Bir zamanlar fi tarihinde zamana direnemeyen ahlaki değerler ve yok alan insan hallerimiz vardı
bizim. Biz büyümeden önce. Belki de teknolojinin insanları esir almadığı son dönem hallerinin
bozulmamış insan hallerimizle. Çok mu zaman geçti de ben böyle içlenerek bir yazı yazıyorum, çok
mu büyüdük ya da zamanın gerisinde mi kaldık da bende artık oturup sadece her gün biraz daha fazla
yalnızlaşan ruhumun sancılarını hissediyorum. Ve bu endişe beni yiyip bitiriyor. Herkes gibi beni de
bireyin kendi yalnızlığına daha çok hapsediyor geçen zaman. Ve insan anlıyor ki ne kadar çırpınırsan
çırpın yalnızlığın içinde kendi sesini bile duyamıyor insan. Cümlelerin ağır geliyor birer birer düşüyor
kimliğinden yaraların.
Hâlbuki eskiden sık sık kullandığımız atasözlerimiz vardı bizim “ev alma komşu al “ ya da “komşun
açken sen tok yatma” gibi belki de çağımızda anlamını ve önemini yitiren sözlerimiz vardı. Şimdi garip
apartman komşulukları var sadece, lüks evlerde oturup karşı dairede oturan insanı tanımayan sadece
işe git gel günlük yaşama telaşı. Bu da insanı kalabalıklar içerisinde yalnızlığa sürüklüyor.
Öyle bir yalnızlık ki bu? Hangi kelimeyi kullansam nasıl tanımlasam bu derin acıyı nasıl anlatır
bilemiyorum. Sahi var mıdır bu tarifi imkânsız acının bu var oluş sancısının adım adım bir yok oluşa
dönüşürken insan ruhunu gösteren bir fotoğraf karesi? Belki de o çokbilmiş insanlarımız çoktan bir
sıfat yapıştırmışlardır değişen ruhlarımıza. Oysa çatı katında inzivaya çekilme vaktidir belki de
yaklaşan son.
Biliyor musun en zoru da işte tam da buydu dostum, insanın sadece susmaya mahkûm olması.
Gördüğün bütün kirliliklerin, yaşanmışlıkların, sahte olan her şeyin, insanları esir alan internet
çılgınlığının, gerçekte değil sadece sanalda yaşanılan duyguların, nasıl anlatsam ki mesela susayan bir
çocuk gibi ya da bildiğini okuyan bir hayat gibi… Hayatı boyunca dalından hiç incir koparıp yememiş,
elma ağacına tırmanmamış, bir ata dokunmamış, bir köpeğin başını okşamamış, bir çiçeği
koklamamış, çıplak ayakla toprağı hissetmemiş tek tip insan modeli bir robot gibi hüküm sürmekte.
Bir merhabayı bile bıçaklayan selamlaşmaları görüyorum yine. İnternette(facebook, twiterda) arkadaş
listesi ne kadar kalabalıksa o kadar gurur duyan insanları görüyorum. Birbirini hiç görmemiş insanlar.
Bir kahveyi koklayarak muhabbetin tadını bilmeyenlerle doldu ortalık.
Yine baktığım da mahalle bakkallarının büyük alışveriş merkezlerine direnemeyen can çekişen
hallerini görüyorum. Kırk yıllık Berber Hayri’nin dükkânı da oldu ya saç tasarım merkezi. Tüketim
çılgınlığı almış başını gidiyor. Zamana direnemiyoruz. Bir şeyleri üretmeden bir şeyleri tüketme yarışı
başlamış.
Zaman içerisinde sadece paradan var olan ve paraya göre verilen değer. Kaybolan ahlaki değerler.
Zamanla değişen aynı insanın beş boyutlu hallerinin yansıması. Kaç kişi kaldık ki zaten biz diye dert
yanıp duruyorum. Biliyorum bir avuç insan olduğumuzu. Kiminle konuşsam aynı dert. Herkes dünyayı
değiştirmeye çalışıyor; ama kimsenin aklına önce kendisini değiştirmek gelmiyor.
Sorun ne biliyor musun dostum? Ya kirlenen o zamanın ruhunun tekerine bizde dönüp dolaşıp
gideceğiz ya da lastik değişecek. Değişir mi dersin?
Sayfa 2/2
Ben çok korkuyorum paranın esir aldığı insanları gördükçe. Aşkı, sevgiyi unutan insanlarla tanıştıkça
tiksiniyorum insan olmaktan. Üzülerek görüyorum ki doğrular da zamanla kirlenirmiş. Temiz kalan
bütün insanlar gibi. Kirlenmiş her şey yaralanmış ruhların bir parçasıdır. İnsan ruhu da böyle değil
midir? Mesela insanlığın umudu olan çocuklarda öyle değil midir? Onlara her şeyi biz öğretiyoruz
aslında. Onlar dünyanın en nadide çiçekleri. Yine hep düşünürüm çocuklar dünyaya geldiklerinde
tertemiz bir kâğıt sayfası gibi gelirler. O sayfaya yalanları da biz yazıyoruz, haksızlıkları da, onlara her
şeyi biz büyükleri öğretiyoruz. İyi olan her şeyi de biz öğretiyoruz kötü olanları da. Sonra da onları
suçluyoruz. Sen öylesin ben böyleyim diyerek. Hâlbuki her şey o kadar basit ki hayat telaşının içinde.
Çocuk aileden ne görüyorsa onu yapıyor? Belki biz büyüklerin bugün ki davranışı da
küçüklüğümüzden kalanlardır.
Peki, şimdi hangi yalnızlığı açıklar kitaplar? Hangi kitabın altında çizilir bu yaşama karşı duyulan
isteksizlik? Bu vazgeçmiş insanların değişen halleri? Hangi gözyaşı? Çektiğim bu var oluş sancısını
kabir yalnızlığı olarak tanımlıyorum bir Tezer Özlü yalnızlığına benzetiyorum. Tezer de benimle aynı
nokta mıydı acaba intihar ederken? Ya Robin Williams son günlerde onun intiharından sonra daha çok
inanmıştım palyoçanın yalnızlığına. Yangınlar içinde üşüyor taklidi yapmaya.
Çağımızın vebası belki de bu yalnızlık ve tüketim çılgınlığı.
Değişen ve belki de çağın gerekliliği olan bir çağa ayak uydurulamama halleridir belki de yaşadığım.
Sürçü-lisan ettiysem affola.
Bir cevap yazın