büyük bir gayret ile saklamaya çalışıyorduk. Sormadığı halde, “ Sorma.” dedim, sırf sorsun diye. Sustu! Sevmediği halde, “Sev” demiştim , sırf sevsin diye. Güldü!
“Aşk, bir gülme biçimiydi oysa. Kahkahaları öpücüklerde saklı. Katılmaları, sarılmalarda… Sessizliğin en tiz notasına çığlıklarını armağan edersin ya işte öyle bir şey. Sevdanın orkestrasını kanatlarıyla yöneten bir kelebek edasında ve az sonra ölümü tadacak kadar kısa bir hayatın ortasında, densiz bakışmaların alkışlarıyla aşktan kaçamazsın.” Diyordu yazar.
Nüksediyor yalnızlık en kırılgan yerinden. Oysa sen benim şarkımın en son notasıydın üzerinde puandorg olan. “ Es “ koymayı unutmuştum portenin en ücra köşesine. Gerek de yoktu zaten… Kaç kaçlık atıyordu kalbin? Hangi tonaliteden bakıyordun bana? Böyle uzak, böyle yakın. Sıcaktı ama yakmıyordu. Soğuktu lakin donmuyordu.
Gitmenin bir zamanı olmaz ama “bu kadar da zamansız olmaz” dedirten bir ayrılığa dahil olma çabasıydı seninki. Yüreğimin göç yolunda hangi mevsime sığdıracaktın, bensiz bir sensizliği?
Zamansız açmıştı bu sefer gökyüzü.
Ruhumuz bu kadar bulutluyken, yağabilirdik birbirimize fakat olmadı..
Akacak yaş, pınarlarda durmuyordu. Göz bebeklerinin önünden yanaklara taşındı, sevdanın en tuzlu hali. Elleri terliyordu. Ellerim soğuktu. Yüreğim bedenime, büyük geldi. Aklım benliğime… “ Bi öpsen geçecek” kadar yakındı her şey aslında. Ya da boşver..
Susuyordu. Aşkın lâl halini bize göre çekimliyordu. Ben bittim. Sen bittin. Biz bittik..
Bir cevap yazın