Kendimi bembeyaz ve yüksek tavanlı, denizi gören kısımları boydan boya camla kaplı ve tıklım tıklım dolu bu yerde bulduğumda şaşırıyorum. Buraya nasıl geldiğimi, kim tarafından davet edildiğimi hatırlamazken boş sandalyesi olan bir masa görüyorum. 6 kişinin oturduğu masanın en baş köşesindeki gri kadife koltuk, buradaki tek boş yer. Oraya doğru gidiyor ve izin alırcasına dikiliyorum. Masadakilerin hepsi, bana hiç bakmadan bir anlığına susuyor ve tekrar sohbetlerine devam ediyorlar. Bundan cesaret alamıyorum ama çaresizce oturuyorum.
Masadaki kadınların saçları, masadaki erkeklerin ceket ceplerindeki ipek mendiller kadar parlak. Yaşı biraz geçkin erkeklerin yüzleri ise, masadaki genç kadınların dudakları kadar dolgun ve kıpkırmızı. Erkeklerin bileklerinde altın rengi saatleri ve kadınların sanki üstlerine dikilmiş gibi duran kusursuz elbiseleri var. Hepsi memnun bir ifadeyle sohbet ediyor ve şakalaşıyorlar. Hayranlıkla izliyorum. Her şey, sanki başka türlü olamazmış gibi kusursuz. Ben etrafı ve onları incelerken, içlerinden biri son gittiği sergideki resimleri anlatıyor. Biri baktığı tabloların onu dinlendirdiğinden, diğeri soyut resimlere olan ilgisinden, bir başkası kübist resimleri ve görünenin ötesine bakmanın çok ilginç geldiğinden bahsediyor. Onlar resim üzerine koyu bir sohbete girişip birçok ressamı yad ederken, gözüm camdan gözüken manzaraya takılıyor. Tam karşımızda boydan boya irili ufaklı binlerce ışık yanıyor. Köprünün şeklindeki keskinlik karanlıkta iyice belirginleşmiş, hep oradaymış gibi bütünleşmiş denizle. Denizin maviliğinden eser kalmamış, gittikçe koyulaşmış. ‘’Her şey ne kadar güzel’’ diyorum içimden. İlk kez susup bir anlığına dışarıya bakıyor ve memnuniyetsizce tekrar başlarını önlerindeki yemeğe çevirirken daha da şevkle resimden ve ne büyük bir sanat olduğundan konuşmaya devam ediyorlar. Gözüm önümdeki balığa ve masadakilerin aksine alelade yanına atılmış onlarca çatala, bıçağa ve kaşığa takılıyor. Onların önünde tek bir çeşit varken, benim önümde neden onlarcası var? Önümdeki karışıklığı bir tarafa bırakıp onları izliyorum; izledikçe birbirlerine karşı olan samimiyet ve nezaketlerine imreniyorum. Kadınlardan biri diğerinin elbisenin ona ne kadar yakıştığını söylerken, erkekler birbirlerinin işteki başarısını bitmeyen azimlerine bağlıyorlar. Bu arada boşalan kadehler beyaz şarapla tekrar doluyor, konuşmaların arasına onlarca teşekkür karışıyor. Oldukça acıktığım için önümdekilerin içinden bir bıçak seçip yemeye başlıyorum. Balık, daha önce tatmadığım kadar lezzetli. Ben balığı parçalara ayırmaya çalışırken ‘’tam bir beceriksiz!’’ sözüyle irkiliyorum. İçlerinden biri dün sabah kahvesini getiren kişinin, kahvenin şekerini bir türlü ayarlayamadığından şikayet ediyor. Bir daha aynı şeyi tekrarlamaması için kahveyi tam 4 kez geri gönderdiğini, istediği kıvama ancak bu yolla ulaşabildiğini anlatıyor. Garipsiyorum. Bir bardağı dolduran kişiyi bile teşekküre boğan bu insanlar daha da dikkatimi çekiyor şimdi. Birbirlerinin her hareketini teşekkürle taçlandırırken, üzerilerinde güçleri olduğuna emin oldukları insanların en ufak hatasını karşı olan tahammülsüzlerini fark ediyorum ve üzülüyorum. Anlıyorum ki nezaketleri minnettarlık değil, daha güçlü ya da eşit bulduklarına karşı gösterdikleri mecburi bir boyun eğiş. Şaşırıyorum, inanamıyorum, bu insanlar o ışıltılarına rağmen ne kadar da görgüsüzler diyorum içimden. O anda biri ‘’yanlış’’ diyor. ‘’Yanlış bıçağı kullanıyorsun, balık onunla yenmez’’. Ve kahve konusunda masadakilerin desteğini aldığı için memnun bir ifadeyle şarabını içiyor.
Hangi bıçağı seçmem konusunda hala emin değilim, ellerindekini görmek için her baktığımda görüntü silikleşiyor sanki. Anlamıyorum, başka birini alıp onunla yemeye devam ediyorum ve etrafa bakıyorum. Bu kalabalığın arasında her şey ne kadar da düzenli. Yemeklerini yiyen, konuşan, gülen bu insanların hareketleri bile düzeni bozmayacak derecede simetrik. Sanki ağızları bile aynı anda açılıyor, kolları aynı anda hareket ediyor. Bembeyaz salonu tavandaki kocaman ve beyaz ışıklandırma aydınlatıyor. Çok güzel bir müzik çalıyor, hiç duymadığım. Gözüm ışığa takılmışken, kadınlardan biri ‘’Öyle güzel çalıyor ki’’ diyor çocuğunun fotoğrafını masadakilere gösterirken. Çok güzel bir kız çocuğu fotoğraftaki. 11 yaşında keman çalabilecek kadar da yetenekli. Umarım dinlediği müzikleri hissedecek kadar da duygulu biri olur diyorum içimden. ‘’Kızdırıyorsun ama beni!’’ diyen bir sesle ikinci kez irkiliyorum. Ne olduğunu anlamadan devam ediyor aynı ses, ‘’Aradığını elbette bulacaksın bir gün.’’ Kadınlardan biri konuşuyor: ‘’Aradığımı yıllardır bulamadım’’. Aşk bana umut veriyor. Üzgün ifadesinden daha da umutlanıyorum ancak bu kısa sürüyor, umudum yerini asıl gerçeğe bırakıyor. Aradığını yıllarca bulamıyor, aradığını ne burada ne de çıktığı yurtdışı toplantılarında bulamamanın bıkkınlığı yüzünden belli oluyor. Oysa konuştuğu diller, tüm dünya erkeklerine yetiyor. Aradığı aşk mı yoksa bu masada onunla oturabilecek kadar özel olabileceğine inandığı biri mi? Sadece en lüks yatların sığınabileceği bir liman arayışı mı bu? Bu konuda pek de emin gözükmüyor. Biraz sevgi arsızı olduğu göze çarpıyor, daha da fazlası gerekiyor. Gözlükleri 21. Yüzyılın en şıklarından. Ama bir erkeğin kaç liman büyüklüğünde olduğunu ilk bakışta gösterecek kadar değil. Hiçbir erkekte emin olamıyor. Kim bilir, belki de bu üzüntü onu ruhsal tekniklere itiyor.
O konuşurken, erkeklerden birinin de aynı konuda heyecanla söz beklediğini görüyorum. Erkeklerin aşkta daha yavaş olmalarına rağmen hep hızlı bir düşüşe maruz kaldıklarını bildiğimden, bir umut söze başlamasını bekliyorum. Sonunda o da aradığını yıllardır bulamadığını söylüyor, aradığını ne burada ne de çıktığı yurtdışı toplantılarında bulamamanın hiddeti yüzünden belli oluyor. Oysa konuştuğu diller tüm dünya kadınlarına yetiyor. Aradığı aşk mı yoksa sahip olduğu meziyetleriyle elde edeceği birini masadakilere göstermenin getireceği zafer duygusu mu? Kadınlar için başlatılan savaşlar hala sürüyor. ‘’Bir Truva atınız var mı?’’ diyorum. Kimse cevap vermiyor bana ama belli ki bir atı yok. Arabasının koltukları ise bir kadının ederini tartacak bir sisteme sahip değil. Kim bilir, belki de bu üzüntü onu ruhsal tekniklere itiyor. ‘’Her şeyi çok iyi bildiğini sanıyor böyleleri!’’ işte yine irkiliyorum, bir yandan da sonunda bir cevap almanın sevincini yaşıyorum. Çok geçmeden bu sesin muhatabı olmadığımı, masadaki beyefendilerden birinin yanındaki çalışanı bir türlü adam edemediğini hararetli bir şekilde anlattığını görüyorum: ‘’Her şeyi çok iyi bildiğini sanıyor böyleleri! Merhametim olmasa… Patronluk neymiş gösterirdim. Merhametim olmasa… ’’ Kıpkırmızı olmuş yüzü ve çatılmış kaşlarıyla konuşmaya devam ediyor. Tahammül edebileceği tek muhalif sesin, sadece aynı masada oturabileceği kişilerden çıkabileceğine inandığı o kadar belli ki. Aksi bir davranış gördüğünde bunu dik başlılığa, itaatsizliğe veriyor. Biat istiyorlar. Bunu göremediklerinde sokakta birini sıkıştırıp döven bir grup erkekten farksız bir hale girdiklerini fark etmeden şiddeti eleştiriyor ve ipek mendillerine bir yenisini daha ekliyorlar. ‘’Haklısın amcacığım’’ diyor biri. ‘’En sevdiğiniz dize nedir?’’ diye soruyorum o’na. ‘’Haklısın amcacığım’’ diyor tekrar amcasına. Beni duymuyor bile, duysa da farklı bir şey söyleyeceğe benzemiyor. Beni duymuyorlar bile. Az önceki bey, merhametini tescillemek istiyor olsa gerek: ‘’O geçen gün bahsettiğim çocuğun tüm eğitim masraflarını karşılayacağım.’’ diyor. Hoşuma gidiyor bu, yatışıyorum. Ancak tezattan olsa gerek, kafam karışıyor: Bu gerçekten merhamet mi, kendilerine tekrar tekrar kanıtlamak istedikleri üstünlük duygusu mu? Yardım ettikleri insanları bile, kendi imkanlarının büyüklüğünü gösterebilecekleri bir fırsat olarak görüyor olabilirler mi? En insancıl duygu olan merhamet, anlık hassasiyetlerde mi yoksa büyük bir törenle ödüllendirilecek bir yardım kampanyasında mı? Anlık hassasiyetler konusunda da kafam karışıyor. Önümdeki balık parça parça olmuş, bir et yumağına dönüşmüş. Yemeye devam ediyorum ancak tadı baştaki gibi güzel değil. İlk gördüğümde hayran kaldığım bu insanlara bakıyorum tek tek. Ağızlarından çıkan ve ellerinden gelen her şeyin, aslında içlerinden gelen bir meziyet olmayıp da sadece bu masadakilerin bir dayatması olduğunu göremiyorlar mı gerçekten? Beni duymuyorlar, duymayacaklar. Kendilerini ve dillerini zarafetle süslediklerin fark ediyorum. Bariz bir şaşaaya düşmeyecek kadar zekiler. Böyle bir kamuflaja sahip olabilecek kadar eğitimli ve bunun getirisi olan yeteneklere sahipler. En çok dua edenler, sevgiye ve aşka methiyeler düzenler ve asıl servetin ne olduğunu en çok bilen bu hanımlar ve beyler… Bu, kendilerinde olmayana özlem mi, yoksa aslında ne olduklarını bildikleri için kendilerini aklama çabası mı? Ne yazık ki bunca naifliğin ve düzenin arasındaki bu telaş, bir aklama çabası evet. Boy gösterdikleri davetlerde ve eş dost bir araya geldikleri akşam yemeklerinde içtikleri şarapla mest olan ve birbirlerini doyasıya övüp minnettarlığını sunan bu hanımefendi ve beyefendiler çok memnun gözüküyorlar. Mest oldukları akşamlardan sonra haftanın bazı günlerini psikiyatriste ayırıyorlar. Ruhlarını gözden geçiriyorlar. Görgü en önem verdikleri meziyet. Balık yerken kullanılacak garip bıçağın hangisi olduğunu biliyorlar, başka hiçbir bıçağın balığa uygun olmadığı ve asla olmayacağı konusunda hemfikirler. Hemfikir oldukları binlerce konudan biri de bu. Görgü tavırlarda saklıysa eğer, içten olmanın yansıması değil mi aslında görgü dediğimiz? Bunu kabul etmemelerinin sebebi kitaplarda formülleştirilmeyecek kadar basit olması mı, onlarca çatal bıçak arasından seçim yapmanın daha zor ve dolayısıyla daha önemli oluşuna dair inançları mı? Bir şeyi önemli yapan zorluğuysa, hangisi daha zor diye sormamak için zor tutuyorum kendimi. İçten olacak kadar gözü kara olmak mı, yoksa bir sofra kuralı mı? Aslında her zaman basit olanı seçtiklerini anlıyorum. Onları böyle gösterişli olmaya zorlayan, tanındıkça basitliklerinin fark edileceği ihtimali. O gösteriş ve çeşitli adaplar ki, göz kamaştırıyor bir süre. İçlerindeki asıl gerçeği gizlemek için geçici körlüğe sebep olacak kadar vahşiler. Beni korkutuyorlar. Onlar da korkuyor. Zaten bu korku değil mi onları küstahlaştıran ve tutundukları her şeye daha da sarılmalarını sağlayan. Bu korku değil mi aşkta bile bulundukları yere en yakın kişiyi seçmek istemelerine sebep olan. Dünyayı diğerlerinden farklı gördüklerine olan inançları, kendilerinde olduğunu düşündükleri derinliğe rağmen ve çok sevdikleri özel dinletilere, izledikleri o lirik danslara, aşktan bahseden sanatsal gösterilere, sevginin önemi hissetmeye çalıştıkları garip tekniklere rağmen aşklarında ve sevgilerinde bir insanın ruhuna değil de yeterince canlı olup olmadığına bakan kan emiciler. Beğenilerinde bile, daha önce beğenilmiş ve tasdiklenmiş olana yöneldiklerini bilmeden, kendilerinde bir derinlik bulunduğunu düşünüyorlar. Altında ünlü bir ressamın imzasının bulunduğu tablonun bakmaya en değerli görsellik olduğunu düşünmelerinden anlıyorum ki; bu insanlar hissiyat hırsızı. Başkalarının hissederek ortaya koyduğu incelikleri beğenmeye mecbur oluşları, bunları ortaya çıkaracak hiçbir inceliğin kendilerinde bulunmayışından. Bir anda büyük bir gürültü kopuyor. Masanın örtüsü bir uçtan biraz kaymış bile. Kadehlerden biri devrilip yuvarlanıyor ve düşüp kırılıyor. Mumlardan ikisi devrilmiş ve sönmüş bile. Hanımefendilerden biri eteğine damlamış şaraba söyleniyor, bir diğeri telaşla garsonu çağırıyor. Beylerden biri saatinin gevşemiş kayışları sıkarken, diğeri kravatını gevşetiyor. Korkuyorum. 3 tane garson masaya doğru hızla gelirken bir anda ayağa kalkıyorum ve hızla uzaklaşıyorum masadan. Kapıya yaklaşmışken merak edip arkama baktığımda daha da şaşırıyorum. Masadaki 7 kişi memnun bir ifadeyle sohbet ediyor ve şakalaşıyorlar. Garson geliyor, sipariş ettikleri balıkları servis ediyor. Afiyet olsun sesleri arasında yemeğe koyuluyorlar. Az önce benim oturduğum yerde oturan kişiye takılıyor gözüm. Balığını yerken çok memnun gözüküyor. Elindekine bakıyorum, sonunda asıl balık bıçağı hangisiymiş öğreniyorum.
Bir cevap yazın