Gözlerinde ve dişlerinde gördüm onu… İçimden böyle geçiyordu. Böylelerinin ve böyleliklerin hikâyesini yazmak.
Bozuk kaldırımları dikkatlice adımladım. Bir amca bana samimice bir selam verdi. Bastonu yoktu.
Sevdiğim, ahşap tabelasında; dumanı tüten bir çay bardağı görüntüsüyle beni kendisine çeken; yine aynı yer oldu. Burası, karmakarışık sesleri içinde beni çok hızlı bir zihinsel yolculuğa çıkaran bir kahvehane. Sırhane mi desem hayalhane mi yoksa. Karşımda büyük ekranda son dakika haberleri alt yazı ile geçiyordu. Çay, önüme bu sefer yalnız bir şekilde geliyor bir ufak bıyık altı gülümsemesi ile.
“Tıkırtı”lı, “Kahvehane”li, “Kambur”lu hikâyeleri anımsadım sanki.
Masada kısa, beyaz sakallı bir amcacık oturuyordu. Sanki zor nefes alıyordu. Birini bekliyordu. Gözleri kapıda olduğundan öyle düşündüm. Bu daracık mekan dertlerin kaynatıldığı, demlendiği bir yer gibi göründü bana.
Çayımı yudumladım. Hafif şekerli olması beni içten içten gülümsetti. Taburelerde oturanlardan biri, bıyıkları üst dudağını tamamen kapatmış olanı, “Nerde galdı bizim çaylar Sado!” diye seslendi. Saadettin’miş adı ama onu da kısaltmıştı buranın müdavimleri. Sado’da Saadettin’den daha büyük, duru bir saadet var diye düşündüm. Kahveyi öylece dolduran ve ısıtan…
Çayın öyküsü dedim kendi kendime. Sonra sürekli açılıp kapanan kahve kapısının öyküsü dedim. Ya da burada oturan avareliklerin hikayesi… En iyi hikâye belki de “Gel sana bir çay ısmarlayayım”ın hikayesi olurdu. Sanki düşündüğüm şey kendiliğinden yazılıyordu.
Masamdaki, gözleri kapıda olan amca:
-Gel, neredesin, dedi. Amcanın bastonunu o an fark ettim masada. Tam da böyle bir “an”ı yazmak geçti içimden. Kapıyı güç bela ittirerek açan ve gülümsemesi ağzındaki seyrek dişlerle daha da acılaşan bir amca masaya yaklaştı. Beni biraz samimi biraz yabancı, karışık bir edayla ve göz ucuyla selamladıktan sonra amcanın karşısına oturdu. Bir derin iç çekiş ile:
-Sana bayağı baktım caminin kapısında ama göremedim.
-Ben de baktım epey. Sonra kahvehaneye gelirsin diye buraya geldim. İyi etmişim değil mi? Aldın mı arabayı.
-Emin, alacam dediydi (!) Nerde(!)
-Söz verdiyse yapar. Senin oğlun Mesut’tan daha samimidir Emin ha! Oğlunun sana yapmadığını o yapıyor sana. Seni geçende doktora götürmedi mi? Aradığında hemen geliyor yanına. Çok uzak akraba ama çok yakın sana. Onu hoşnut et. Arada fazladan harçlık ver. Onun ardından, baa galsa, olur olmaz gonuşmasan çok iyi edersin Kadir. Amcanın dili bazen yöresele bazense İstanbul Türkçesine dönüyordu.
-Doğru dedin Kemal. Bunu derken evlatlarını ne şartlarda yetiştirdiği geldi aklına. Hüzün ile göz yaşı, gözlerine yapışıktı. O seyrek ve bakımsız dişleri bu defa yüzündeki hüznü daha da acılaştırmıştı. Gözleri ve dişleri bir başlıktı sanki onu anlatan…
Bir an ben sizin hikâyenizi yazıyorum demek geldi içimden. Emin, Mesut, Kadir, Kemal… Bu isimler çok şey anlatır aslında. Çok şey beklenir bunlardan. Ancak nasıl taşır insanlar bu isimleri? Bu isimlerle birlikte bu hayat macerasındaki fedakarlıkları, sevgileri, beklentileri, ardından konuşmaları, hüznü, rüzgarı, havayı, ısmarlanan çayı?.. Bir yanılsama halindeydim sanki. Kadir ve Kemal amcaların bastonları da bir anda girdi bu alt öyküye. Benimle konuşur olduklarını hissettim. İki bastonun yan yana oturup bir hikâyeyi anlatması… İnsanları taşımak, onlara dayanak olmak yaptıkları değil mi? Bu bastonları taşıyabilmektir, bunlarla bakabilmektir hikayesi insanların. Benim de kalemim elimde bir baston. Kadir ile Kemal bir arada ve yanımda. Acı tatlı bir sohbette. Ben bastonlarıyla bir başka hikâye kurmak istiyorum işte…
Kadrini bilmekle Kemal’in, kemale ermeyi var ediyorum bastonlarla. Çay kaşıklarının, alçak yüksek tonlardaki kahkahaların, art arda ısmarlanan çayların arasında iki bastonun hikayesi işte. Sonra hafif kart ama sevecen bir ses işittim:
– Çok daldın be oğlum. Şu düşen bastonumu verebilecen mi? Üzerinde belli belirsiz bir isim gördüm. İ’si biraz silinmiş bir şekilde galiba Kadir yazıyordu. Gülümsedim. İsteğini yerine getirdim. Aynı sevecen sesle bana “Sağolasın oğlum!”dedi.
Elimde kalemim duruyor. Önümde; yazılacak hasretli, yaşlı bir çift göz ve o dişlerin verdiği hafif bir acı gülümseme… Masamın iki kenarında iki baston.
Bastonuyla vurup duruyor kelimeler kafama…
Bir cevap yazın