Yeşil bir araba hızla arkasından geçti. Önünde olta atan adamları gıpta ile izliyordu. Bir gün bu olta atan adamlardan birisi olacaktı, hayaliydi. Bu hayal gül ağacının birine, bir gravat ile boynundan asılmıştı. Okkalı bir küfür etti içinden. Şu gemilerin, şu martıların, şu çaycıların, şu yat koltuklarının altına sümüklerini süren adamların hepsinin kainattaki bütün canlıların bu oltacılarla dost olduğunu düşünüyordu. Bu adamlar katillerdi, Marmara’nın gördüğü yunus katliamının ardına çipura, camgöz, lüfer katliamı yapıyor bu adamlar diye düşündü. Kıç cebindeki sigarasına uzanmak için ayağa kalktı, oltacıların kovaları bomboştu. Ne iyi adamlar diye düşündü. Katil değiller demek ki? E, bu oltalar niye o zaman? Hem bu adamlar kötü olsalar gemiler selamlar mıydı? Yok, selamlamazlardı, en son bir kaç silahlı adamı denize fırlatan genç, gür bıyıklı adamları selamlamışlardı bu gemiler. Oltacılar o adamlar mıydı? Neyse siktir et dedi kendine. Bir sigara yaktı. Birini bekliyordu. Yolun bir sağına bir soluna bakıyor sonra durup oltalarını Boğaz’dan çeken oltacıların boş mu dolu mu olduğunu anlamaya çalışıyordu. Bir fırt daha çekti sigarasından.
Gözgöze geldiler.
Sigarasının ardına kemirmeye başladığı sert simidin yarısına gelmişti. Simit elinde öylece kalakaldı. Ne yapmalıydı?
‘İşte orada. Bana bakıyor. Ayağa mı kalkmalıyım? Peki tokalaşma? Nasıl tutarım ki? Güzel kokuyor mudur? Ben akşam ne yemiştim? Kokuyor muyum? Ağzım kokuyorsa? Korkuyorsam? Korkuyorsam anlar ki! Gelmez. Döner gider arkasını biliyorum. Öyledir o. Susar konuşmaz. Ağzından bir ses bile çıkmaz ben korkarsam. Simidi saklasam mı? Param olmadığını bilir, bu oltacılara özendiğimi de. Hem annem bana kuru ekmeğinden utanma dememiş miydi? Saklamam ki. İşte orada bana bakıyor.’
Gözgözeydiler.
Yavaşça banktaki adamın yanına geldi. Dikkatsiz bir adam kendisine çarpacaktı ki son anda yolundan çekildi. Banktaki adam elinde biraz fazla yanmış bir simit tutuyordu. Hoşgeldin, dedi. O ve banktaki adam bir süre konuşmadılar. Banktaki adam yaklaşık iki olta atımı boyunca o’na baktı. O; sessiz, rahat ve utanmaz bir şekilde banka yerleşmişti. Banktaki adam konuştu.
‘Hoş geldin küçüğüm. Bilirsin değil mi bu evrende ben en çok kimi severim? Allah’ı severim değil mi küçüğüm, birtanem. Allah’ı ne kadar seversem seni de o kadar severim. Oltacıları da. Yıllardır burada seni bekliyor gibiyim. Elli dakika elli yıl oldu, bin yıl da olsa seni beklerdim biliyorsun değil mi? Buralarda güzel bir kızı ineğe çevirmişti biri, o zamandır seni beklerim ben. Oltacı olsam bile severim seni. Sen benim yanımdasın ya, tüm Dünya’nın en kalabalık adamı ben değilim de kimdir? Sen benim yanımdasın ya, oltacı olmasam ne yazar? Sus, dur bir dakika. İzin ver bakayım o güzel yüzüne eğme başını öyle. Bak bu gözlerin senin, şu arkamdaki mezarlıkta yatan her şairin tüm şiirlerinden daha güzel. Allah şahit ki ben sana aşığım be Pınar. Allah şahit. Anam avradım olsun bak sen burada bir saat değil bin yıl otursan ben de otuturum yanı başımda. Sen yanımdaysan evrenin en kalabalık insanı benim Pınar. Bak Allah şahit. Cebimde yarım kuru simidim var. Açsan vereyim. Taş gibi ama olsun be sıkı tutar karnını.’
O, banktaki adamın en güzel sözlerini yere bakarak dinlemişti. Anlayamıyordu. Bu adam ne istiyordu, neyin peşindeydi bilmiyordu. Kendisini seviyordu, yalnız ve yalnız bunu anlıyordu. Uzattığı simide şöyle bir baktı. Küçümser bir tavırla diğer tarafa çevirdi kafasını, oturduğu yerde biraz doğruldu. Banktaki adam, tebessüm etti. Annesi haklıydı. O, iki dakikadır tam önlerindeki oltacıyı dikkatle izliyordu. Olta atışı, çekişi, nadiren gelen balıklar, oltacının sigara içisi garip bir ahenkle gözünün önünde bir tiyatro oyunu gerçekliği ile duruyordu. Banktaki adama şöyle bir baktı, oltacıya doğru yürümeye başladı. Oltacının balıklarına baktı, sonra oltacıya dikti gözlerini. Oltacı oralı olmuyordu. Yüzü boğaza dönüktü. Döndü:
‘Ne var kızım? Yine ne istiyorsun? Kaç olduğu bu çocuğu burada bekletirsin? Sende ar, namus, şeref yok mu a kahpe? Bir gün onun kucağındasın bir gün bunun. Sen bu şehrin en büyük orospususun ama bu dünya ne orospulara yenilecek ne de el kadar balıkları deliksiz ağlarıyla emen gemilere. Bak kızım benimle uğraşma, git bankına gelir biri yine ellettirirsin kendini. Sana acımıyorum hakkın da bak şu çocuğa acıyorum. Her hafta gelir oturur burada gösterirsin de elletmezsin kahpe. Bırak artık şu işleri. Git onunla, o senin sıcacık yuvan olur kızım! Kurtul bu hayattan. Şu hayattan kurtul kızım? Hem sana ne benim şarabımdan? Sattığım beş kilo balık, içerim. Evime de ekmeğini götürürüm evvel allah. Sana ne? Sen kendine, kendi hayatına bak. Tamam. İcra gelmişse gelmiş. Bir bok yok evde götürsünler. Canımızı da almazlar ya. Bu düzen dönecek elbet. Sen o küçük beynini bu konulara yorma, küçük orospu. Dön git çocuğun yanına.’
O, başını döndürüp banktaki adama baktı. Adam hala orada, hala ona bakıyordu. Bu sefer sigara içiyordu. Bir adım attı banka doğru, sonra nedense durdu. Bu oltacılar çok değişik adamlardı. Onlarla konuşmalıydı, onlarla arkadaş olmalıydı. Hem hep buradalardı, benimle kimse yuva kurmaz ama hep buradalar yalnız kalmam diye düşündü belki de.Oltacılar dünyayı kurtaracaklardı, kurtaracak olmasalar şu bankta oturan adam oltacı olmak istemezdi. Birden başını sağ yanına çevirdi. Uzaklarda hafif kilolu bir balıkçı, dolgun misinasını çekiyordu. Yanına yürüdü koşar adım. Adam ilgilenmiyordu, içten içe düşündü:
‘Kim bu? Ben ilk defa görüyorum bu kızı burada. Kimi kimsesi yok mudur ki? Aman sana ne Kazım, başına bela alma şimdi. Bakma bakma. Yollunun biri herhal.’
O, uzaktan şişman adamın balıklarına bakıyordu. Kovaya doğru bir iki adım attı. Şişman adam seslendi:
-Pissst, amınakodumun kedisi.
Bir cevap yazın