Ben ve hayali arkadaşım Celal, Çılgın Motorcular Kulübündeydik ve yolumuz İlk kez
böylesine ilginç bir mekâna düşüyordu. Duvarlar boğazına kadar envai çeşit motor
resimleri ile doluydu, bir sürü deri ceketli macera düşkünü motorcu büyükçe bir masa
etrafında yüksek sesle kavga edercesine, bağrışarak birbirlerine hikâyelerini
anlatıyorlar, arada bir de ani bir tufan çıkmış gibi adabı aşmışlar olarak kükrercesine
kahkahalar savurarak susma sıraları kendilerine geldikçe önlerindeki menemenlere
ekmek parçalarını banıyorlardı. Celal’in canı menemen çekmişti, İstemeye istemeye
burada mola vermek zorunda kalmıştık. Celal bir şeyi tutturdu mu kopartmadan
bırakmazdı, boşuna hayır demenin böyle zamanlarda işe yaramayacağını biliyordum.
İblisin menemen aşermesi durduk yere kabarmamıştı pek tabii; buranın menemeninin
meşhur olduğu, meşhur olduğu kadar doyurucu olduğu beş kilometredir tabela
reklamlarında Celal’in doymak bilmeyen midesini ve beni ikna etmeyi başarmıştı.
Tabelalar şaka gibiydi. -Nefis menemene 4 km kaldı- Açsan midene 2,5 kilometre
sonra bir iyilik yap-Sık dişini 500 metre kaldı -Celal, onun için bitmek bilmeyen bu
mesafede menemen krizine girip kolumun etini sıkıp morartmıştı. Huzur vadeden bir
pazar sabahını baharın öncü işaretleriyle taçlandırmak niyetiyle yola çıkmıştık. Asfalt
kenarları yeşilin en gösterişli tonlarıyla parlamış, türlerini bilmediğimiz ağaçlar iri kar
taneleri gibi çiçekler aşmış, yeni yetme uçucu böcekler şuursuzca her köşeden
vızıldayıp otomobilimizin ön camında can vermişti. Masumane bir hevesin peşine
elbette ki yayan, yalınayak çıkamazdık. Altımızda 97 model bir Renault Flaş marka
otomobilimiz vardı dostlarım. Boyası yer yer güneş yanığından solmuş Fransız malı
bir otomobil markasıydı bu, dile kolaydı; 23 yaşında, otomobil yurdunda ihtiyar bir
delikanlı sayılırdı. Küçük, içi oldukça dar arabadır model Flaş, üretimden kaldıralı üç
tane beş yıldan fazla oluyor. Böylesine küçük otomobile 1700 motor koymuş şu bizim
burnu yere hiç düşmeyen ukalâ Fransız dostlarımız. Ne mi demektir bu 1700 motor?
Gerçekten merak ediyorsan, cevabı uygulamalı olarak sana gösterebilir birlikte küçük
bir tura çıkabiliriz. Hayali dostum Celal de buna pek memnun olurdu, o arkadaş canlısı
biridir. Böylece ben de otomobilimizin gaz pedalına biraz sert basmana izin verir,
özetle ne demek istediğimi hemencecik kavrayabilmene yardımcı olurdum.
Altımızdaki bineğe geri dönelim. Uçan tabut lakabını Fransa’da almış yürümüş
zamanın bu küçük canavarı. Yersiz bir lâkap da değildi hani uçan tabut ismi;
cüceliğine, boyasının solukluğuna bakmazsanız pek tabi… BMW, Mercedes, Audi
sahipleri piçlerle kırmızı ışıktan her kalkışta onları beş yüz metre boyunca ayağımın
altında can veren karıncalar gibi ezdiğime şahit olsaydınız, küçük diliniz Normandiya
çıkarmasındaki ÇIKARMAGEMİSİ kapaklarının sahile vurduğu gibi yerinden fırlayıp
çenenize yapışırdı. Sonradan hızlanarak bizi geçerken intikam aldığını zanneden bu
züppelere diyecek söz bulamıyorum. Celâl böyle zamanlarda hemen devreye girer,
sonradan aklı başına gelip devrini alan lüks arabalar bizi sollarken yerinden doğrulur,
avazı çıktığı kadar “Ne oldu cicim ne oldu hahh diye bağırıp durur, ağzından salyalar
saçarak en bilinmedik küfürleri savurdu. Neyse ki Celal’i bir tek ben duyabiliyordum.
Aksini bir düşünsenize; Celal’i başkalarının da duyabildiği bir dünyayı. Halim nice
olurdu.
O kalburüstü otomobillerde kasılarak oturan nice avukatlar, nice şirket CEO’ları belki
de polis müdürleri, savcılar vardır haddimizi bize derhal bildirecek. Korkum, bir gün
böyle bir talihsizliği yaşayacak olmamızdı. Şükürler olsun ki onu sadece Alzheimer’a
yakayı ele vermiş yaşlı bunaklardan başkaları duyamıyordu. Deri ceketlilerden biri, ait
olduğu guruptan ayrılmadan önce bir kaç kez ürkütücü bakışlarını masamızda
gezdirmişti. Sonra kararını verip bize doğru yürümüş Ve de Sol elinin işaret parmağını
masamızdaki iki porsiyon menemen tabağına dikerek aynen şunları söylemişti. “Hey
adamım birini mi bekliyorsun yoksa ikisini de sen mi yiyeceksin?” 1.90 dan daha uzun
boylu, koca bira göbekli, şişkoluğundan sırtındaki deri ceketi kambur belinde gerilmiş,
kırk yaşlarında sert erkek görünümlü, kır sakallı biriydi bu. Başında da Nazi subayı
şapkası ve bu şapkanın anlında kurukafa kabartması vardı. “Bela istemiyoruz dostum
“diye bir kaç alt perdeden cevap verdim. Amerikan filmlerindeki Yankiler’in
birbirlerine horozlandığı bir sahneyi canlandırıyor gibiydik dostlarım. Celal sinirden
deliye dönmüş masanın üzerine fırlamıştı. Elindeki çatalla ona doğru hamleler yaparak
“Ona haddini bildir kardeşim, domuz burnunun ortasına yumruğunu indir, hadi ne
duruyorsun o aşağılık burnundaki kanı masaya boşalt diye tepinip duruyordu. Ait
olmadığımız bir yerde; motorcuların uğrak yerinde, evinde, çöplüğündeydik. Hayali
dostum Celal’i adam yerine koyup saysak bile kaba bir hesapla yirmiye karşı sadece
iki kişiydik. Burnunu çeke çeke, elinin ıslaklığını domates lekeli önlüğüne silerek
yanımıza gelen menemen ustası, şaşkın gözlerle bana bakındı ve tam olarak şöyle
sordu; “İyi misin abicim?” Bu arada motorcuların kalabalığı da sus-pus olmuş
dikkatlerini bize döndürmüştü. “Aklından geçen ilk şeyi yapmalısın” derdi
büyükbabam böyle durumlarda. Yumruğumu sert bir Hindistan cevizi şekline
dönüştürüp kürek kemiğimden desteklediğim kuvvetle motorcunun burnuna bu
kuvveti indirmem, çıkış kapısının yerini belirlememle bir olmuştu. Çam yarması önce
geriye doğru savrulup boş masaya çarpmış, sonra da burnundan boşalan köpüklü
sıcakkanla birlikte bir kütük gibi yere devrilmişti. Maceracı ve sıra dışı ruhlu bir asi
olmasının fizik kanunlarının, özellikle yer çekimimin umurumda bile olmamıştı. Celal
böyle durumlarda sonuna kadar kalıp kavganın tadını almamız gerektiğini savunurdu.
Ancak şimdi, ardına bile bakmadan buradan sıvışmak şartlar muhakeme edildiğinde en
iyi yol gibi görünüyordu. Bizim flaş köpükler içerisindeydi. Herifçioğlunun biri onu
yıkamayı iş edinmişti kimseye bir şey sormadan. Bir kaç lira çorba parası için bunu
size sormadan yapan çulsuzlardan pek hoşlandığımı söyleyemezdim. Elindeki
hortumla dona kalan bu fukaraya da aynı tarifeyi tereddütsüz uygulamıştım. Bunu
yaparken yüreğimde biran olsun filizlenebilecek merhametten çok uzakta olan zihnim
korkunun tesiri altında başkaca şeyler hissediyordu. Anam anam diye elindeki
hortumu bırakmadan yere kapaklanan zavallı, boştaki elini yüzüne tutarak ikinci bir
acıyı suratında hissetmeyi hiç de istiyor görünmüyordu. Celal görünürde değildi.
Yanımda olmalıydı, ama işte Celal’di bu; en beklenmedik tuhaf şeyler onunla
özdeşleşmiş gibiydi; beni şimdiye kadar o kadar şaşırtmıştı ki, size doğal gelecek
davranışları ondan beklemek, artık, rayları hiç var olmamış bir kasaba istasyonunda
tren beklemek kadar can sıkıcı olabiliyordu. Celal ifla olmaz bir azgındı; bir terörist,
bir yan kesici hatta adi bir kundakçıydı. Kadınlardan ve çocuklardan, özellikle de
kedilerden nefret ederdi. O bir ruh hastasıydı, sahip olduğu şey ben, flaş otomobilimiz
-ki 1700 motoru çok güçlüdür- ve nur topu gibi bir hastalığı, ruh hastalığı vardı. Ruh
hastası olmak sözcüklerini sonuna kadar karşılayan bir baş belasıydı Celal… Neden o
motorcuya -şimdi bileğim ağrısı can sıkıcıydı- yumruk attığımı sanıyorsunuz? Güzel
bir gün geçirme hevesimin tam da o anda, orada bir kâbusa dönüşeceği apaçık ortada
dururken elim kolum bağlı buna razı gelemezdim. Tecrübe… Tecrübeyle sabit değil
midir mutluluk deneylerinin başarıyla sonuçlanması? Elbette. Canınız bir şeye fena
halde sıkılacaksa seni bu yola sürükleyen tüm nedenlerin önünde özgürlük heykeli
kararlılığıyla durmayı öğreneceksin. İşte bunu sana öğreten tecrübeden başka bir şey
değildir. O çam yarmasına hak ettiği için değil Celal’in durmak bilmeyen ısrarlarının
sebep olacağı muhtemel baş ağrılarımı bertaraf etmek için esaslısından bir yumruk
çıkarmış onu birinci raunt başlamadan yere sermiştim. Şu zavallı araba yıkayıcısına
gelirsek o durum başkaydı. O orada olmayı kendisi tercih etmişti. Afganlı bir gençti
bu. Ülkesinde canı fena halde sıkılmıştı ve şehrimizin şehrinize bağlandığı bu
otobanda, kendine, uzun ve renkli bir hortum ile kaportaları çizmeyen bir fırça
edinmişti. Motorcular kulübü yetkilileri bu zavallıya acımış, onun müşterilerine hizmet
etmesine ses çıkarmamıştı. Zaten su da kuyu suyuydu, bedavaydı. O da gün başlarken
etrafı silip süpürür, ayak işlerine bakar, müşterilerin bir Afganlı gençle eğlenme
beklentileri karşısında salak salak tebessüm eder, şirin görünür herkesi eğlendirir;
böylelikle borcunu öderdi. Fakat şimdi durduk yere yediği yumrukla güzel bir bahar
günü aydınlık gökyüzünü ıslak çizmeleri havada seyrediyordu. Yüzünü diğer koluyla
siper ettiği anda, aradan çarpık dişleri ile salak salak ve acı bir gülümseme her şeyi
yeterince açıklıyordu. Derme çarpma iki göz odalı bir gecekondu sahibinin ilk işi;
bahçesine meyve ağaçları dikmektir. Ne kadar fakir olursanız olun bunu yapmak hem
çok kolaydır hem de sonuçlar bir nebze olsun yaşadığınız sefaleti şirin gösterir, tedavi
eder. Fakirlik tedavi edilemeyecek kadar kronik bir hastalıktır, Oysaki sefaletiniz biraz
makyajla otoban fahişelerinin çekiciliği mertebesine sizi ve boktan hayatınızı
yükseltebilir. Bizim şu Afganlı nasıl da bizden biri gibi olmaya özenmişti; bin yıllık
Anadolu ağzıyla anam anam diye kapaklanmıştı yere enayi. İçimde zerre kadar
yeşermeyen merhamet duygusunun ne zaman kuruduğunu hatırlamıyorum bile. Ama
siz, siz olun yine de her söylediğime itibar edip o Afganlı embesil ile gay olduğu su
götürmez maceracının düştüğü bataklığa yaklaşmayın. Hirrrrnnn diye ateş aldı
otomobilimiz.
BÖLÜM SONU
Bir cevap yazın