Peki ya ne zaman kurtulacağız beynimizdeki aynalardan, ne zaman kurtulacağız bu içimizde ki ben duygusundan?
“Dünyanın renkleri değişti onlar ilerledikçe, dünyanın sesleri, sessizlikleri değişti, şekilleri sonra, kapıları, kapılarından girip çıkanları değişti, gülenleri,ağlayanları,yürüyenleri değişti,
ağaçları,çimenleri,yaprakları değişti,güzellikleri,çirkinlikleri değişti, hatta bütün bunlarla ve daha başka şeylerle birlikte mesafeleri, boşlukları ve bu mesafelerle bu boşluklarda gezinen kokuları da değişti.”
Çarpıcı cümleleriyle ve mükemmel bir üslupla dile getirilmiş imgeleriyle Hasan Ali Toptaş, bizi tüm sessiz kalmışlıklarımıza götürüyordu.Peki neydi bu sessiz kaldıklarımız, neydi içimizde ki bu sessiz aynalar?
Bazen bir kadın oluyordu bu aynalar sokak ortasında vahşetle öldürülen bazen ise evinde sessizce oturup ölümünü bekleyen bir kadın bazen de tecavüz edilip tüm ruhu alınıp sadece cesediyle bulunmayı bekleyen bir kadın oluyordu.Peki ya tüm bunları bize nasıl anlatıyordu Hasan Ali Toptaş, tüm sessiz kalmışlıklarımızı kiminle anlatıyordu? Bazen bu sessizlikler gözlerinden yaş değilde taş dökülen Güldiyarla bazen Güldiyarın acılarına yüreği burkuk bir baba edasıyla bakan Muzafferle bazen onları bu zor durumda bırakan yüreği pişmanlıklarla dolu ve ödemesi gereken bir borcu olduğunu düşünen Dursunla bazen de dünyayı bir baykuş sessizliğiyle damlarda bekleyen Halil’le bazen ise klarnetinin acı sesiyle seslenen klarnetçi çocukla dile getiriyordu Toptaş.
“Hayatları boyunca hayatlarına giren insanların çoğuna bir şekilde kötülük ettikleri için artık kendilerini bile sevemez hale gelenler iyilik ve tevazu şarkıları eşliğinde, cumbuldata cumbuldata, başkalarının sevgisinde vicdanlarını çitiledi, dili damağı kuruyan, ciğerleri börten hastalar kapılara bakıp su bekledi, mahkumlar ranzalarında kah o yana, kah bu yana döndü, aç yatan çocuklar rüyalarında yiyecekler gördü, kalplerinin başköşesinde yıllarca ağırladıkları kişinin pis bir yalancı olduğunu anlayanlar kendi öngörüsüzlüklerine hayıflanarak bir sigara daha yaktı, kim bilir, o sırada belki görünmeyen yıldızlardan biri de eğilip yukarıdan dünyanın ahvaline baktı, sonra yavaş yavaş artık şafak söktü…”
Bazen elimizi vicdanımızı koyduğumuzda bir ses gelir içeriden tüm bu olmuşlara, tüm bu susmuşluklara karşı yüzümüze bir kırbaç gibi çarpan bir ses işte Hasan Ali Toptaş’ında kitabında aslında yaptığı buydu yüzümüze sert bir tokat atmak yerine bizi vicdanımızın hapishanesinde baş başa bırakıyordu dünyanın en ağır yüküyle bırakıyordu yani.
“İşte tüm bunlar, lüzumundan fazla televizyon seyretmenin neticesi! Tabii, iş yok güç yok, yayılıyorsunuz ekranın karşısına, sabahtan akşama kadar o abuk sabuk programları seyrediyorsunuz.Seyrettikçe de beyniniz uyuşuyor sizin, Allahıma, keçe gibi oluyor…”
Ne kadar da doğru bir cümle değil mi? Bu cümleleri ne zaman okusam sanki altında eziliyorum okurken vicdanı körleşmiş,televizyonlarla uyutulmuş insanların adına utanıyorum sonra bırakıyorum onları saçma dizileriyle.Kalbimin ritimlerini dinliyorum. Ritimler sessiz sedasız bir sokak ortasına, hapishanelere en sonunda da bir gecekondunun içine doğru yol alıyor. Simsiyah bir karaltı perdenin ardına geçmiş elinde ucu sivri bir bıçakla kızın belini hafifçe dürtüyordu. Kız ağlıyor gözlerinden dökülen taşlar orada oturmuş insanları hayretler içinde bırakıyordu sonra dönüyorum taşlara elime alıyorum; elimde kâğıt paralara dönüşüyordu taşlar. Utanıyordum yine kendimden, utanıyordum tüm insanlık adına ve sert bir hışımla atıyordum simsiyah karaltının yüzüne sonra hızla uzaklaşıp oradan, çıkıyordum dışarı.Binlerce insan duruyordu önümde insan da değildi aslında; vicdanı olmayan bir sürü ruhtu veya bedenleri içinde uyutulmuş karaltılardı. Utanıyordum yine kendimden ve tüm bu ruhlardan.
“ağrısı sızısı, gamı kasveti olmayanlar uyudu.”
Ve dünyanın tüm acısı vicdanı uyumayanlara kaldı. Sessiz kalmayanlara!
Bir cevap yazın