Yarım kalan ve yankılanan sözcükler, yürümek gibi, nereden gelip nereye gittikleri belli olmayan yolcular gibi, tanrı misafiri gibi kuruluyorlar içime. (Yanımdan hızlı adımlarla geçenlerin konuşmalarından kırpıp sana yoruyorum…)
–…dese bana…
–…az kaldı…
–…den arıyormuş…
Evden çıkışımı, yol boyunca düşündüklerimi, az önce konuştuğum simitçiyi bile buzlu bir camın ardından izler gibiyim; gömülü demir külçe kalkmıyor yüreğimden. Sözcüklerin acısı kalbime vuruyor. Gözlerim onu ararken, aklım aynaları düzeltir gibi gerçekleri fısıldayıp duruyor. Ne görüyorsam ona göstermek, ne duyuyorsam ona duyurmak için yaşıyorum hayatı artık.
Caddenin ortasına kadar yürünecek yol gözümde büyüyor. Konsolosluğun önünde duraksıyorum; başımı kaldırıp, az ilerideki camiden salınan taklacı kuşlara bakıyor, kanatlarının birbirine değerken çıkardıkları sesi dinliyorum. (Şimdi neredeysen, belki sen de duyuyorsundur aynı sesi…) Adımlarımı yavaşlatıp bu görkemli caddenin arkasındaki dar, yokuşlu sokaklarda yaşayan insanları, geçen ömürleri düşünüyorum.
Zil çalarak ikiye bölüyor caddeyi kırmızı tramvay. Sigara alıyorum. (Bir nefesi senin, söz.) Açıkta satılan fındıklı çikolatalardan da. Bir parça ısırıyorum (ağzın tatlansın), sigaramı yakıyorum (keyfin yerine geliyor).
Kol kola, birlikte yürüsek nelerden konuşurduk? Önce annemden. Babamdan da biraz. (Tartışmalarınızı, kavgalarınızı hatırlıyorum. Okumam için verdiğin kitapları bitirdikten sonra haklarında sorular sorar, iyice anlamış mıyım bilmek isterdin.) Sonra babam kara bulut gibi çökerdi üstümüze. Şimdi de hatıralara yapıyor aynı şeyi. (“Bırak gitsin” derdin), zorlamıyorum ben de, hemen oracıkta vazgeçiyorum onu taşımaktan.
Emek Sineması’na kadar yürümüşüm. Sokağa girip gösterimdeki filmlerin afişlerine bakıyorum. Yılmaz Güney geliyor gözlerimin önüne birden. Ona ne çok benzediğini söylediğimizde ses çıkarmaz, tatlı tatlı gülümserdi bana ve Esin’e.
Birlikte geçseydik bu caddeyi, bir tek Esin’i konuşmayacaktık (sensizliğe alışamayan, yasını içli bir çığlık gibi tutan, o çığlığı koyuverdiğinde yalnızlığının yankısında boğulan, seni ömrünün sonuna kadar bekleyen) çünkü burada olacaktı. El ele tutuşacaklardı, Esin’in beyaz elbisesinin fırfırları havalanacaktı…
Denize kadar yürümeliyim; kıyıda bir martı incecik süzülerek gelip nerede olduğunu bildiğini söyleyecek ve aramızdaki iyi niyet anlaşması gereği simidi hak edecek. (“Merak etme,” diyecek seni kastederek, “tanıyorum o ‘biraz ekmek, biraz martı ömrümüz’ diyen genç adamı.”)
Suretin:
(Geliyorum desen bana.
Az kaldı, kavuşacağız desen ya da anneme koşarak,
buradaymış, bu şehirde diye haber etsem…)
Meydana varıyorum. Annemi görüyor, ona doğru ilerliyorum. Diğer annelerle de selamlaşıp yanlarına oturuyorum. (Onlara senden, yürüyüşümüzden bahsetmeyi isterdim; yokluğunun yükünü hafifletmeye çalıştığımı, yanıp kavrulan yüreğimi serinletmek için bir parça denize nasıl muhtaç olduğumu… Bulanık görüntüler arasından seni nasıl seçtiğimi anlatmak isterdim anneme, yerini bildiğimi…)
Bizler o bir parça suyun hasretiyle beklerken, başımızın üzerinde gökyüzü, dingin, sakin maviliğiyle uzanıyor.
Ve bir taklacı kuş daha, kanatlarını yüksekler için çırpıyor.
AYNALARI DÜZELTİR GİBİ / ZEYNEP SÖNMEZ
Son Yorumlar
- SESSİZ ÇIĞLIK PERDESİ:BİR AVAZDA-ENGİN DAL(SESLENEN ADAM) için Songül
- SESSİZ ÇIĞLIK PERDESİ:BİR AVAZDA-ENGİN DAL(SESLENEN ADAM) için Suzan Tokmak
- SESSİZ ÇIĞLIK PERDESİ:BİR AVAZDA-ENGİN DAL(SESLENEN ADAM) için Ceren
- SESSİZ ÇIĞLIK PERDESİ:BİR AVAZDA-ENGİN DAL(SESLENEN ADAM) için Latife
- SESSİZ ÇIĞLIK PERDESİ:BİR AVAZDA-ENGİN DAL(SESLENEN ADAM) için Hazal
En Çok Okunanlar
Son Yorumlar
- SESSİZ ÇIĞLIK PERDESİ:BİR AVAZDA-ENGİN DAL(SESLENEN ADAM) için Songül
- SESSİZ ÇIĞLIK PERDESİ:BİR AVAZDA-ENGİN DAL(SESLENEN ADAM) için Suzan Tokmak
- SESSİZ ÇIĞLIK PERDESİ:BİR AVAZDA-ENGİN DAL(SESLENEN ADAM) için Ceren
- SESSİZ ÇIĞLIK PERDESİ:BİR AVAZDA-ENGİN DAL(SESLENEN ADAM) için Latife
- SESSİZ ÇIĞLIK PERDESİ:BİR AVAZDA-ENGİN DAL(SESLENEN ADAM) için Hazal
Bir cevap yazın