Her gün yaşamın boyunduruğu altında çılgınca devinimlerde bulunan ve sağa sola neşe saçan insanlar görüyordu. Ve korkuyordu yaşamın onu da ele geçirmesi ihtimalinden. Mesela birden gelişigüzel bir kahka tutsa ya da yolda yürürken kapılıverse yolun akışına, hemen gider ve en yakınındaki banka otururdu. Böylece yeniden durgun bir ev güvenliği sarardı içini. Tehlikeli olmayan tek kapılış, bekleyişin kapılışıydı. Onu gerçekdışı sevinçlerden, sabun köpüğü kahkahalardan ve yanılsama mutluluklardan kurtaracak olan umutsuz, sebepsiz ve biteviye bekleyiş.
Bir gün yine sığınmışken bekleyiş kuytusuna, az ilerisine bir adam geldi. Ve bir anda aynı bekleyişi bölüşmeye başladılar.
Ama adam yarımdı. Biri, bir vakitler adamı tam ortasından ikiye bölmüştü. O yüzdendir ki; bir tarafı sarıp sarmalasa, diğer tarafı veda ederdi. Kadın ise çoktan ikiye bölünmüş olduğundan aldırış etmedi yarım dudaklı bir adamı öptüğüne. Aksine birlikte tamamlanırlar sandı.
Derken adamın giden tarafı ağır bastı. Bekleyiş, yeniden tüm ağırlığıyla kadının omuzlarına kalmıştı.
Ancak kadının hiç düşünmediği bir şey oldu. Adamın gidişi, kadını ikiye böldü. Kadın dört parça bir bankta kalakalmıştı. Artık, hem gitmek, hem kalmak isteyen; hem bir şey yapmayan hem de her şeyi yapandı.
Dört parça kadın, hayatının her sahnesini dört farklı şekilde oynamadan bir diğer sahneye geçemez olmuştu. Sahneler oynandıkça kadın bekleyişten uzaklaştığını sanıp seviniyordu.
Bir, iki, üç ve dört… Derken sahne değişiyor. Yeniden rakamlar deviniyordu. Bir, iki, üç ve son tekrar…
Sonra bir gün yorulmuş bedenini bekleyiş bankına götürüp, bırakıverdi.
Derken yanında bir kağıt buldu. Kağıtta: “Hayatın her sahnesinin dört perdesi vardır. Ama bekleyiş, perde sayısı belli bir olmayan bir oyundur.” yazıyordu.