Sekiz yaşındaydım. Annemle Kopenhag’da dayımlarda misafiriz. Sitenin bahçesinde Danimarka’lı çocuklarla birlikte oynuyorum. Tek kelime yabancı dil bilmememe rağmen oyun diliyle anlaşıyoruz. Anadillerinde bir şeyler soruyorlar sürekli. Cevap veremediğime üzüldüğümden dayım Danimarkaca bir cümle öğretiyor:” Danimarkaca konuşmayı bilmiyorum.” Bir gün Türkçe konuşabilen bir kızla tanışıyorum, beni evlerine davet ediyor. Salonda bıyıklı, sakallı bir adamın posteri. Nereli olduklarını soruyorum kıza. Biz Kûrd’uz, diyor. Çocuk aklımla tam anlayamıyorum. Hani dağlarda gezen kurt mu? Aynı dili konuşabildiğim biriyle tanışmaktan, misafirperverliklerinden, nezaketlerinden gayet memnun, koştura koştura eve dönüyorum. Anneme bir kızla tanıştığımı söylüyorum. Yaşıtım. Kurtmuşlar, diyorum. Annem gülümsüyor. Kürt onlar, diyor. Kürtler kim? Hani Danimarkalılar, Almanlar gibi mi? Başını sallıyor annem. Nerede yaşadıklarını soruyorum. Onların ülkesi yok mu? Hep beraber yaşadığımızı söylüyor annem. Türkiye’de mi yaşıyorlar diyorum hayretle. Öyle ya, Fransızlar Fransa’da yaşar. Bu nedenle, ülkenin adı Fransa’dır. Niye diye soruyorum, Türkiye’de sadece Türklerin yaşadığını söylüyor öğretmenimiz.
Barışmak ötekini de kendinden saymakla başlamıyor mu? Barışmak önce birbirini tanımakla, kabullenmekle başlamıyor mu?
Üniversitenin ilk günü, ilk ders. İkinci sırada sarışın bir kız oturuyor. Önündeki sıraya geçip arkama dönüyorum. Ben Pınar.Ben de Liza. Garipseyeceğimi sanıp ” Ben Ermeni’yim” diyor. Lisedeyken Ermeni biriyle aynı sınıftaydım, din derslerine girmezdi. Aslında onun hakkında pek fazla bilgiye sahip değildim. Ermeni olduğunu uluorta söylemez, politik tartışmalarda çekimser kalırdı. Liza’nın ” Ben Ermeni’yim” demesi hoşuma gidiyor. Ne tesadüftür ki, Taner Akçam’ın ” Ermeni Tabusu Aralanırken Diyalog’tan Başka Çözüm Var mı?” adlı kitabını okuyordum o günlerde. Üniversite yılları sona erdikten sonra Liza evlenip Amerika’ ya yerleşti, bağımız hiç kopmadı. Derken Ermeni Soykırımının kabûlünün yasalaşması gündeme geldi. Özür dileme kampanyaları başlatıldı. İmza atmışım ama utancımı hafifletmemiş. Liza’ya mail attım. Geçmişin kapalı kapılar ardında bırakılmasına, gerçeklerin halının altına süpürülmesine, yaralara tuz basılmamasına, inkâr ve imha edilen herşey adına mağdur ve mahrum bırakılan herkesten özür dilediğimi yazdım.
Barışma önce kendinden özür dileyerek başlamıyor mu? Ben şimdiye kadar neden böyle duyarsız kaldım, neden hiçe saydım, neden insanlıkta sınıfta kaldım diye kendinden özür dileyerek.
İstanbul’un göbeğinde üç katlı bir apartmanda oturuyorum senelerdir. Eskiden, yüksek binalar yapılmadan evvel, Mecidiye Köyü ile Beyoğlu arasındaki her yer vişne bahçesiyken üçüncü kattan deniz görülürmüş. Dört Ermeni kardeş yaptırmış. Apartmana her birinin adlarının baş harfleri yanyana getirildiğinde ortaya çıkan isim verilmiş. Fakat 6-7 Eylül olayları sırasında işyerleri, malları, mülkleri talan edildiği için ellerinde kalan tek apartmanı ünlü bir dişçiye satıp yurtdışına gitmek zorunda kalmışlar. Üst kat komşum anne babasını 1915’te kaybetmiş bir Ermeni, eşi ise dini bütün bir Müslüman. Kırk yılı aşkın evliliklerinde birbirlerine saygıda kusur etmemişler, ibadetlerinde serbest davranmışlar, huzurlarını muhafaza edebilmişler. Arada sırada tartışıyorlar elbette, sonra birbirlerinin hemen gönlünü aldıklarını söylüyorlar. Barışmak böyle bir şey işte diyorum. Hiç küs kalamamak aslında.
Barışmanın bireyden topluma dalga dalga yayılması gerektiğini, yüreklere artık su serpilmesinin, herkesin kucaklaşmasının, önyargılarla öngörülerin bir olmadığını anlamasının vaktinin geldiğini bir kez daha haykırmak istiyorum. Barışmak gelenek haline gelemedi bu kadim topraklarda. Barışa susayanların, “Barışalım!” diye haykırarak susmayanların; bizlerin, gün be gün çoğalan barışseverlerin, yani canına tak edenlerin en büyük özlemi barışmak. Çünkü biz kurşun yerine söze kıymet verenleriz, sevgiye toz kondurmayanlarız. Paçasını kurtarmak için müşküle düşünce makas değiştirenlere, cesaretimizi kıranlara, yolumuza taş koyanlara, hamaset hevesiyle babalananlara, yarım ağızla konuşanlara “Barış, Hemen Şimdi!” diye haykıranlarız.
Barışmak, yüreğini gelin bohçası gibi açabilmek, birbirinin yaralarına bakabilme cesaretini göstermek, geleceğini birbirine emanet etmek değil mi? Silah yerine Söz’ü takdir etmek değil mi? Çünkü barışın ikamesi yok. Çünkü barışı barıştan başka bir şey temsil etmemeli.