Yemyeşil bir ovanın göbeğinde kerpiçten evler, toprak damlar; şehre kadar uzanan bir yol, yol üzerinde otlaktan dönen koyunlar, kuzular…
Koyun ve kuzuların meleyişleri, boyunlarına takılı çıngırakların (ceres) çıkardıkları sesler, arkalarında bıraktıkları toz bulutu, çobanların ıslığı…
Köyün ağzında gözetleme kulesi gibi bir tümsek, tümseğin üzerinde rengi solmuş bluzum, kot pantolonum, iki omzundan akan iki örük, güneşten al al olmuş yanaklarım, sürmeli gözlerim ve ben ve heyecanlı bekleyişim, sürekli kaşlarımı yoluşum, dişlerimi sıkışım, gözlerimi kısışım; böyle yaparsam daha erken gelecek sanışım…
VE ELİNDE BİRKAÇ POŞETLE BEKLENEN YOLCU
Gülümseyerek bana, kızına bakışı, koşarak gidişim, uçarak sarılışım. Saçlarımı okşaması, boynumda dolanan parmakları, içime doğan huzur kendimi hiç olmadığım kadar güvende hissedişim. Dudaklarımı büzüp:
“ Saatlerdir seni bekliyorum. Neden bu kadar geç kaldın baba?” diyişim. Babamın:
“ Biliyorsun ki otobüs cedaha (iki köy yolu arasındaki kavşak) kadar geliyor. İki elimde iki poşet ancak gelebildim.” diyişi. Bende ne kadar sevdiğimi, özlediğimi babama hissettirebilmiş olmanın mutluluğu. Babamın, ”Senin bu halini gören bizi yıllardır ayrıyız sanır.”diyişi. Benim kafamı eğişim, onun:
“ Beni ne kadar seviyorsun kızım?” diye soruşu. Benim kollarımı iki yana açıp:
“ İşte bu kadar!” diyişim. Onun gözlerinden okunan mutluluk ve evimize gelişimiz ve hane halkının babamın başına toplanışı, poşetlerden çıkan hediyeler ve babamın ellerinden bana uzanan kırmızı bir kutu; sevinçten gözlerimin fal taşı gibi açılması, “ Bu bana mı?” diyişim…
Kutuyu açışım VE ÜSTTEN BAĞCIKLI KIRMIZI RUGAN AYAKKABIYI GÖRÜŞÜM
Babama tekrar sarılışım, annemin,” Her çocuk anasının bizimki babasının peşinden ayrılmaz.” der gibi kem kem bakışı, ayakkabımı göğsüme bastırıp VE ŞİMDİ BENİMSİN diyişim ve serili yatağım, kırmızı yastığım; yastığımın başına ayakkabılarımı koyup rüya gibi geçen günün sonunda uykuya dalışım…
Sabah gün doğmadan uyandım. Sanki bir önceki gün, yaşanılanların sahibi ben değildim. Beni aldı mı bir telaş, annem:
“Kız başına sokaklarda ne işin var!” ya da,
“Evde bir çuval şeker, fıstık var. Bu yaşta kapı kapı dolaşıp arafalığa mı çıkacaksın?” diyip evden çıkmama izin vermese ben ne yapardım? Babamın yanına gitsem anneme erki geçmez.
En iyisi babannemin kapısını çalıp durumu anlatmaktı. Nasıl olsa babannem annemi pek sevmezdi. Üstelik o ne derse oğluna, torununa tersini yaptırmaya çalışırdı. Anlayacağınız gelin ve kaynana arasında bir iktidar savaşı vardı. Sırf anneme inat olsun diye köyü dolaşmama izin vereceğinden adım gibi emindim; ama o da buna git, şuna gitme diyip gezeceğim yeri sınırlandırırdı. Bunları düşünürken tekrar uyuya kalmışım. Uyandığımda kahvaltı çoktan yapılmış, bayram telaşından herkes işine gücüne dağılmıştı.
Arafalığa gelen çocuklara şeker dağıtmak için beni evde tutabilirlerdi. Babannem de ortalarda görünmüyordu. Arkadaşıma ayakkabımı göstermeliyim diyip kutuyu aldım ve koşar adımlarla evden çıktım. Sokağa çıkar çıkmaz gördüm onu. Köşedeki taşların üzerinde oturuyordu. Beni görünce bir haller bir haller…
“Günaydın!” dedim duymazdan geldi. “ Ne yapıyorsun?” dedim başını sallamakla yetindi. Yokmuşum gibi yerdeki çakıllarla oynamaya başladı. Başında bekliyor, elimdeki kutuyu görsün istiyordum. Bir süre başında bekledikten sonra kafasını kaldırıp:
“ O kutnun içinde ne var?” dedi.
“ Bayramlığım.” dedim. İnsan kutunun içinde ne olduğunu merak etmez mi, ne olacak kıskanç şey… Gözlerini kısıp:
“ Şeker toplamaya kiminle gideceksin?” diye sordu.
“ Seninle.”
“ Ben gelmem.”
“ Neden?”
“İşte!”
Benimle arafalığa çıkmak istemeyişinin nedeni gün gibi ortadaydı. Ne benim gibi gıcır gıcır ayakkabısı, ne basma entarisi ne de saman alevi upuzun saçları vardı. İşte şimdi yandı gülüm ketan helva! Arkadaşıma:
“ Köyde benim senden başka arkadaşım yok ki… Hem ailem sadece seninle arafalığa çıkmama izin verir.” dedim. Gerçekten de öyleydi. ONLAR DA GÖÇMENDİ, köye bizim gibi sonradan gelenlerdendi. Ailem köylülerin yaşam tarzlarını beğenmez, onları hor görür, bu yüzden de arkadaşım Zeynep dışında kimseyle oynamama köyde izin vermezlerdi. Köyün diğer çocukları bana kötü şeyler öğretebilirlerdi; kötü kızlar, pis kızlar…
Çaresiz bakışlarımı gördü, dudaklarında sinsi bir tebessüm belirdi. Ne yapıp edip onu ikna etmeli, köyü dolaşmalıydım.” Saçlarımın örüklerini açar, basma entarimi de giymem.” dedim, oralı olmadı. Baktım olmuyor,
“ Senin için üzeri bağcıklı, kırmızı ayakkabılarımı da giy…me…m.” Dedim. Derken içim kan ağlıyordu. Yine oralıklı davranmasa,
“ İstersen yüzüme çamur da sürerim.” diyecektim. Neden, bilmiyorum ama o derecede istiyordum köyü dolaşmayı. Belki de yeni yeni genç kızlığa adım atıyor, BİRİLERİ BENİ GÖRSÜN İSTİYORDUM.
Allah’tan bunu yapmama gerek kalmadı,
“ Tamam, o zaman.” dedi. Öğlen sonrası için sözleştik. Öğlen sonrası için sözleştik. Eve vardığımda ablam elini beline atmış beni bekliyordu. “ İşin yoksa gel de ablaya anlat diye içimden geçirirken ablamın göğü delen sesiyle karşılaştım. Bir korku bir korku sormayın gitsin. Evde tek ondan korkardım. İsmi Sakine’ydi; ama ismiyle müsemma biri değildi. Arkadaşımın yanına gittiğimi söyledim. “Bu saatte arkadaşının yanında ne işin vardı?” Bugün arafa yarın bayramdı. Arkadaşımla arafalığa çıkacaktık. Ayakkabımı gösterecek belki onu kıskandıracaktım. Bunların hiçbirini söyleyemedim; çünkü ablam sorduğu hiçbir soruya cevap istemezdi. Aslında hepimiz bilirdik ki ablam kimle konuşursa konuşsun konuştuğu kişi daime kendisi olan kişilerdendi. “Gir içeri!” diyince içimden “Şükür atlattık!” dedim eve girdim.
Babannemin zoruyla evdekilerden güç bela izin aldıktan sonra saat bire doğru arkadaşımın yanına gittim. Süslenmiş püslenmiş beni bekliyordu. Ben saçlarımı ablamın örmesine izin vermez, ” Kız bu gırcon başla mı köyü gezeceksin?” nevinden torba dolusu laf yerken, cicili bicili eteğimi bırakıp her zaman giydiğim basma entarimi giyerken en önemlisi de gıcır gıcır konçlu rugan ayakkabım yerine ayağıma bir kara lastik takmışken, arkadaşım bir süslenmiş bir püslenmiş sormayın. Sinirden gözlerim karardı. An beynime sıçradı dersem yeridir. Öfkeyle arkadaşımın yüzüne baktım.
Öfkemi anlamış olacak bana açıklama yapma gereği hissetti. Alamanyadaki teyzesi yıllar sonra memlekete gelmiş, annesi de kız arkadaşımın ailesiyle yaşadığı için bayram tatilini burada geçirecekmiş. Üzerindekileri de kendisine hediye getirmiş. Güya kız arkadaşım bunları giymek istememiş. Teyzesi giymezsen kırılırım, diyince mecbur kalmış. İstemiyorsam çıkarıp gelebilirmiş. Ben elbiselerden geçmiştim:
” Saçlarına ne demeli?” dedim. Saçlarını yine teyzesi taramış da tarama diyememiş. Şimdi onla arafalığa çıksam bir türlü çıkmasam bir türlü, ondan küssem bir türlü küsmesem bir türlü… Onla küssem başka arkadaşım yok. Tek başıma köyü dolaşayım desem ailem izin vermez. Dişimi sıktım, dudaklarımı ısırdım ses etmedim. Yaptıkları yetmiyormuş gibi dönüp bana bir de arkadaşım Tülay’da bizimle arafalık toplamaya gelebilir mi demesin mi?
Ben her yaptığına eyvallah diyince demek, sevmediğimi; hatta nefret ettiğimi bile bile arkadaşının da bizimle gezmesini benden istemişti. Ne yapayım çaresiz buna da tamam dedim. Arkadaşının evi ikimizin de evine çok yakındı. Kapıyı çaldık, annesi açtı. İkimizi de tepeden tırnağa bir süzdükten sonra:
-“Neyin var kızım hasta mısın?” diye sordu. Ben neden dercesine yüzüne bakınca:
– “Bayram günü niçin bu kılıkta dolaşıyorsun. Ablan seni nasıl gönderdi böyle?”
– “Ablamın haberi yok, böyle gezmeyi ben istedim.” dedim. Kafasını sallayarak eve girdi. Kızına seslendi. Kızı dışarı çıktığında bendeki bu bayram sevinci hepten yok oldu. Genç kız edasıyla bir giyinmiş koşanmış; sanki prenses olmuştu.
Üç arkadaş başladık kapı kapı dolaşıp fıstık ya da şeker toplamaya. Yanlarında gezmekten utanıyor, ezildiğimi hissediyordum. Ben iki arkadaşın biraz önlerinde yürüyordum. Sinsice birbirlerine bakıp üzerime gülüyorlardı. Bunu hissedebiliyordum. Elim ayağım birbirine karışıyor, az kalsın evlerden aldığım fıstıkları, şekerleri poşete değil de yere atacaktım. İstediklerinin onlardan küsüp ağlaya ağlaya eve gitmem olduğunu biliyordum. Birkaç defa bunu yapmış, adım alıngana uyumsuza çıkmış anlayacağınız suçlu da ben olmuştum. Hem böyle yapınca ailemin gözünde de pısırık, ezik duruma düşüyordum.
Onlara bu sevinci yaşatmayacak, yanlarında dimdik duracaktım. Bu küçücük köyde herkes ailemin hali vakti yerinde olduğunu biliyor, bu yüzden de beni görünce hepsinin yüzünde bir şaşkınlık beliriyordu. O gün ben bu halde onlar o halde günü bitirdik. Akşamüzeri herkesin gözü diğerinin poşetindeydi. En dolu poşet benimkiydi; ama benim poşetin doluluğuyla ilgilenecek ne halim ne de takatim vardı. Ağlayıp ağlamama arasında gidip geliyordum. Son evin de kapısını çaldıktan sonra, kızlarla değil vedalaşmak yüzlerine bile bakmadan evin yolunu tuttum.
Evdekilere görünmeden evden içeri girdim. Niyetim bir an önce babannemin odasına geçip divan üzerinde her daim serili duran yatağına girip yorganı başıma çekmek ve ağlamak ve ağlamak ve ağlamaktı. Ama olmadı avluda ablamla göz göze geldik. Gün boyu beni merak edip beklemişti ve ben bunu biliyordum. Kendimi önce sıktım. Baktım olmuyor bıraktım kendimi ablamın şefkatli kollarına. Hıçkıra hıçkıra ağlıyor; ağladıkça da rahatlıyordum.
Bu gün boyu ezilmiş, horlanmış, aşağılanmış en kötüsü de aşağılanmış ben o gün bir daha kimseye güvenmeyeceğime dair yeminler ediyor, kâsemler getiriyordum. Ablam o gün bana hiçbir şey sormadı. Yatağımı serdi. Elimi yüzümü yıkayıp yatağıma yatırdı. Şimdi yatağın içerisinde gözlerim tavana boş bakıyor, ayakkabılarım ise yastığımın yanında duruyordu.
Bir cevap yazın