**Birhan**
Elimi saçıma götürüyorum. Hayır. Saçsızlığıma. Omuzlarımdan aşağı su gibi akan saçlarım yok artık. Son zamanlarda sürekli elim saçlarımda, oynuyordum. Sanki düşünceler beynimden çıkmış, saç olmuş, uzamış. Oynaya oynaya, koparıp atmak ister gibi, oynuyordum. En sonunda geçtiğimiz pazartesi günü gittim kestirdim. Hem de iki numara. Kuaför şaşırdı. “abla biz kaynak yapıyoruz, sen bu güzel saçlarını… “ bakışlarımla sözünü kestim. Anladı. “Çattık karıya” demiştir. “Depresyonlu deli” demiştir. Uzun saçlarımı yerde gördükçe nasıl mutlu oldum. Kuaför üzerine üzerine bastıkça, sanki yorgunluğuma sebep olan düşünceleri eziyordu. Saçımı kurutmaya yeltendi. Artık saç değil de, ıslak kafamı. Aynadan kuaför çırağının, süpürgeyle faraşa doldurduğu saçlara memnuniyetle baktım. Hele çöpe atarken. Nasıl bir ferahlama. Üniversitedeyken, dönemin kadın başbakanı bir keresinde televizyona çıkıp ağlamıştı. Saçı da yeni kesilmişti. Pınar’la birlikte evde izlerken, saçının modelini beğenmemiş de ondan ağlıyor diye deli gibi gülmüştük.
Eve geldim. Hazırlanmam lazım. Oktay her zamanki gibi geç gelir. Telefon açar haber veririm İstanbul’a gidiyorum diye. Çok da umurunda olur ya! Teyzem çağırdı, safra kesesinden ameliyat olacakmış. Bahanesi! Duş aldım. Başımı her elleyişimde düşünceler gitti gibi… mi?
Aynanın önüne oturuyorum. Yüzüme bakıyorum. Yeni beni tanımak ister gibi. Bu kafayla yeni bir ben olabilir mi? Kuaförde sürekli Sezen çalıyordu. Ordan dolandı şimdi bu şarkı dilime. Bir daha aynı yolları yürür müyüz, kimbilir ölür müyüz kalır mıyız? Düşünceler yerine şimdi bu şarkı yapıştı beynime. İyice arabeske bağladım. Ben Sezenci değildim eskiden. Nazancı’ydım. Misafir o gel bana börekler açarım sana. Ne çok gülüyorduk Pınar’la bu şarkıyı söyleyip söyleyip. Sinan her zamanki ciddi, Sinan… Bu gülmelerimize sinirleniyordu. Ağırdır o, her zaman. Düşüncelerin adamı. Sonra sonra bende ona benzedim. Benzedim ama birdenbire o okuldan ayrılıp gidince. Aramıza yollar, yıllar bir de Oktay girdi.
Oktay hayatımda her zaman vardı. Kantinden grup arkadaşı. Bir üst sınıfın popüler, zengin Oktay’ı. nasıl sinir oluyordum, kendini beğenmiş şımarık hallerine. Her arada yanıma gelir; “yüreğim ağrıyor, ilacımı almaya geldim” derdi. Yavşaklığını şakaya vururdum…
Biz hep; Pınar, Sinan ve ben takılırdık. Sonra Pınar, Ahmet’le. Hemen bizden ayrıldı. Buldumcuk oldular.
Aynanın önünden kalkıyorum. Geçen gün sıkıntıdan aldığım on liralık Çin malı sırt çantasını dolaptan çıkarıp birkaç iç çamaşırı, iki kazak bir de kot pantalonomu koyuyorum. Aynı okuldaki gibi. Sinan bu halimi çok beğeniyordu. Hani siyah kazaklı, anlıyorsun değil mi? Hâlâ kendimi yeni yetmeler gibi, beğendirme çabası mı? En çok beğendiği gülüşümdü. “Gülüşün kulaklarına asılı mı senin” diye sorardı? O zaman sürekli gülümserdim. Şimdi aşağıya düştü dudaklarımın kenarı.
Anahtarla kapı açılıyor. Oktay’dır tabii, kim olabilir? Ayakkablarıyla içeriye giriyor. Her zamanki gibi. Küçük burjuvam benim. Eşkiya dedenin, burjuva babanın, gelecek vaad etmeyen doktor torunu. Böyle söylediğimi duysa anası, babası! Yerlere göklere konduramıyorlar. Tabii adam eşkiya babasının, dağlarda haraca bağladığı köylülerin parasıyla aldığı taşınmazların sayesinde hayatı boyunca çalışmazsa. Mesleği şimdi borsa olursa. Borsa da hisse senedi alıp, grup kurup hisse senetlerinde oynarsa. Bazen tavan yapıyor, malı götürüyorlar, bazen de tutmuyor. Ama şimdi kalan kira gelirlerine dört katı gelir ekliyorlar. Oktay’ın özellikle çocukluğunda, İstanbul’un lüks semtlerinde daireler, en işlek yerde işyerleri varmış. Kira gelirleri acayipmiş. Bitirmişler ama, altından girip üstünden çıkıp. Şimdi lüks semtte kalan iki daire ve bir dükkanla ve borsayla idare ediyorlar! Bir dairenin kirası da bize. Ne bizesi, tabii Oktay’a.
Yanıma geliyor, labada gibi ayakkablarıyla.
-Ne yapıyorsun?
-Sırt çantamı hazırladım!
-Görüyorum…
-Teyzemin safra kesesi sorunu varmış. Hastane falan, ilgilenmem lazım.
Her zamanki ukala tavrı, kaşlarını kaldırıyor.
-Hııı, iyi, ne kadar kalacaksın?
Çok da umrundaydı. Meydan sana kalır işte.
-Çok değil hafta sonu.
-Hafta sonu, hastane iyimiş! Haaa saçlarına n’oldu senin?
-Hiç sıkılmışlar, gezmeğe gittiler.
-İyi! Senin gibi!
Kendi yediğin herzelere baksana sen. Ben yokum diye inadına eve gelir bu daha çok şimdi. İlk zamanlar böyle değildik biz. Mutluyduk! Bütün klişeleri tamamlıyorduk. Mutlu, güzel, kariyerli, zengin çift. Sitede oturuyorlar. Reklamlardaki aileler gibiydik. Balayını Paris’te geçirdik. Sonraki yaz, İtalya, ve İspanya. İspanya’dan sonra egzotik ülkelere gitme kararı aldık. Ama gitmedik.
Yemek pişirmeyi çok seviyordum. İkimiz için çok güzel yemekler hazırlıyordum. Zaten pratisyen olarak kalmıştım. Bütün gün memur gibi reçete yazdıktan sonra eve geliyordum. Yemekler yapıyordum ikimiz için. Balık hariç. Balık kokusu migrenimi azdırıyordu. Oktay’ın magandalıklarının, yavaş yavaş su yüzüne çıkmaya dönemdi. “Ben arkadaşlarla balık yemeye gidicem,” diyordu sık sık.
Sonra bir gece hafif sarhoş geldi. Yine böyle anahtarla kapıyı açtı. Ben karanlık salonda film izliyordum. Yanıma oturdu kaykılarak. Ağzı içki ve üstü başı ucuz kadın parfümü kokuyordu. Çin malı parfümler. Hem de en sinirimi bozan kokusu.
“Git yanımdan,”dedim. Gitmedi. “N’oldu ya kızımmm, bu leeeeğğğ koltuğu niye aldırdın o zaman? Dipdibe oturalım diye değil mi?” Daha çok yanıma sokuldu. Sinirlendim. Ne yaptığı besbelliydi. “Kalk git yanımdan, duş al bari” dedim. “Vayyy anasını sayın seyirciler, kumaş tüccarının kibar, nazik kızı.. Üjj bejjj oğlanın arasında açan, tek gül Birrrrhannnnn Hanımmmm.” Yüzüne baktım, cıvık cıvık sırıtıyor. Nasıl olduğunu anlamadan, indirdim tokadı. Şaşırdı bu. Dondu kaldı. Sarhoşluğu da cıvıklığı da bir anda geçti. Bir anda elini boğazıma geçirdi, sıkmaya başladı. Gözlerini patlattı. Deli gibi öksürüyordum. “Bana bak kızım, bir daha bunu yaparsan gebertirim seni. Kimsin sen?” Eliyle boğazımı ittirdi. Ceketini alıp, defolup gitti pezevenk.
O gece uyuyamadım. Onun yüreğinin acısını dindiren ilacıydım güya, bir zamanlar. Benim yüreğim o gece sabaha karşı mideme atlayarak intihar etti. Ölü yüreğimi midemde gezdirmeye başladım. Midem kasılıyordu sürekli.
O günden sonra her şey değişti. Reklamlar bitmişti. Haberler başlamıştı. Acı gerçek, şiddet ve bütün bunlara uyuşarak alışmış ben.
Nasıl değişti anlamadım? Bir hafta konuşmadım. Her gece ağladı karşımda. Hiç abartmıyorum, çocuk gibi sümükleri aka aka ağladı, yalvardı. Barıştık. Sonra o yine Çin malı kadın parfümü kokmaya devam etti. Telefon açıp “ben balık yemeye gidiyorum bu gece” diyordu sık sık.
Alıştım bende, köpek gibi alıştım hem de. Evlilik alışkanlıktır diye okumuştum bir keresinde. Evet öyle. Bir tecrübeli köpek yazmış ya da söylemiş olmalı.
Yine yemekler yapmaya devam ettim. Nette gezmeye başladım sıkıntıdan. Yemek bloglarını keşfettim, ben de açtım. Heyecan verdi bana. Yorumlar, istatistikler. Bugün kaç yorum aldım, istatistiğim kaç? Unutmuştum Oktay’ı. Hatta geç gelmesi daha çok işime geliyordu.
Sonraları yemek yapmaktan da blogdan da sıkıldım. Eline, aklına, yüreğine sağlık diyorlardı yorumlarında. Yemek tariflerini karıştırıp kendi usulümce yemekler uyduruyordum çoğu zaman. Başta hoşuma gitse de; yüreğimin, aklımın içinde edeyim diyordum.
Küfür etmeyi öğrendim. Arabadayken en çok. Trafikte sinirlenip basıyordum küfürü. Kim öğretti bana. Oktay mı, ben mi öğrendim karar veremiyordum.
Blogdan sonra edebiyata yöneldim. Başka hayatlar, başka hikâyeleri okudukça kendim aklıma bile gelmiyordu. Deli gibi okumaya başladım. Ya film, ya okuma. Evli bekârlar kervanına katılmıştık, nasıl bu değişimi yaşadığımı anlamadan hem de. Bizi görenler kıskançlıkla bakıyorlardı. Bizi yaralayacağını sandıkları için de, “eee hadi artık, sizde çocuk yapın” diyorlardı…
Oktay… işte yine beter sesi
-Arabayla bırakayım mı, seni?
-Hayır taksi çağırıcam.
-İyi, iyi yolculuklar…. Teyzene selam. Haaa dönmüyor mu mu onun inek oğlu hâlâ Amerika’dan.
-Hayır! Dönmüyor.
Hazırım. Taksiyi çağırıyorum. Dudağıma yalandan bir öpücük. Ben de.
-Hoşçakal.
Koridora doğru ilerlerken “iyi yolculuklar” diyor arkasına bakmadan.
Arkama bakmadan daire kapısını açıp, asansöre yöneliyorum. Düğmeye basıyorum. Beklerken ilk taşındığımızda kırık beyaz olan duvarların, griye döndüğünü görüyorum. Yönetim paraları cebe indiriyor. Hâlâ bir badana yapılmamış. Değiştirmek lazım. Kırık beyaz değişmiş çoktan.
Otogarda iniyorum. Bilet ayırtmadım. Bu karda buzda yolcu sayısı fazla olmaz diye düşünüyorum, ama var. Bir otobüs firmasına gidiyorum. Mavi gömleğinin manşetleri yıkanmaktan eprimiş, telaları çıkmış esmer genç bilet satıcısı bana, orta kapıyla, arkada yer kaldığını söylüyor. Orta kapı işime gelmez. Muavinin servis alanı. Sürekli girer çıkar. Zaten uyuyamam gece otobüste, tam sabaha karşı uyurken uyanmak da işime gelmiyor. Arkalardan bilet alıyorum. Yanım satılmış önceden. Yirmi dakika var kalkmasına. Büfeden bir paket sigara, bir de uykusuz alıyorum. Ne zamandır almamıştım. Okurum şurada sigarayı içerken.
Başım nasıl üşüyor. Beremi almayı unutmuşum. Dolaşıyorum. Bir adam seyyarda orlon bere, eldiven, atkı satıyor. On liraya orlon siyah, upuzun bir bere alıyorum. Tuvalete gidiyorum. Kadınlar başıma, saçsızlığıma bakıyor. Aldırış etmeden, bereyi takıyorum, nasıl durdu? Oğlan çocuğu gibi hissediyorum kendimi. Berenin uzunluğu saç gibi arkamda.
Beş dakika kalmış. Perona gidiyorum. Hâlâ gelenler var. Bagaja valizleri yerleştiriyor muavin. Ben vermiyorum sırt çantamı. Sabah vardığımda hemen inip gitmek istiyorum teyzemin evine.
İnşallah öğrencidir yanımdaki diye dua ediyorum. Yaşlı ya da orta yaşlı meraklı bir kadın hiç çekemem şimdi. Nereye gidiyorsun? Ne yapmaya? Mesleğim, kocam, çocuğum… Otobüste yan yana oturunca böyle bir aşırı ilgi, alâka. Aynı kişilerle asansöre ya da tramvaya binince, herkesin gözü uzak ufuklarda. Bu acayip ikilem yan yana durumu beni rahatsız ediyor. Yol uzun olunca birbirimize yarenlik ederiz. Dar zamanlarda kimse birbirini görmüyor. Oysa herşey garajdan, anayola çıkana kadar. Ne kadar herşeyini öğrense de herkes kendi yoluna, içine dönüyor.
Yanımdaki yolcu gelmiş oturmuş bile. Ohhh öğrenci. Çoktan cep telefonunu açmış, kapalı değildir ki zaten. Acele acele parmaklarıyla mesaj yazıyor. Bacaklarını uzatmış, biraz toparlanır gibi oluyor. Yüzüme bakıyor, yanına kimin geldiğini anlamak ister gibi. Alt dudağını üst dudağına doğru çekiyor, gözlerini yumarak kısa selam veriyor. İlişme bana! Sen de!
İyi o da konuşmak istemiyor.
Otobüs hareket ediyor. Dışarıda hava sıcaklığı, içeride bizim hava sıcaklığımız. Sıcağımız yerinde koltuklarımız konforlu, muavinimiz her zamanki hızlı konuşan muavinlerden. Güzergahımızı anlatırken, İstanbul’a varacağız neredeyse.
Otobüs önce nazlı çıkıyor yola. Fonda hafif Türk pop müziği. Saat 11.45. Saat tutma oyunumu oynarım. Kimse benim oyun oynadığımı anlamaz. “Zaman nasıl çabuk geçti oyunu.” Otobüs yolcuklarında geçmeyen zamanı, geçirme oyunu.
Eskişehir’i arkada bıraktık çoktan. Kağıt bardaklarda çay ikram ediyorlar. İçmiyorum. Muavin mavi büyük poşetle çöpleri topluyor. Otobüs daha da hızlandı. Bu karanlık boşlukta dünyanın merkezine mi yoksa kıyısına mı yolculuk ediyoruz? Arada yanımızdan hızla serseri bir kurşun gibi arabalar geçiyor.
Yanımdaki öğrenci bir müddet daha telefonuyla oyun oynadıktan sonra, kulaklığını takıp gözlerini yumuyor.
Başımı arkaya yatırıyorum. Geçmişe doğru. Saçlarım yok ama düşünüyorum. Bu kez düşünceler kötü değil. Eski güzel günler.
Sinan’ın ayrıldığı gün geliyor aklıma. Belki de yüreğim mideme atlayarak o zaman intihar etmişti. Oktay beni bitkisel hayata döndürmüştü. Bilmiyorum…
Otobüsün yavaşladığını hissediyorum. Sağa sola yalpa yapıyor. Uyumuyorum sandım ama uyumuşum. 20 dakikalık ihtiyaç molası. İyi oldu. Uyuşmuş ayaklarımla tuvalete yöneliyorum. Sıra beklerken yüzüme bakıyorum, kara sarı olmuş yüzüm. Gözlerimin altı torba torba olmuş. Herkes sıra derdinde. Arkamdaki kapı hemen açılıyor. Çıktıktan sonra midemin kazındığını hissediyorum. Mercimek çorbası ve sıcak poğaça alıp bir masaya oturuyorum. Sadece kırmızı mercimekten mamûl mercimek çorbası. Yok bir de sebzeli yapacaklardı. Hasır sepet taklidi plastik sepetten, kof gibi beyaz ekmekleri katık ediyorum. Kalkıyorum çay alıyorum, henüz soğumamış poğaçayla yiyorum. Çok iyi geliyor. Sigara yaksam mı, yakmasam mı? Hava öyle soğuk ki. Buz gibi havada? Dayanamayıp iki fırt. Berem var ya, korur kafamı. Gerçekten iki fırt çekip otobüse yöneliyorum. Birazdan öğrenci de geliyor. Otobüs hareket ediyor.
Sabah ışığıyla birlikte, kalabalık duraklarda işçiler memurlar bekliyor. Her yanı devasa siteler doldurmuş. Ne çabuk, anlamadan oluyor bunca değişim?
**Şefkat Hanım**
“Bıdıkk Bıdıkkk, bıdıkcımmmm, bak kim gelcekmiş? Ama yapılır mı böyle, sen söyle Bıdıkcım? Hiç sabah sabah otogardan haber verilir mi, ben İstanbul’a geldim, birazdan evde olurum” diye. Önceden haber verse ne güzel kahvaltı hazırlardım. Evde sadece kurumaya yüz tutmuş peynir, sele zeytini var. Bereket İsmail’in sevdiği reçelleri yapıyorum hâlâ. Ne severdi rahmetli vişne reçelini. Özlem portakal, Birhan incir reçelini severdi. Kireç kaymağına yatırırdım. Oğlanlar ne bulurlarsa yerlerdi. Hiç ayırmazlardı. . Şimdi kim kaldı ki evde, hiç kimse; yapıyorum yine. Hiç değilse eski günler gibi kokuyor reçel yaptığım günlerde ev. O huzuru duyuyorum, o günler geri gelmiş gibi.
Hay Allah, Bıdıkcım senin düşmanları unuttuk Birhan’ın telefonunla. Gidip onlara mamalarını vereyim. Mutfağa yürüyorum. Küçük sayılabilecek güzel mutfağım benim. Özlem geldiğinde zorla Ikea’dan şu galvaniz açık rafları aldı. Dolapların içi rahatladı. Gerek yoktu ya! Ona kalsa yıktırıp yeni mutfaklardan yaptıralım diyor. Zannediyor ki, ben ustalarla uğraşamam da, ondan yenisini yaptırmıyorum. “Vallahi anne, beş günlük izin alır gelirim, yıktır, yenisini yaptır” diye ısrar etmiyor mu nasıl sinirleniyorum. Bu turuncu papatyalı fayanslarım, beyaz seramik lavabom. Sedat’la beraber seçmiştik. Müteahhite “hayır bu olacak” diye nasıl diretmişti İsmail. Lavabo çatladığı zaman bu harcı buraya rahmetli karıp, sıvamıştı. Anlamıyor ki beni Özlem. Kala kala elimde bunca insandan; bu eşyalar, dolaplar, danteller, biblolar kaldı. Onları da atar yenilerini alırsam kendimi alzehimer olmuş gibi hissederim, Allah vermiye.
En sonunda söyledim Özlem’e bütün bunları. Gözleri dolu dolu oldu. Söylemek istemiyordum oysa. Bu gençler halden anlamıyor, illa kendileri çok iyi biliyor, biz hiç bilmiyoruz. Son sistem, son sistem. Herşeyi değiştirelim. Ahhh ahhhh!
Kedi köpek mama satıcısının verdiği bu ölçülü bardaklarda ne iyi oluyor. Ne kadar yediklerini daha iyi anlıyorum. Büyük olanla bir buçuk ölçü, küçük bardakla iki ölçü. Poşete koyuyorum. Allah vermiye de, o deli Melahat’la karşılaşmayayım. Her gördüğümde aynı terane. Zır zır zır. Bu soğukta, karda buzda donsun mu zavallı hayvancıklar? Pislik oluyormuş! Kara, tüyleri diken diken, kafası büyük olan kedi ödlerini koparıyormuş. Onun için zehirleyeceklermiş onu. Allah sizi bildiği gibi yapsın inşallah! Bereket yüksek girişte oturuyorum. Her sabah on altı merdiven inip çıkıyorum ya, olsun.
Bu kireçlenme belası yüzünden doğru dürüst çıkamıyorum. Duvarlarda ne korkuluk var, ne bir şey. Duvara nikel boruyu ben taktırdım, gene yaranamadım. Apartmanın bütünlüğünü bozmuşum da, kapı tırabzanlar demirmiş de, nikel boru nerden çıkmış? Badana için para toplamaz pislikler. Yapılan iyi bir şeyi de mundar ederler.
Sokağa iniyorum. Ayyyy hava ne soğuk. Karlar erimeye yüz tutmuş. Hiç değilse trafik açıktır da, kız gelirken zorluk çekmez.
Pisi pisi pisi pisisiii…. canımmm, bitaneciiim, acıktın mı sen? He güzelim? Dur sana da bir avuç vercem. Dur! Dur, dedim Cingöz, Sarman’a tebelleş olma, dur, sana da vercem… heh yiyin bakayım kıtır kıtır. Aferin size.
Kalkıyorum. Sağa sola bakıyorum. Oh! Neyse ki kimse yok görünürde. Bu soğukta evin içinden kimse çıkmaz. Ne temizlik yapar, ne çiçek sular ne de camdan bakar aylak aylak.
Zar zor, on altı merdiveni çıkıyorum. Daire kapamı açıp içeri giriyorum. Çay koymalı şimdi. İnşallah Birhan’da geldiğinde “amannn Teyze, bari değiştir şu alüminyum çaydanlığı” demez. Bazen de ellerinde hediye niyetine alıp, getiriyorlar. Kızların eski odasındaki dolaba koyuyorum ben de. Bir başkasına da hediye götüremiyorum. Onlar da hatıra oluyor. Bu ev hatıralar evi. Onca kalabalıktan bir kişi bile kalmadı. Nasıl da gittiler birer birer.
Birhanım bergamotlu çayı sever benim gibi. Keşke bir poğaça yoğuracak zamanım olsaydı. Yapsam mı acaba? Sıcak sıcak yer şimdi. Hadi çıkar Hayriye, unu. Dolaptan un kavanozunu çıkarıyorum. Kabartma tozu, yoğurt, yumurta. Karıvereyim. Ne de güzel oldu mübarek hamur.
Duvarda İsmail’in, kızların, oğlanların, kardeşimin kocasının fotoğrafları. Az ilerdeki ilkokulun karşısına kırtasiyeci açılmış. Geçen albümleri karıştırırken, çıkardım bazılarını. Gittim kırtasiyeciye büyüttürerek fotokopisini çektirdim. Kocaman bir sayfa büyüklüğünde oldu küçücük fotoğraflar… O küçücük fotoğraflarda zorla gördüğüm gözlerini bir anda görünce nasıl etkilendim. Sanki canlanıp da bana bakıyorlar. Astım duvara. Duvarkağıdına toplu iğneyle tutturuverdim. Şimdi kalabalığız işte, eski günlerdeki gibi. Sedat, iyi insandın. Seninle her yaşadığım günde, iyi ki dedim. En çok da Birhan ve ağbilerine sahip çıkınca. Küçücük kaldı kız, on bir yaşındaydı annesi babası gittiğinde. Oğlanlar gene büyüktüler. Bora Birhan’dan yedi yaş büyük, Başar onbir yaş büyük…
Nerdeyse Birhan’da gidiyordu onlarla. O melun gece. Nerden çıktı o düğün? 12 Eylül’den sonraki sıkıyönetim yılları. Offf, offfff….
Immmm mis gibi kokmaya başladı poğaçalar. Çayın altı kaynadı. Sehpaların üzeri de tozlu ya. Neyse artık! Misafir değil ya gelen, kızım benim.
Televizyonu açayım. Haberlere bakmalı. Ne var, ne yok? Hiç olmaz olur mu? Ne zaman? Kara bulutumuz hiç eksik olmaz bizim. Herkese değer bu kara bulutlar. Herkesin canı yanar. Offff offf!”
**Birhan**
Ayaklarım buz gibi oldu. Eskişehir’de soğuğa alıştım diyordum ama, erimiş karlar insanın ayaklarını nasıl da üşütüyor. Hiç bagajın önüne gitmeden, sırt çantamla servise gidiyorum. Bırrrr hava buz gibi. Hele sabah ayazı.
Oh iyi servis boş henüz. En öne atayım kendimi. Şehrin kıyısından geçerken etrafı izlemeyi seviyorum. Birer birer yolcular gelmeye başlıyor. Bazıları servis kalkana kadar dışarda sigara içiyor. Benim midem büzüşmeye başladı. İçecek halim yok. Canım da istemiyor zaten.
Servis doldu. Şöför geliyor. Sanki pilot gibi yolculara bakıyor. Bir başka şehirden değil de, bir başka gezegenden gelip, kente entegre olmak ister gibi biz de trafiğin arasına karışıyoruz. Yabancılığımızı trafikteki herkes biliyor. Oysa servisten indiğimi anda biz de buralı olacağız. Hızla koşturmaya başlıyacağız. Ağır olmaya gelmez burda. Şimdi Seç Turizmin elemanlarıyız. Ne kadar ironik bir otobüs firması ismi. Biz mi seçtik, seçileceğiz mi? Off hadi başla şimdi nerdeyse otobüs firmasının isminini, fill çekimini yapcaksın, sabah sabah.
Teyzem nasıldır acaba? Sesi telefonda her zamanki gibi yorgun ve kırık geliyor. Kolay mı yetmiş beş yaş. Kolay mı onca gideni uğurlamak. Birimiz de bari şu şehirde kalsaydık ya. Hepimiz savrulduk kaldık. Kaşlarım düşmüştür şimdi benim. Ağlama ayarına almışım gibi olurum kendimi. Hadi Birşen düzelt şu kaşlarını saçını başını…
Ah geldik işte. Özlemişim. İniyorum. Elimde çantam, mahalleye giriyorum. Hemen caddenin bir arkasındaki bu apartman. Çocukluğumun, ilk gençliğimiz, geçiş sürecim. Ben kendi evimizden ayrıldıktan sonra hiç bir yere ait olamadım. Ne buraya, ne Eskişehir’deki öğrenci evine, ne de kendi evim diyeceğim o eve. Aitlik hissim kayboldu. Bu dünyaya düşmüş bir yabancı gibiyim.
Apartmanın önündeki kediler büzüşmüş. Teyzemin kedileri. Gülümsüyorum. İlk karşıma çıkan onlar. Eğilip başlarını seviyorum.
Apartmanın kapısını açıyorum. Demir kapı aynı. Beni çocukluğuma götürüyor. Hiç değişmesin bu kapı. Ama boyamışlar. Hem de kaçıncıya. Şekiller çizmiştik üzerine Özlem’le, nasıl kızmışlardı bize apartmandakiler de, eniştem boyatmıştı. Bu kapının önünde Özlem’le evcilik oynardık. Duvardaki badanalar yer yer dökülmüş. Posta kutularını değiştirmişler. Geçen geldiğimde eski posta kutularından ikisi çürük diş gibi sallanıyordu. Halbuki onları yeniden çaksalardı ya. Demirdi onlar. Şimdikiler plastik gibi, hafif. Her an kalkıp gidecek gibi bir hali var. Eskiden mektuplar gelirdi harbi harbi. Şimdi yükte hafif pahada ağır faturalar geliyor sadece. Nikel boru yapılmış. Merdivenin sağ tarafına yapıldığına göre kesin teyzem yaptırmıştır. Her sabah kedilere mama veriyor. Kadın artık baya yaşlandı. Özlem’in yanına Ankara’ya taşınsa. Özlem artık oradan dönemez. Dışişleri’nde çalışıyor, nasıl gelsin. Çocukların okulu, kocası…
**Sinan**
Hava aydınlandı çoktan. Yataktan hiç kalkmak istemiyorum. Halbuki Birhan, burada… Beş seneden beri görmüyorum onu. En son okuldan bir arkadaşın nikahında karşılaşmıştık. Şimdi sadece bir haftadan beri görmemişim gibi hissediyorum. Yüzü silindi gözlerimin önünden. Gözümü kapatıyorum. Karanlık fona yüzünü oturtmaya çalışıyorum. Belli belirsiz. Böyle birşey olabilir mi? Olur! Ama elleri çok net aklımda. Yenmiş tırnaklı, uzun parmaklar. Bütün duygularını ellerinden anlardım. Mutluluğunu, gerginliğini, rahatlığını…
Karşımda her gün giymeye mahkum olduğum takım elbisem. Annem Koçtaş’tan elbise askılığı almış, takım elbiseyi oraya asıyor. Sanki dolapta yer yok gibi. Niyeti belli. Zorla yaptığım işin sorumluluğunu üzerimde hissetmemi istiyor. Baskılıyor beni.
Biraz doğrulup, yatağın içinde sigara yakıyorum. Hiç haz etmediğim takım elbiseye ve o iğrenç kösele ayakkablara bakıyorum. Bunun içinde hiç bir zaman ben olmadım. Eli çantalı, bol çene yapmaya çalışan; eczane, sağlık ocağına git katalog ver, kredi şartları, fiyatlarda meydana gelecek olası değişiklikleri anlat… siparişleri al, rapor hazırla ve Gültekin beye ilet… Gültekin beye illet ol! Ben kendime mi illet oluyorum n’oluyorum, bilmiyorum?
Şimdi bir Rus ruleti yapsam. Birhan arayana kadar sigara iç, o arada da çoktan beni bırakmış, belki de hiç bir zaman bünyesine almamış işi bırak. Neden olmasın?
Kalkıyorum. Bütün teknolojik değişime inat atmadığım seksenlerden kalma teybe, Esin Afşar’ın Eflatun Bir Ölüm şarkısını koyuyorum. Kırgınım, saçılmış bir nar gibiyim / Sessiz bir ırmağım geceden / Git dersen giderim kal dersen kalırım / Git dersen kuşlar dönmez güz kuşları / Aynı gökyüzü aynı keder / Değişen bir şey yok ki / Gidip yağmurlara durayım / Değişen bir şey yok ki / Söylenmemiş sahipsiz bir şarkıyım / Belki de resimlerde kalırım / Belki esmer bir çocuğun dilinde / Git dersen giderim / Aynı gökyüzü aynı keder / Değişen bir şey yok ki / Gidip yağmurlara durayım / Değişen bir şey yok ki.
Sözleri söylemeye çalışıyorum. Seni yaktıklarından beri de değişen bir şey yok be Behçet Abi. Hüzünleniyorum. Esin Afşar’ın sesi mi, şarkının sözleri mi, yoksa ben mi hüzünlüyüm. Bilmiyorum.
Git dersen giderim Birhan, giderim… komidinde duran Birhan’ın lise yıllarından kalma fotoğrafına bakıyorum. Mona Lisa gibi. Bir yanı gülümsüyor, diğer yanı kırık. Beş sene önce nikahta gördüğüm zamanda aynı böyle gülümsemişti.
Annem kahvaltıya çağırıyor. Kızarmış ekmek kokusu sarmış mutfağı. Kızarmış ekmek kokusu mu hayata çiviliyor beni. İsa gibi, çivileniyorum çarmıha.
Annem bugün koro çalışmasına gidecekmiş. Babam gidince kadın kendini sokağa attı resmen. Bütün kadın aktivitilerinin içinde. Sır kitapları, kuantum zırvaları, kurslar.. Zamanı öyle bir geçirmeye çalışıyor ki, hızlı çekimdeki anne. Annem hızlandırılmış yaşamda. Babamın yıllar süren kıskançlık kisvesi altındaki bencilliğinden sonra kadın dizginlerinden kurtulmuş gibi. Yaşayamadığı gençlik yıllarını böyle yaşıyor. Yapı marketler, eve sürekli tadilat, Ikea mutluluğuna mutluluk katıyor. Ama ona kalsa babamla hep mutluydu. Hep -mış, -muş oyunu oynadı. Türkiye gibiydin Anne o zamanlar. Hep gülen yüz. İçini saklar. Kol kırılır yen içinde kalır, kan kusup kızılcık şurubu içtim. Gerçek anlamda mutlu olduğunuz zamanlar evlendiğiniz ilk bir yıldı. Evet biliyorum…
Mırıldanıyorum. Git dersen giderim / Aynı gökyüzü aynı keder… Annem “nereye gideceksin?” diye soruyor. “Hiç, hiç biryere değil” diyorum. “Haaa öğleden sonra dışarı çıkıcam, gece geç gelirirm” İyi bende Sevim hanımla yapı markete gidicez” Bana bakıyor. “Gene içmişsin sabah sabah sigaraları, leş gibi kokuyorsun”
“Git dersen giderim Anne, sıkma canını anne” diyorum içimden. Kalkıyorum sofradan. Arkamdan “sana da bir şey söylemeye gelmiyor” diyor.
Banyoya gidiyorum. Altı ay önce temizlettiğim halde yine sararmaya başlayan dişlerimi fırçalıyorum. Meslek icabı sağlıklı, temiz, yakışıklı görünmek lazım. Yinelemeli bunu. Sigaranın dişçilere yararı! Artık kendim için. Bilmiyorum ki gidecek miyim kalacak mı? Yüzüme bakıyorum. Oldukça beyazlamış kıvırcık saçlarıma. Bulaşık telini andırıyor. Biraz kısaltmalı. Neden? Hani işten çıkacaktın? Hani karar vermiştin? Sigara paketi bitmediği için mi kararını vermedin?
Sırtımda yıllardır giydiğim ucuz hırkam. Bunu aldığımda bu kadar çok giyeceğimi tahmin etmemiştim. Kullan at gibi gelmişti. Belli olmuyor bazen çok kaliteli bir eşyaya, giysiye kanım kaynamıyor, iki kere giydikten sonra bünyem kabul etmiyor, giymiyorum. Dolabın köşesinde duruyor. Annem her seferinde “yazık, onca para döktün giymiyorsun, nasıl da güzel duruyor üstünde” diye söylene söylene birilerine veriyor. Eşyada insanlar gibi, bazıları ne olursa olsun sebepsiz kanımız kaynamıyor, gıcık oluyoruz, bazılarını ise yıllar daha da alışkanlıkla birbirimize sürüklüyor. Ayrılamıyoruz bir türlü. Niye ayrılalım ki?
Biz Birhan’la ayrı mıyız? O, kocasıyla hayatı paylaşıyor mu? …. paylaşsa beni görmeye gelir mi? Birhan’ın fotoğrafına bakıyorum. Kızın bir gecede değişen hayatını düşünüyorum. On bir yaşında. Çok basit. Herşey çok basit bir şekilde değişmiyor mu hayatta? Biz de herşeye aynı basitlikle alışmıyor muyuz?
12 Eylül’den sonraki sıkıyönetim zamanı. Gece 12 den sonra gece dışarı çıkış yasağı. Bir düğüne gitmiş annesi babası. Birhan’ da gidecekmiş. Son anda grip olunca evde kalmak zorunda kalmış. Dönüşte arabalarının lastiği patlamış. Adam değiştirmiş ama saat ilerleyince askeri kontrole yakalanmamak için basmış gaza. Sonra, sonra direksiyon hakimiyetini kaybetmiş ve araba takla atmış..
Bu kadar. Hepsi bu kadar basit işte. Bir süre Birhan ağbileriyle Ankara’da yaşamış ama yapamamışlar. Sonra teyzesinin evine gelmiş bütün çocuklar. Yüz kırk metrekarelik ev tenhayken birden yurt halini aldı diyordu gülerek. İlk bir yıl çok zor geçmiş. Sınıfta kalmalar, bunalımlar falan. Sonra sonra alıştım diyor. Hepimiz; ağbimler, Özlem’in ağbisi, Özlem hep birlikte devam ettik. Dersler hayatımızdı. Sanki varlığım böyle başlamıştı ve ondan öncesi yoktu diye anlatmıştı.
Cep telefonum kapalı, açıyorum. O kadar Birhan’ı düşün, geleceği gün telefonu açma. Aramamıştır ki. Evet, aramamış. Sigara paketini yarım bırakıyorum. Rus ruletini tamamlamıyorum. Araftayım bugün.
Traş olsam mı? Hiç sevmiyorum sinek kaydı suratımı. Traş olmasam Birhan ona önem vermediğimi düşünür mü? Hayır, birbirimizi tanıyoruz. Olmuyorum. Kot pantolonumu, üzerine kazağımı giyiyorum. Saçımı düzeltiyorum. Hayır karıştırıyorum elimle. Gocuğumu giyerken telefon çalıyor. Bakıyorum Fevzi. Offf. Dışarı çıkalım mı diyecek? Buna da söylenmez ki Birhan’ın geleceği.
Alo
N’aber moruk?
İyi, sen?
Hadi dışarı çıkalım, pinekleme pazar pazar.
Zaten çıkıyordum bende
İyi o zaman, bak seni çok şaşırtacak bir yere götürücem.
Hayır istemem
Tamam lan, az kalcaz bak. Yarım saat, yeri göstercem sana.
Kurtuluş yok. İyi diyorum. Köşede buluşuyoruz. “nereye?” “Ne işin var, yine kitapçıları mı dolaşacaksın?”
“Hayır, bir arkadaşı görcem” “Ooooo kim bu hatun?” “Yavşaklık yapma lan, hatun falan değil.”
Yalan söylüyorum mecburen. Bu yavşağın diline düşmektense, bok çukuruna düş daha iyi. Konuyu kapatmak istiyorum. “Neymiş göstereceğin şey” diyorum. Heyecanlanıyor hemen. Aşağıda çarşıda bir kafeterya açılmış. Sahibi kadın. “N’olmuş lan manyak, kadınsa. İyice abazanlaştın sen.” “Dur o’lum, kadın türbanlı.” “Eeee n’olmuş diyorum. Sanane elin kadınından. İster türban takar, ister takmaz. Geçimini sağlayamaz mı?” “Hayır, dur bee kadın fal bakıyor kafede. Biliyor da, valla” Heyecanla tuttuğu kolumdaki elini, ittiriyorum. Sinir geldi bu pezevengin salaklıklarından. “Git baktır falını.” İçimdekini dışımdan söylüyorum. “Git baktır lan falını, götürme beni falcıya falan” Kadının kocası uzak yol kaptanıymış o’lum. Kadın kocasından gizli açmış kafeyi. Zaten erkek kardeşiyle beraber. “Manyak mısın sen geri zekalı, kadının seceresini çıkardın, taktın türbanlı diye kadına. Dur be o’lum kadının kocası hödüğün teki belli. Erkeklere fal bakarken bir cilvelenmeler, bir nazlar. Susturuyorum, çekemeyeceğim bu abazanı…
Basıp gidiyorum Fevzi’nin yanından. Harbiden manyak bu. Sabah sabah sinirimi bozdu. Sahile gidiyorum. Her yer tenha. Bank ıslak. Islak olmasaydı otururdum diye düşünüyorum. Kahveden İçeri giriyorum. Garsonlar yeni temizlik yapmış. Yorgun ama koşturuyorlar, kendi aralarında atışıyorlar.
Şimdi, tam da şu anda yaşamın değişiyor mu? Hayatımın hikâyesini dinlemeye meraklı birini çevirsem, “çaylar, kahveler benden abicim” desem; hayatımı anlatsam adam, “abi yaaa, senin hayatında tam romanmış” der. “yazsana hayatını” der. Ama bu beni tanımamasından, her gün görmemesinden kaynaklanır. Halbuki hayatımı çocukluğumdan beri bilen, her gün, gün be gün annem sayesinde beni bilen Mualla Teyze için benim hayatımda hiç bir değişiklik yok. Kendisi için de bu böyle. Mualla Teyze’nin İsveç’teki oğlu beş sene gelmeyince öz annesine yabancılaşıyorken hem de… Hayatımı anlattığım adamın hayatını dinlesem, “oooo abicim hayatın romanmış senin, yazsana bunu” derim.
Yaşarken günler birbirine zincir zincir eklenirken, onları anlatırken her şeyi tersine döndürüyoruz.
Yaşamımda ne değişti? İnsanlar, mekânlar, dekorlar değişti. Bir çok insan tanıdım. Kimi kalıcı kimi gidiciydi. Bu değişmeyen olaylarda, her şey tuhaf bir şekilde evriliyor.
İşte şimdi ben: düşünmediğimi sanırdım, artık boş boş tavana bakmadan da düşünebiliyorum. Yoksa hep böyle yürürken de düşünüyor muydum? Ondan mı yürümeyi seviyordum.
Taksim’deyim şimdi. Hayatım bugünden sonra değişecek mi? O gelecek, ve hayatım değişti diyecek miyim? Hâlâ aramadı. Bende aramıyorum.
Fransız Kültür’ün yeşil korkuluklarına doğru yürüyorum. Sanki burada buluşacak gibi. Yıllar sonrasına burada söz vermiş gibi. Onunla bu oyunu oynamayı kararlıyım. Telefon açmadan haberleşme oyunu. Acı yeşil korkulukların önünde bekliyorum. Ağzımdan soğuktan dumanlar çıkıyor. Sağa sola bakıyorum. Karşıda bir kozmetik mağazası.
İnsanlar, hayır kadınlar girip çıkıyor. Göz boyamaca oyunu oynamak için mi alıyorlar onca boyayı. Kızılderililer gibi. Biz Birhan’la Kızılderililer gibi hislerimizle buluşucaz, onlar Kızılderililer gibi savaş boyalarını sürecekler. Yaşamda boyalarıyla savaşan, savaşabilen kadınlar. Boyasız savaşan kadınlar…
Bütün bunları düşünürken, burada alınyazımın değiştiğini hissedebiliyorum. Bu hissediş kolumun yavaş yavaş seyirmesi gibi.
Yeşil demir korkulukların acılığı, içimdeki neşe gibi; aynı acılık. Geldiğinden beri aramadı. Evet ama buraya geleceğini biliyorum.
Halbuki bu şehirde hiç mazimiz olmamasına rağmen. Mazimizi burada başlatmaya karar veriyoruz.
Çevremde bir çok insan var. Hiçbirini görmüyorum. Ama seslerini duyuyorum. Hızlandırılmış kamera çekimi gibi. Ben büyüyorum bu insanların içinde. Bu kadar önemli miyim? Hayır, sadece onlardan biriyim. Biten sigaramın elimi yakmasıyla ürperiyor, kendime geliyorum. Umutsuzluğumu hissediyorum. Dostum Dosto geliyor aklıma. İnsanı hayal kırıkları değil, yaşanması mümkünken yaşayamadığı mutlulukları üzer diyordu. Kime? Bana tabii, bana. Ben bırakıp gitmedim mi okulu, Birhan’ı. Her şeye noktayı koyan ben değil miyim? Oktay yavşağınla evlenmesine ben sebep olmadım mı?
Şimdi bu kalabalığın kenarında, sırtımı yeşil korkuluklara vermiş, bu yeşilin acısı gibi olan neşemi sorguluyorum. Saatime bakmadan saatin on bir olduğunu anlıyorum.
Burada durmak çok anlamsız. Aşağı doğru yürüyorum. Göz alıcı vitrinlere, tiki kızlara, ev kadınlarına, çalıştıkları her halinden belli asık yüzlü insanlara bakıyorum bir bir. Herkes kendi aleminde. Hep gelecekten bir şey bekleyerek geçiyor çoğunun ömrü. En çok da gelecekten mutluluk bekleyen kronik mutsuzlara gülüyorum.
Her şey emek ister. Emek deyince unutulmaz, sakız gibi uzatılan repliği hatırlıyorum. Sahi sevgi neydi? Emekti be biraderim, emek. Sevgi emek miydi sahi? Belki. Ama aşk emek değildi. Bu sözü suyunu çıkaran kadar kullandıkları için nasıl sinirleniyorum, her şeyin içini boşatmada üstümüze yoktur bizim.
Yeni AVM nin önüne geliyorum. İçeriye girmekle girmemek arasında kararsızım. Ne var ki içinde? Solda göz boyama dükkanı. Yaşlanmaya yüz tutmuş kadınlara umut satan kremler, genç kızların güzelliğini gölgeleyecek boyalar.
Karşısında bir tişörtün elli tl ye satıldığı spor mağazası. Ne ara oldu bu Emek işleri? Şimdi önüne oturmuş, kendi kendime şikayet ediyorum. İçi boş buranın, boş. Çoğu zaman en üst kata içini doldurmaya çıkıyorum. Herkes öyle yapıyor. Böyle emeğe…
Üç, hayır üç bile değil iki saat sonra muhtemelen Birhan’ı göreceğim. Gizli gizli neler umduğumu biliyorum. Oysa Birhan’ın benimle beraber olmayı istemediğini iyice bilmem lazım.
Ara sokakta bir kahveye gidip oturuyorum. Garson geliyor. Yüzü binbir kırışıkla dolu. Hareket eden dudaklarını görüyorum sadece. Ellerine bakıyorum. Çok sert duruyor. Garsonluğa gelene kadar hangi mesleklerden geçtiğini düşünüyorum. Mesleksiz olduğu için çok meslekte çalıştığını düşünüyorum. Serbest meslek. Ülkemizdeki en revaçta meslek. Kibar oluyor böyle söyleyince. Ama bu adamın elleri kibar değil, kaba, sert.
Garson tekrar sıkılmış kabaca ne içeceğimi soruyor. “Çay” diyorum “Çay. “ Kaşlarını kaldırıp gidiyor. “Ne beklettin lan, onca saat” demiştir kesin. Karbonatlı çayı içiyorum. Bardak yüksük kadar. Fincan fincan çay içmeye alışmış bana bir yudum gibi geliyor. İyi oluyor. Sabırsızım bugün zaten. Kalkıyorum yürümeye çalışıyorum kalabalıkta. Sokak müzisyenlerine takılıyorum. Birhan gelecek ve ben. Müzisyenler, çay, emek… iyi iş. Hayır, bunun böyle olması gerekiyor.
**Birhan**
Teyzemle kahvaltı yaptıktan sonra evden ayrıldım. Kırıldı biraz. Gece beraberiz dedim ama nafile. Anladı sadece onu görmek için gelmediğimi. Zaten canı sıkılıyor. Sıkıntıdan, yalnızlıktan nasıl da bütün eski fotoğrafları büyütmüş asmış duvara. Bu ev, bu eve her girişimde tuhaf oluyorum. Hayatım çok değişti sanırken bu eve girince duygularımın değişmediğini anlıyorum. Fotoğraflara tek tek bakıyorum. Anneme, babama, çocukluğuma, ağbimlere, Özlem’e, enişteme. Nasıl kötü bir şey bu. Nasıl dayanıyor buna teyzem. Fotoğrafları neden çektiririz sanki. İyi anlarımız gün gelsin içimize lök gibi otursun diye mi? Artık fotoğraf çektirmiyorum zaten. Benden bir şey kalmasın geriye.
İnsan duygulardan, sinirlerden oluşan varlık değil mi? Mantıklı olanlar mı kazanıyor bu hayatta. Mantığım Oktay’a aşık olmamı söyledi, ben de aşık oldum! Böyle aşk olur mu?
Onu aramıyorum. Sinan’ı. Aptal, hayvan Sinan diye diye yürüyorum. Onu aramayacağım. Evet buluşacağız ama onu aramadan bulacağım. Beklemesini istiyorum.
Her şeyi bu kadar pervasız bırakmasının bedeli olmalı. Belki de Sinan bu bedeli ödemiştir, ödüyordur. Bedelli yaşamdayız, unuttun mu?
Bir taksiye atlayıp Taksim’e geliyorum. Bir gün bile geçirmediğimiz Taksim’e. O burada, tam şu anda burada biliyorum. Ona doğru yürüyorum. Kalabalığın içinden koşarak ona gidecek değilim. Bu ancak filmlerde, romanlarda olur. Hayatım ne film, ne roman. İçten içe şu demir korkulukların önünde beklemesini istiyorum. Meraklı, arayan gözlerle bakıyorum. Üstelik onu beş sene önce nikahta gördüğümden daha da yaşlandırıyorum. Kumral kıvırcık saçları iyice beyazlamış, yüzü aşağıya doğru inmiş, kırgın gözlerini hayalimde canlandırıyorum. Görünce onu hiç hayal kırıklığına uğratmayacağım. Yüzümde “ne kadar yaşlanmışsın Sinan, bu kadar beklemiyordum” mesajı olmadan, dün ayrılmış gibi. “Beklettim mi Sinan, iyi oldu Sinan bekle. Bu soğukta don, Sinan, ağzının içine sıçayım Sinan” ifadesi var biliyorum. Öyle olsun. Yavaş hareket ediyorum. Gidiyorum soldaki makyaj malzemeleri satan dükkana giriyorum. Simsiyah zeminde rengarenk boyalar. Allık, rimel ve fardan başka bir şey kullanmadığım halde koskoca bir far seti, dört tane de en afilisinden, hiç sürmeyeceğim renkli ojeler alıyorum.
Elimde poşetle çıkıyorum. Vitrinlere bakıyorum. Sinan burada. Ağırdan alıyorum. Olmayacak saatlerin fiyatlarını soruyorum. Saatler ilerliyor, Sinan burada. Beklesin!
Yaptığım saçmalık mı? Evet, saçmala hakkımı kullanmak istiyorum Sinan Bey.
Bir kitapçıya giriyorum. Eskişehir’den Sinan’la görüşmek için değil de sanki Taksim’de aylak aylak vakit geçirmek için gelmiş gibiyim. Sevdiğim yazarın kitabını değil, bu defa sadece yeşil kapaklı bir kitap arıyorum. Bugün mantık günüm değil. Mantık tatile çıktı. Bugün duygu günü devrede. Mantık günüm olmadı ki aslında. Mantığa duygu sosu ekledim ve “sandım ki oyununu” oynamaya başladım. Her şey oyundu tabii.
Hiç bir yazara bakmıyorum. Yeşil kapaklı kitaplara bakıyorum. Hayır, yeşil desenli olmaz, yeşil yeşil dümdüz yeşil arıyorum.
Arka rafa dönüyorum. Kıvırcık, beyazlamaya yüz tutmuş kumral yoğunluklu bi kafa görüyorum. Gocuk ve aynı yerdeki hafif kambur. Biraz daha mı artmış? Offf, korkuyorum. Kötü filmlerin ucuz artistleri gibi madara olmak istemiyorum. “Pardon,” diyorum. “Pardon, rahatsız etmiyorum ya” dönüyor. Şaşkın ama değil böyle olmasını bilir gibi gülümsüyor. “Hiç etmedin ki?” “Öyle mi?” diyorum.
** Birhan – Sinan**
Hiç bir şey almadan dışarı çıkıyoruz. Yürüyoruz. Sanki dün de buradaymışız da bugün tekrar buluşmuş gibi.
eee ne var ne yok”
iyi n’olsun?”
ne yapalım? Aç mısın?
Olur, olur hem yiyelim, hem içelim diyorum.
Çiçek pasajına gidiyoruz. Bir masaya oturuyoruz. Benim mantomu çıkarmama bakıyor. En son beremi çıkarınca şaşırıyor. Çok. Gözlerine inanamıyor. “Nasıl yaparsın bunu? “Neden, çok mu kötü” diyorum. “Hayır hayır, kötü değil yanlış anlama. Sen kendini çok kötü mü hissediyorsun, iyi değil misin?” diye soruyor.
Bunu Sinan’dan duyduğum için mutlu oluyorum. Gülen gözlerle ona bakıyorum. “boşver” diyor. “Kökü sende ya. Sen iyi ol,” diyor. Sigara böreği, midye, kalamar istiyoruz. Bir de bira. İçiyoruz.
Karşımıza genç bir çift geliyor. Artık “gençler” diyecek kadar yaşlı olduğumuz bir dönemdeyiz. Onlara bakıyorum. Sanki bizim gençliğimiz karşı masaya gelip oturmuş gibi. Hiç tedirgin değiller. Hayatın anlamını diğerinin hayatında buluyorlar. Bu da onları birbirine daha çok bağlıyor. Daha sonra bu değişecek ama, sinirlenecekler ve farkına varamayacaklar. Sinirleniyorum. Yaşayacağımız yılları bırakıp kaçtığı için. Surat asıyorum Sinan’a. “Kalkalım” diyorum. “Nereye?” “Bilmiyorum.”
Hesabı ödeyip kalkıyoruz. Bir süre öyle yürüyoruz. Kızgın ve kırgın olduğumu biliyor. Hiç bir şey söylemiyor. Üşüyoruz. “Sinemaya girelim mi?” diyor. “Girelim” diyorum. Gülme umuduyla bir komedi filmine giriyoruz.
Yağlı mısır patlağı kokusu sinirimi daha da bozuyor. Yerimize oturuyoruz. Gülmek için yazılan repliklere gülemiyorum. O da. Filmin bitmesine az kalıyor. Film bittikten sonra ayrılacağız. Teyzeme gidicem. Sonra Eskişehir’e. Özlicem onu.
Böyle yaptığım için kendime kızıyorum. Ona da.
Filmin bitmesine bir saat kalıyor. Biliyorum. Elini tutuyorum. Sinan’ın eli üzülüyor. Anlıyorum bunu.
**Sinan**
Filmden bir sahne Birhan’ın yüzüne ayışığı gibi vuruyor. Ağlıyor. Gördüğümü görünce başını çeviriyor. Elini sımsıkı tutuyorum. Hiç bırakmıcam Birhan. Ben gözlerime kadar karanlık içindeyim. Kuzey kutbundaki bir buzulun karanlığındayım.
Film bitti, ayağa kalktık.
Bir saat sonra ayrılıyoruz. Süresiz. Ne zaman göreceğimiz belli değil.
Birhan güzel iş yaptı.
**Birhan**
Sinemadan çıkıyoruz. Caddedeyiz. Ayaz daha da artmış. İkimizin de elleri ceplerinde, sonsuz ufukta bir şey görmüş gibi bakıyoruz. Cadde tenhalaşmaya başladığı halde, buradan sıkılıyorum. Birhan ne demeye geldi ki buraya? Başımı çevirip yüzüne bakıyorum. Dudaklarında kara bir çizgi var. Gözleri de kara bir mağaranın içine saklanmış. Ne zaman çıkarlar? Onun uyuyarak, çalışarak, yemek yiyerek, gezerek öldüğünü görüyorum.
Ben? Ben farklı mıyım sanki. Bütün gün çalışıp eve gidiyorum. Biraz yemek yiyip, televizyon izleyip uyuyarak hayatıma devam ediyorum.
Ne de önemsiyorum kendimi. Herkes bunu yapmıyor mu? Senin istediğin farklılık ne? Ne istiyorsan git yap. Sinirleniyorum kendime. İyice ağır arabeske bağladığım için. Hayatımı arabesk tadında algıladığım için. Üzerimde ağır bir yavaşlık düşmüş gibi.
**Sinan**
Birhan’a da kızıyorum. Neden geldi buraya? Varlığını bana göstererek ne yapmaya çalışıyor? Cadde binalar üzerime düşecek gibi oluyor. Bu rezil mağazalar, ışıklar, kırmızı etiketler nasıl da sinir bozucu.
-Caddeden ara sokağa sapalım mı?
-Olur…
Uzun süre yürüyoruz. Ardımızda Yeşilçam sokağını bırakıyoruz.
**Birhan**
Neden bu anlamsız salak bereyi hâlâ kafama takıyorum ki? Bereyi başımdan hızla çıkararak sokağın köşesindeki acı yeşil çöp konteynerinin kapağını açıp içine atıyorum. Sinan yaptığıma bakıyor ama bir şey demiyor. Başım beresiz üşüyorum, umrumda değil. Kafamın içini saçsızlıkla temizlemek istemiştim. Şimdiyse insanların bakışlarından utanıyorum. Neden yaptığımın arkasında durmuyorum!
Demin sinemadaki halim neydi peki? O salak romantiklik. Ağlama fasılları. Burası ne kadar güzel tenha. Bu sokakta yeni beni keşfediyorum. Neden korkuyorum? Yaşadığım şey cehennemin dibiyken üstelik. Cehennemin dibinden çıkış için makul bir yol burası. Cennetin ortasında da olmak istemiyorum. Cennete inanmak insanı öldürür. Şimdi slogan atacağım. Ne cehennem ne cennet diye. İçimden gülüyorum kendime. Ne yapmayı, neyi istediğimi bilmenin gülümsemesi bu.
Sinan’ın kamburu çıkmış ve iyiden iyiye kendisini bırakmış. Bu yaşlılık değil. Suratını aşağıya atmış, kaslarını sinirlerini. Aşağıda sallanıp duruyorlar. Neden böyle yapıyor? Bitmeyecek mi bu hali. Böyle bir hali üzerine yapıştırmış ve atamıyormuş gibi bir hali var. Bu yalnızlıktan çıkması gerekli. Ya ben, kendi yalnızlığım? Bende çıkabilirim. Bunun Sinan’la alakası yok. Mesele benim Sinan veya bir başkasının yalnızlık kuyusundan çıkaracak ip olmasını istemiyorum. Kimsenin kimseyi ip olarak görmemesi lazım. Sinemadaki halimle şimdiki halim arasında ne kadar fark var. Hep caddede dolaştığım için mi bu kadar klişe oldum? Ara sokakları girmeli insan. Fazlalıkları çöpe atabilmeli. Saçımı kestirdiğim gibi göze alabilmeli çirkin olabilmeyi ya da insanların bakışlarındaki ezici zalimliği. Bir saat önce hayatımızın ne büyük bir acımasızlık olduğunu düşünüyordum. Yeşilçam sokağını geride bıraktın mı, işte mesele bu.
**Sinan**
-Neden geldin? Geldim, bir merhaba diyeyim, ne güzel olur. Varlığımı Sinan’a hatırlatayım, sonra da basıp gideyim diye mi geldin, ha? Aniden ortaya çıkıyorsun, bir şeyler yiyip içiyoruz ve sonra sen kahrolasıca herifin yanına gideceksin?
-Nerden biliyorsun oraya gideceğimi?
-Nereye gideceksin peki?
-Oradan yani Eskişehir’den ayrılacağım. Tabii Oktay’dan da. Oktay ya da bir başkası benim kurtarıcım ya da kuyulara düşüren olamaz artık. Seni de öyle. Kendini topla. Bu halin, gençken yaşlıyı oynaman da ne? Özgürsün istediğini yapabilirsin. Seni bağlayan bir şey yok. En azından çoluk çocuk bağlamında. Hayata bu kadar anlam yükleme, anlamı da yok zaten. Sadece garip bir takım tesadüfler sonucu buraya düşmüşüz, aynı garip tesadüflerle de gidicez. Zart diye.
Geçmişim yok. Senin de, herkesin geçmişi yok. Geçmişte kalan bir şimdi var. Önümüzdeki ya da önündeki şimdinin gerçekleşip gerçekleşmeyeceğini de bilmiyorsun. O halde şimdi hareket et, istediğin yöne defol git. O manyak istemediğin işi de bırak. Ne bok yapmak istiyorsan onu yap. Ben hayatımı bu şehirde geçirmek istiyorum. Sonra ne olur bilmiyorum. Şu anda istediğim genişleme, değişiklik isteği. Bu kadar. Tamam mı?
Sinan yüzüme bakıyor ve ara sokakta yürümeye devam ediyoruz.
Bir cevap yazın