Geceleri daha bir soğuk olurdu mezarlıklar; mezar taşları buz keser, güneşten uzak kalan toprak cansızlaşıp sertleşirdi. Kapalı bir kutu gibiydi mezarlıklar; küçük kutulardan oluşan büyük, soğuk ve sessiz bir kutu. Gündüzleri nispeten bozulsa bile bu sessizlik, geceleri doruğa ulaşır, bu harikulade sessizliği sadece böceklerin ayak sesleri, rüzgârın savurduğu kurumuş yapraklar ve bekçi Sefa’nın fısıldayan titrek sesi bozardı.
Yıllardır oradaydı Sefa. Koskoca mezarlığı eski evinin semti gibi adım adım bilir, tozlanan mezar taşlarını elleriyle temizler, üstlerini örten toprağın çevresini dolduran yaprakları ayıklardı. Ağzında sigarası, elinde feneri adım atmadık yer bırakmazdı gün doğana kadar. Aklından geçenleri dökebileceği toprak, sessizlikle kutsanmış küçük kutuları vardı. Konuşacak başka kimsesi yoktu, hayatında yaşayan ya da ölü kimse yoktu. Mezarlık onun hem cenneti, hem de cehennemiydi.
Cebinden buruşmuş paketini çıkartıp bir sigara yaktı. Yorulmuştu, nefes alırken zorlanıyordu. Buna rağmen sigarasından derin bir nefes çekti. En yakınındaki mezarlığın bir avuç toprağını çevreleyen mermerin kenarına oturdu. Elini toprağın içine daldırıp, “Biliyor musun?” dedi. Göz ucuyla mezar taşındaki ismi okudu, ölmek için çok genç diye geçirdi içinden. Yaşanmamış koca bir hayatı bırakıp gelmişti. “Biliyor musun, çok kötü bir çocuktum ben. İnsanlardan, hayvanlardan, her şeyden nefret ederdim. Karşıma çıkan her şeye zarar vermek beni o kadar heyecanlandırır ki, gözlerim dönerdi zevkten.” Elini sertleşmiş toprağa daha da soktu. “Farklı olduğumu görebiliyordum ama bunun neden olduğunu anlayamıyordum, sadece deli gibi eğleniyordum.” O günler aklına geldikçe midesinden boğazına doğru bir acı tırmanmaya başladı. “Okula yeni başladığım zamanlardı, annem bir gün eve yavru bir köpek getirmişti. Perişan haldeydi, her yeri yara içinde, hasta, bitik bir köpekti. İğrenç görünüyordu. Ölü gibi yatıyordu ona ayrılan koltuğunda tüm gün. Annemle babamın onu iyileştirme, yaşatma çabalarını bir türlü anlamıyordum. Bir gün onu alıp karşı apartmanın kömürlüğüne sakladım.” Öfkesi ve pişmanlığından toprağın içindeki elini daha da sıkmaya, avucundaki toprağı ezmeye başladı. “Aileme, birden ayaklanıp mutfağın balkonundan kaçtığını söylemiştim. Onların üzüntüsü benim sevincim olmuştu. İstememiştim onu evde, hastaydı, mikrop saçıyordu, kötü kokuyordu. Onlardan gizli ve onların hoşuna gitmeyecek bir şey yapmanın heyecanına kapılmıştım yine. Ölüme terk ettim onu orada. Biliyor musun, sanırım her şey o gün başladı.” Gözlerinden yaşlar süzülüyordu, gerçek gözyaşları, içten gelen; acının, ıstırabın akıttığı gözyaşları… “Bunu bilmen gerekiyordu” dedi sessizce, “Eminim senin hayatında böyle şeyler hiç olmadı. Ne kadar şanslısın biliyor musun?” Buz gibi olmuş elini topraktan çekti. Soğuğa dayanamayan gözyaşları yanağında kururken, elinde feneri yürümeye devam etti.
Mezarlıkta ilerledikçe, yanından geçtiği her mezarın toprağına toprak kokan ellerini değdirip sessizce selamladı onları, “Buradayım.”
Çocukluğu kadar ergenliği de bu tür kötü davranışlarla geçmişti. Yaptığı hiçbir şey vicdanını yaralamamış, aksine bu kötü tarafını daha da güçlendirmişti. Yavaş yavaş oluşan karakterini merhametsizlik ve acımasızlıkla kurmuştu. Mezarlığın ortalarına doğru geldiğinde yine içini bir sıkıntı kapladı. En yakın mezarın yanı başına oturup yine elini toprağına daldırdı. Mezar taşına baktı, yetmiş bir yaşında bir kadındı. Geldiği günü hatırlıyordu. Onu getiren birkaç kişinin sahte üzüntülerini gözleriyle görmüştü. Soluklanıp anlatmaya başladı uzun uzun; hayatındaki tüm kadınlara yaptıklarını, onları nasıl incittiğini, zarar verdiğini, bilerek ve isteyerek, hatta keyif alarak nasıl zamanlarını çaldığını. Annesine yaptıklarını anlatırken hüngür hüngür ağlamaya başladı. Utancından kızaran yanaklarından akıyordu gözyaşları yine, “Biliyor musun, beni kimse affetmeyecek, ne onlar, ne de tanrı.”
Onun tüm bu kötülüklerinden nasibini almış insanlar onu affedebilirdi, içinde iyilik olan insanlar herkesi, her şeyi affedebilirdi. Ama tanrı onu affetmemişti. Yaşarken yaptığı tüm bu kötülükleri, öldüğü günden itibaren itiraf ettirip, her gece bunun acısını yaşamakla cezalandırmıştı onu. Konuştuğu her ölü onu duyuyor ama cevap vermiyordu. Sadece daha huzurlu uyuyorlardı. Güneş gözden kaybolduğu an mezarından, o küçük kutusundan çıkıp yaptıklarıyla yüzleşiyordu güneş tekrar kendini gösterene kadar. Hayatı boyunca yaptığı her kötülüğü anlatana kadar, bunu bitirene kadar ona küçük kutusunda rahat bir uyku verilmeyecekti. Bunun daha ne kadar süreceğini kendi bile hâlâ bilmiyordu…
Bir cevap yazın