Önce dumanı tüten pidelere şaştı. Babasının üzeri daha yeni örtülmüş, toprak henüz oturmamış, birileri su döküyor. Taşlar beyaz, annesinin yüzü beyaz, kafalardaki örtüler beyaz, bir tek serviler yeşil. Kutuları kimin getirdiğini görmedi. Onca kişinin tüten dumanların etrafında ayin yaparcasına ne ara toplaşıverdiklerini de görmedi. İştahla yenilen, daha soğumadan midelere iniveren pideleri gördü sadece, parlayan gözleri, açılıp kapanan ağızları, şiş yanakları. Ayakta durmaktan yorulunca mezar taşlarının üzerine oturdular, az ötelerinde, sağlarında sollarında, hemen yanı başlarında adı konmuş ölülere sırtlarını dönüp yediler. Sonra “Ayran yok mu?” dedi bir, “Kuru kuru gitmiyor, ayran yok mu?”. İşte o an tüm isimleri unuttu. Uğuldayan serviler, kendisi, annesi, bir de babası kaldılar bir başlarına.
Sonra da koca tencereye şaştı. Babasının canı uğurlanmış, ev kalabalık. Ama sadece kadınlar. Erkekler dışarıda, merdivenlerde, bahçede, kapı önünde. Zaten kim ki bunlar, tanımıyor. Annesi ölürse de o zaman erkekler mi dışarıda olacak, kadınlar da kapı önlerinde? Sonra içeri iki adam girdi, tencereyi kulplarından tutmuşlar, nereye bırakalım?, diye seslendiler usulca. Tencere mi, ne tenceresi? Böyle tencere mi olur? Bildiğin kazan bu! İki kadının yönlendirmesiyle mutfağa bırakıp hemen yok oldular, çabucak, alelacele. Kadınların en şişmanı koca kazanı tek başına kaldırıp ocağın üzerine oturttu, ocak gözlerinin dördünü de yaktı, e anca, dedi. Koca bir paket margarini olduğu gibi kazana attı, yetmez bu, diye söylendi, başka yağ yok mu?
İçi bulanınca tahta kepçeli kadını ocağın başında bırakıp içeri kaçtı o da. Ev kapısı açık, hiç kapanmıyor, durmadan birileri geliyor ama sadece kadınlar, erkekleri hep dışarıda bırakıp. Kapıdan girince seslerini alçaltıp “Başınız sağ olsun “ diyorlar, sonra hemencecik başlarını örtüp oturanların arasına karışıyorlar. Birileri sandalye taşıyor, o sandalyeler yeni gelenler için aralara sıkıştırılıyor. Gelenler arttıkça sıkışıklık artıyor ama anlamadığı bir dilde yüksek sesle dua okuyan kadın asla sıkıştırılmıyor, en geniş koltukta en ferah oturan “hocanım“.
Baktı baktı, hocanım’ın gırtlaktan gelen sesiyle, gözleri hafifçe kapalı, iki yana sallanan bu kadınların hiçbirini çıkaramadı. Bir annesini tanıdı, kafasındaki ak örtü yana kaymış, şiş gözleri kapalı, iki yana sallanmıyor, öyle donmuş kalmış. Yanına gelip çantasından çıkardığı siyah bir örtüyle kafasını örten uzun boylu kadını da bilemedi. Örtü saçlarından aşağıya döküldü, taa dizlerine kadar iniverdi.
Kavrulmuş yağ ve irmik kokusu kalabalığa ulaşınca iki yana sallanmalar durdu, kapalı gözler aralandı, burunlar hafifçe havaya kaldırıldı. Hocanım gözlerini açmadan çok kısa bir süre duraksadı. Sonra daha hızı bir şekilde kaldığı yerden devam etti. Helva kokusu tüm sesleri bastırdı. Her ne deniyorsa son cümlenin son heceleri çabucak uzatıldı, herkes ellerini havaya kaldırıp içlerinden mırıl mırıl bir şeyler söylediler, yüzler avuçlandı. Biri, ben evde otuz tane okudum, dedi, öbürü ben yetmiş iki tane, dedi. Elli sekiz, geldi az öteden. Böyle böyle hepsini toplayıp kabaca bir hesap yaptılar ve o hesabı topluca babasına yolladılar. Bu neyin hesabıydı, onu da bilemedi
Örtülerin bazıları başlarda kaldı, bazıları katlanıp alelacele çantalara konuldu. Kadınların gençten olanları ayaklanıp mutfağa koşuşturdular. Tavuk pilav servisi başladı. Kim yapmıştı bunu, kim getirmişti, kim ısmarlamıştı? Bunu da hiç bilemedi. Cenaze sahibine bulaşık çıkmasın diye plastik tabaklarda, plastik çatal kaşıklarla servis edildi pilavlar. Önce dua okuyan ve en ferah hocanım’a, sonra sırayla yaşlılardan gençlere. Herkes yedi, gözler ışıldadı, ağızlar açıp kapandı, yanaklar şişti. Bazıları çocuklarına ikinci tabağı istediler, çocuklar yemeyince o tabakları da sıyırdılar. Sonra “Ayran yok mu, ayran? dedi biri, “Kuru kuru gitmiyor, ayran yok mu?”
Ayranlarla ıslatılan boğazlara sonra küçük tabaklarda helvalar ikram edildi. Pilavdan daha hızlı yendi, ağızlar tatlandı, suratlar iyice kızardı. Fıstıklı olaydı, dedi hocanım’ın yanında oturan, memelerini göbeğinin üzerine yaymış kadın. Hocanım başını aşağı yukarı salladı, ağzı dolu olduğu için konuşmadı. Helva dediğin fıstıklı olur, diye onayladı birileri daha. Allah kabul etsin, diye mühürlediler boş tabakları.
Helva sizin evinizde kavrulmuyorsa işte böyle iştahla yersiniz, fıstığı bile sorarsınız, dedi biri usulcacık. Kardeşi kendisinden önce gitti diye acıdan iki büklüm olmuş halasını tanıyıverdi. Çok severdi halasını, yine çok sevdi.
Bir cevap yazın