Babası, sağlığında yakın dostlarıyla sık sık sohbet eder, o da bir kenarda sessizce, bu sohbetleri dinlerdi. Gerçi konuşulanlardan anlamadıkları da olurdu, ama kim yaşadıklarından başkasını anlayabilmişti ki? Hatta yaşadıklarını bile anlayabilenler ne kadardı ki? Yine de bu sohbetlerden, ister istemez bazı cümleler hafızasına kazınmıştı. Bu cümlelerden biri de “büyümenin; insanın yükünü ve sorumluluğunu artırmaktan başka bir şey olmadığıydı.” Önceleri küçücük çocuk oluşundan pek anlayamadığı ve anlamlandıramadığı bu cümleler, şimdi anlamını buluyordu. Babasının fani âlemden baki âleme göçüyle hayatın yükü, bir boya sandığı olmuş ve küçücük omuzlarına binmişti. Babasının sağdan soldan alacakları vardı, ama o alacaklar ödenmemişti. Evin geçimi onun üzerine kalmıştı. Bu büyük bir sorumluluktu. Demek ki büyüyordu! Bunu, her geçen gün yükünün ve sorumluluğunun artmasından biliyordu. Bu yüzden de hayatın ondaki tanımı, “tahammül” olmuştu.
Gündüz okul, okul çıkışı ise gece yarılarına kadar, hafta sonları da dâhil, ayakkabı boyacılığı… Kazandığı paraları, evin geçimi için soğuk bir odada ince bir battaniyeye sarılmış bir vaziyette titreyerek kendisini bekleyen annesinin soğuktan morarmış ellerine teslim ediyordu. Oysa o anne, onu ne umutlarla beslemiş, büyütmeye çalışmıştı. Şimdi onu gece yarılarına kadar bu soğuk odada, bu ince battaniye altında beklemek zorunda olmasından çok, çocuğunun bu soğuk havalarda sade bir kazak katına, aç susuz, ekmek derdine dolaşması üzüyordu. Hele de başına kötü bir şeylerin gelebileceği endişesi…
Babası, pek de varlıklı birisi değildi. Kanaat, onun en büyük zenginliğiydi. O, bu dünyadan göçüp giderken yalnızca bu zenginliği bırakmıştı çocuğuna. Bir de çalışmanın dua olduğu bilincini… Kazandıklarını üçe ayırırdı: Bu, evin hakkı, bu boya sandığının hakkı, bu da müşterinin hakkı… Müşterinin hakkı, aldığı boyaların daima daha da kaliteli olmasına giderdi. Çocuk bir ermişin kendisine vermiş olduğu isminden çok, etrafındakilerden artık “Boyacı” adını duyar olmuştu. Doğrusu, bu sesleniş hoşuna da gidiyordu. Birisi “Boyacı!..” diye seslendi mi, bu seslenişten kendisine iş çıktığını anlıyordu. Babasının “İnsanın neye sahip olduğunun önemi yok. Önemli olan nasıl sahip olduğudur.” sözünü yere düşürmemek adına, işini temiz yapmaya da dikkat ediyordu. İşini itina ile yapınca da devamlı müşterileri olmuştu.
Mutat olduğu üzere Yazıcı Çeşmesi’nden aşağı doğru yol alır, Çukur Çeşme’den Erzincan Çarşı’sına çıkan yokuşu takip eder, Bingöl Kahvehanesi’ne uğrar, oradan da Murat Paşa Camisi’nin haziresindeki Ane Hatun’a Fatiha okuyarak Hacı Haşıl Efendi[1] Dergâhı’nın önünden evlerinin yolunu tutardı. Her gün izlediği bu kavisli yolun üzerinde bulunan kahvehanelere uğrar, kendisine emanet edilen kunduraları özene bezene boyardı. Kışın genelde boyacılar soğuktan mitili kahvehanelere atardı.[2] Böyle kahvehanelerde kendisine ekmek olmadığını bilirdi. Girmek istese de kahvehaneye kendinden önce gelmiş olan boyacı, onu içeri sokmazdı. O da bu durumu bildiğinden böyle kahvehanelere pek uğramazdı. Bu durumun istisnası, onu kahvehanenin penceresinden görüp içeri çağıran daimî müşterileri idi. Bu tür müşteriler daha önce ona iş yaptırdıklarından onun boyacılıktaki hünerini bilirlerdi. Böyle hâllerde kahvehanedeki boyacı ona tehdit edercesine bakar, o ise aldırmadan işini yapardı. İşi biter bitmez de parasını alır, hemen kahvehaneyi terk ederdi. Nasıl olsa kendisinin de boya sandığını sırtından indirip üşüyen ellerini sobada ısıtacağı bir kahvehanesi vardı. Bu kahvehane Hacı Faik’e aitti.
Hacı Faik, babasının eski bir dostuydu. Kahvehane kendisinin olmasına rağmen oraya sadece patron masasında çay içmek veya çalışanlardan o günkü hâsılatı almak üzere uğrardı. Ocak başında oğlu Celil durur, çarşıya çay yetiştirmeye çalışan garsonlara çay yapardı. Hacı Faik’in olmadığı zamanlarda doğal olarak patronluk da ona kalırdı. Celil, babasının boyacı çocuğa düşkünlüğünü ve onun üzerine titrediğini bildiğinden bazen ona, içi ısınsın diye çay ikram ettiği bile olurdu. Babasının “evladım” diye hitap ettiği çocuğa, ismiyle hitap eden yegâne isim Celil’di. Yalnızca o, “Boyacı” diye değil, “Macit” diye hitap ederdi. Macit de bu hitap hoşuna gittiğinden, Celil’in kimsede bulunmayan sarı çizmeleri için, para vermiş, sarı boya bile almıştı.
Kış boyunca arada bir de olsa, bu çizmeleri boyamaktan boyası tükenmişti Macit’in. Boya kutusunu yanmakta olan sobaya atmıştı. Celil’den başka sarı çizme giyen olmadığından da Kavaflar Çarşı’sına, sarı boya almaya, vakit alacağından dolayı gidememişti. Macit üç gün sonra, her günkü gibi epey dolaşmış, birçok ayakkabı boyamış, yine ısınmak için Hacı Faik’in kahvehanesine uğramıştı. Sandığını sırtından indirip ellerini ısınmak için sobaya uzattığı sırada, Celil, tam bir patron edasıyla ellerinde sarı çizmeleri, çay ocağından kendisine doğru geliyordu.
Celil, o patron edasını hiç değiştirmeden:
-Al şu çizmeleri bir güzel boya!
Macit:
-Ağabeyi, sarı boyam bitti; vaktim olmadı, gidip alamadım.
-O zaman götür; boyat; al, bana getir!
-Nerede boyatayım? Bu boya Salim Amca’nın lostra salonundan başka yerde bulunmaz. Hem şimdi işi başından aşkındır; hem de vakit geç oldu, çizmeleri alıp götürsem, bir hayli yol yürüyecek, bir o kadar da sıranın bana gelmesini bekleyeceğim. Benim zamanım yok. Gecikirsem annem merak eder. Sen, en iyisi garson Behzat Ağabeyi ile gönder. Hem çarşıdaki dükkânların çoğu kapandığı için dışarıdan çay isteyen de olmaz.
Macit’in konuşmasını elleri belinde, öfkeyle dinleyen Celil, bir eliyle boya sandığını, öbür eliyle de Macit’i bir kolundan sıkıca kavradığı gibi kahveden dışarıya fırlattı. Çocuk acıyan kolunu ve düşerken kaldırımın sert taşlarına çarpan dizinin ağrısını unutmuş, etrafa saçılan ve dökülen boyalarının derdine düşmüştü. İlk defa böyle içli ağlıyordu. Buz gibi havada, gözlerinden dökülen yaşlar, kazağına düşer düşmez donuyordu. Yol, yokuş olduğundan bir kısım boyaları da yokuş aşağı doğru hızla yuvarlanıyordu. Onları toplamak, ne kadar uzağa giderlerse gitsinler, kolaydı. Onu asıl üzen, yerlere saçılarak ziyan olan boyalarıydı. Hıçkırıkları arasında, aniden bir elin, kolunu merhametle kavradığını hissetti: “Evladım, niçin ağlıyorsun?” sesinden, onun Hacı Faik olduğunu anlamıştı. Hem ondan başka hiç kimse kendisine “evladım” diye hitap etmiyordu:
-Hacım, Celil Ağabeyim, beni kahveden dışarı attı. Sarı boyam yok, çizmelerini boyamadım diye bana kızdı, kahveden kovdu.
O güne kadar Hacı Faik’in öyle öfkelendiğini gören olmamıştı. Çarşıdaki dükkânların bir kısmı henüz kapanmamıştı. Onun sokağın ortasında: “Celil, buraya gel!” diye haykırışını duyan esnaf, büyük bir merakla ve soru dolu bakışlarla, Celil ise korkuyla “Efendim”, “Hacım” diyerek Hacı Faik’in ve Macit’in yanına geldiler. Hacı Faik, bir anda Celil’i omuzlarından yakaladı, gırtlağının bütün şiddetiyle haykırdı:
-Bu çocuğu sen mi dışarı attın?..
Celil, korkuyla karışık bir mahcubiyetle omuzlarını büzdü, kamburunu hafifçe çıkararak başını eğdi. Yüzü, omuzlarını sıkıca kavramış olan babasının bileklerine dokunuyordu. Soğuktan çok mahcubiyetten kızarmış yüzü, daha da kızardı, hiçbir şey söyleyemedi. Bu da Hacı Faik için yeterli bir cevap olmuştu. Biraz da çevresinde onu sakinleştirmeye çalışan esnafa duyurmak ister gibi:
-Bana bak, bu çocuk benim dünya ahret kardeşimin oğlu. Senin bunun babasının kim olduğundan haberin var mı? O ki eli ve kapısı açık bir adamdı. Az mı ekmeğini yedik, suyunu içtik? İlçemize giderken yollar kardan kapandığında bizi haftalarca evinde ağırlardı! Düşmez kalkmaz bir Allah. Yarın kimin ne olacağı belli olmaz. Oğlum, bizim insan olarak diğer insanlara karşı iki mesuliyetimiz var. Kim olursa olsun, bizden olmayanlara saygılı olmak; bizden olanları da sevmek mecburiyetindeyiz. Bir daha bu çocuğa bir şey dersen, seni evlatlıktan reddederim! Bana ikinizden birini tercih et deseler seni atar, bu çocuğu tutarım. Ayağını denk al! Bir daha bu çocuğu üzdüğünü görmeyeyim. O zaman görürsün el mi yaman bey mi yaman… Defol git! İki taze çay getir, yavrumla beraber içelim. Çayını içsin, elleri ısınsın, sonra da benim mestlerimi boyayacak.” Bu son cümleyi, çocuğun gönlünü almak için söylemişti.
Mendilini çıkardı, çocuğun yüzünde soğuktan katılaşan gözyaşlarını sildi. Başını okşadı: “Yavrum, baban öldüyse amcan ne güne duruyor? Sakın üzülmeyesin.” diye teselli etti. Mestlerinin boyanması bitince çocuğun avucuna bir elli liralık sıkıştırdı: “Üstü kalsın, ziyan olan boyalarını alırsın.” dedi.
Çocuk sevindi. Ellilik umurunda değildi. Sevinci, iyi kalpli insanların varlığına ve ölen babasının hatırının hâlâ yaşıyor olmasınaydı.
Aslında Celil de yaptığının insanlığa sığmayan bir iş olduğunu biliyordu. Sonraki günlerde, bu olayı hatırladıkça üzülüyor, sarı çizmeleri gördükçe rahatsız oluyordu. Nihayet bir gün dayanamayıp: “Sizin yüzünüzden babamdan azar işittiğim yetmezmiş gibi bir de yetim kalbi kırdım.” diyerek onları kahvehanenin sobasına bastı, Kunduracı Selami’den taksitle bir çift gösterişsiz bot aldı. Bu botları, boyaları yıprandığında hep Macit’e boyattı. Her boyatışında da ona çay ısmarlamayı ihmal etmedi. Babasının kendisini evlatlıktan reddetme pahasına koruduğu bu çocuk, artık onun kardeşi gibiydi. Onu daima korudu ve kolladı. Herhangi bir tatsızlık olmadan ağabey kardeş gibi geçinip gidiyorlardı.
Güneş döndü, dünya döndü; aylar ayları, yıllar yılları kovaladı; derler ya “Yetim büyür, felek utanır.” Gerçi, feleğin utanmasını gerektirecek bir durum yoktu; ama aradan yıllar geçti, yetim büyüdü.
İşte o geçen yıllardan sonra yine bir gün, biraz uzunca bir aradan sonra Macit’in telefonu çaldı. Arayan Celil’di:
-Oğlum, niye hiç sesin soluğun çıkmıyor? Unuttun bizi, hayırsız.
-Yok, Celil Ağabeyi, ne unutması? Akılda olanlar unutulur. Biz sevdiğimizi gönlümüze yazarız. Gönül de kendinde olanı unutmaz.
-Neyse Müdürüm, sen okula giderken beni de evden alsan olur mu? Senin yolun üzerinde benim bir çayır var. Akşama kadar çalışırım. İlçeden şehre dönünce de beni alırsın, olur mu?
-Tabii olur. Hem yolumun üstü, hem de yolculuk boyunca sohbet ederiz.
Sabah yedide kapısının önünde bekleyen Celil’i arabasıyla alan Macit, akşam dönüşünde de onu şehre götürmek üzere çayıra geldi. Bir ağacın altında biraz oturup sohbet ettiler. Celil, bir ara:
-Macit, hatır ne güzel değil mi? Bak benim sende hatırım var ki beni sabah kapımdan aldın, çayıra götürdün. Akşam olunca da buradan aldın evime götürüyorsun.
Macit biraz esprili bir dille, Celil Ağabeyi, senin bende hatırın var, ama hepimizden büyük bir hatır daha var.
-Oğlum, benim sende hatırım yoksa ya kimin hatırı var? Hatırım yoksa niye beni evimden aldın, şimdi de evime götürüyorsun?
-Ağabeyi, Hacı Faik Amca’nın hatırı bende çok büyük. O olmasaydı ve sen olurdun ne de ben… Şakacı bir tavırla gülümseyerek devam etti:
-Amcamın benim için seni haşlamasını da hiç unutmadım.
Celil, yapılan şakayı anlamıştı, ama hiç de oralı değildi. O, babasını hatırlamanın hüzünlü kıvancı içinde başka yerlerdeydi:
-Vay be!.. Şu işe bak; aradan otuz beş yıl geçmiş, hâlâ baba hatırları tükenmemiş. Hacı’m, senin babanın hatırına az daha beni evlatlıktan reddedecekti. Şimdi sen babamın hatırına bana iyilik yapıyorsun. Bu hatır ne güzel bir şey? İnsanlar ölüyor, hatırları yaşıyor ve hâlâ hatırın hatırı var.
Celil ile Macit hüzünle birbirlerine sarıldılar, şehre gitmek üzere yola koyuldular.
[1] Haşiizade Hacı Ali Efendi (1840 – 1908). ‘Haşii’, Allah korkusu taşıyan anlamına. ‘Haşıl’, kabaca öğütülmüş mısır ve sütten yapılan bir çeşit yiyecek. Halk, ‘haşii’nin telaffuzunun zorluğu sebebiyle kelimeyi daha tanıdık bir şekle çevirmiş olmalı. Ne ilginçtir ki haşılı da hiç sevmemesine rağmen, kendisine böyle söylenmesinden hiçbir alınganlık göstermediği anlatılır. [2] Mitili atmak: Bir yerde, rahat bir biçimde uzunca bir süre kalmak anlamında, deyim.
Bir cevap yazın