Athena’nın izniyle Prometheus’un ilk erkekleri niçin yarattığını bilmiyorum. Öte yandan ne araştırmaya, ne de uzun uzadıya düşünmeye, neredeyse hiç vaktim yok. Bir tür Grekli Azrail, üstüne üstlük kadınların can alıcısı olan Athena, her ne hikmetse, onlara yaşam verir.
Sona bir adım kala her hastanın hayal etmekten bile erindiği bir biçimde bu insanlar hiç yaşlanmazlar ve hep genç, mutlu, gamsız yaşarlar. Yine hepimizin dileği olan bir biçimde, tanrı olmadıkları için tatlı bir uykuyla ölürler. Ne hoş bir son bu; sürünmeden, yatalak olmadan, eşi, çocukları bıktırmadan elveda demek!
Gün gelir, ne olduysa olur, bir biçimde baş tanrı Zeus’u kızdırır bu erkek milleti. Tanrı inancı olan her hastanın böyle bir olasılıkla kıvrandığından eminim, nasıl bir infazla karşılaşacaklarını hayal ederlerken tir tir titrediklerinden de. Öyle ya, küplere binen Zeus, onlara çapanoğlu olabilecek bir kadın yaratmaya karar verir. Amacı, insanların kadınlı erkekli üremesi değildir elbet, bu kadınla başlarına onulmaz belalar vermektir yargısı.
Ne var ki, “en iyi kadın yaşlı, beli bükülmüş olandır” diyen katı babaerkil antik Yunanlılar, anca bu denli bir söylenceyi kurgulamışlar ve biz de işimize gelen yönleriyle alıntılar yapıp duruyoruz.
Sona bir adım kala kaç kişi bir cennet düşler, bunu hiç mi hiç anlayamam, ama emri alan Hephaistos yine topraktan, yüzü tanrıçalara benzeyen kızoğlan kız bir varlık oluşturur. Zeus de ona can lütfeder. Yaratık çiçeklerle, taçlarla, güzelliklerle donatılır, tıpkı huriler gibi. İçi de doyumsuz isteklerle, arzularla; köpek yüreği, tilki huyu, yalan dolan… gibi tüm tanrı ve tanrıçaların vasıflarıyla doldurulur ve adına Pandora denir. Âdem’e bela getirecek elmayı sunan Havva’nın başka bir sürümü gibidir bu, sözüm ona…
Bir kutu yapılır, ölümlüleri sıkıntıya sokacak bütün kötülükler, kaygılar, hastalıklar, dertler, belalar… ne denli musibet varsa ağzına kadar doldurulur ve sıkıca kapatılır, neredeyse bir tümörde olabilecek, akla gelebilecek şeyler gibi. Açılmamak koşuluyla Pandora’ya armağan edilir. Kutudakileri merak edip duran Pandora’nın düşküsü gün olur bir tutku haline gelir; dayanamaz, kapağı açıverir. Yaptığı hatayı anladığı anda kutuyu kapatır, ama içeride, çıkmak üzere olan umuttan başka bir şey kalmamıştır artık.
İşte, sona bir adım kala, kanser koğuşunda yüreklerde tortulanan, ancak yerinde depreşip duran böylesi bir umuttu; her şeye karşın olumlu sonuçlar çıkabileceği olasılığına ilişkin duygusal bir inanç, saplantı halinde bir beklenti…
Beklentim, ilaçlı sağaltımla pekiştirilecekti ve dört kür almam tasarlanmıştı.
Sıra için giderken kendimi bir tuhaf hissettim, bayılmışım. Her yürüyüşe çıkışta, iki üç dakika içinde sızlamaya başlayan ve bir iki dakika sonra kendiliğinden kaybolan göğüs ağrım vardı. Anjiyoda, kalp damarlarda bazı bazı genişleme ya da baloncuklar saptanmıştı. Sürekli kullanacağım ilaçlarla sorunu alt etmem olasıymış… Uyarılmadım, ama bu haplardan birinin prospektüsünde kan basıncını düşürebileceğini okuduğumu anımsadım bir an. Tanıtım kâğıdında, tansiyon düzenleyici ilaçla birleşince baygınlık yapacağı da yazıyor muydu, bilemiyorum. Nasıl olsa biraz sonra öğrenecektim.
Kardiyoloji koğuşunda, pencereden taraftaki karyolaya yatırılmışım. Gözlerimi açtım ya da kendime geldim. Koluma damar yolu aygıtı takılmıştı ve serum bağlanmıştı. Beyaz önlüklü iki kadın başucumda dönüp duruyorlardı. Eşim de kaygıyla yapılanları gözlüyordu.
Doktor olduğunu kestirdiğim kadına, “Ne oldu bana hocam?” dedim.
Kadın başını çevirdi ve gözlerini gözlerime dikti, “Tansiyonunuz düşmüş.” dedi, gülümsedi, Merak edilecek bir şey yok.”
Aklıma takılan şeyi sormam gerekti, “Hocam, çoktan beri tansiyon ilacı kullanıyorum.”
Hoca, yine gülümsedi, “Anladım” dedi, “kalp ilacının biri kan basıncını düşürüyor. Bundan sonra tansiyon hapınızı yarım için.”
“Teşekkür ederim.”
Karım da, “Sağ olun!” dedi doktora.
Hemşire, otomatik tansiyon cihazını koluma bağladı, sonucu hocaya söyledi. Rakamlar kendi ölçümlerimin az biraz altındaydı, ancak doktor başını salladı, “Hım.” dedi, “Güzel.”
Doktor, bana döndü, “Geçmiş olsun.” dedi, “Her şey yolunda.”
Hemşire bana baktı, doktoru gözleriyle onadı.
Doktor, o tatlı gülümsemesiyle, “Geçmiş olsun.” dedi ve kapıya doğru yürüdü.
Hemşire, “Serum bitince” dedi, “geleceğim. Geçmiş olsun.” Döndü ve odadan çıktı.
Eşime baktım, “Farkında mısın” dedim, “hastaya yaklaşım ne kadar değişmiş ve ne güzel!”
“Farkındayım.” dedi karım, “İnsanın içi açılıyor.”
Eskilerde bir tuhaftı doktor hasta ilişkileri, komutan er soğukluğu gibi bir şeydi bu. Bir kesimde, devlet memuru olmanın bilindik garip hali vardı, başka bir kesimde ise her yaklaşım paraya odaklıydı sözüm ona. Bugüne, ‘haydi’ diyen bir işaretle, bir anda gelinmedi elbet; ağır ağır, birbirlerine koşut bir gelişmeydi gözlemlediklerimiz. Bana kalırsa, hasta da adım adım hizmetin önemini kavradı, ‘teşekkür etmeyi’ öğrendi bu süreçte ya da karımla bu insancıl dönüşümü böyle algılıyorduk.
Komşum dazlak biriydi ve köy efendisi bir hali vardı. Kadın ise kesin kes kentliydi ve yatak olarak açılabilen koltuğa oturmuş bir yandan hastası ile ilgilenirken bir yandan da beni gözlüyordu. Ortalık sakinleşince ‘geçmiş olsun’ dileğinde bulundu ve ardından da hastası. Biz de geleneğe uyduk, benzer dilekte bulunduk.
Kadın, hastanın eşiymiş, bizdeki gibi. Kadınlar, erkeklere göre daha bir kaynaşabiliyorlardı, hele ortam hastane ya da sınava giren çocuğu bekleme gibi benzer alanlarsa. Kocası seslenince öğrendim, Gülay’dı adı. Hastasına su içirdi ve döndü, karıma bir şeyler anlatmaya başladı. Dikkatle dinledim, meğer kocası da bir zamanlar benim gibi bayılırmış, ancak zamanla geçmiş. Telaş etmemeliymişiz, gün gelir bir şey kalmaz, turp gibi olurmuşum…
Karım, durumu bildirmek ve kemoterapi alıp alamayacağımı öğrenmek için bölüm hocasıyla görüşmeye gitti. Akışın sürekliliği önemliydi, ancak bakalım doktor ne diyecekti durumuma, öğrenecektik. Eşim gideli suspustu koğuş. Gülay, bir ara dışarıya çıktı, girdi.
Eşim, on dakikaya kalmadan geldi. Hoca, muayeneye gelecekmiş. Uygun bulursa kemoterapi verilecekmiş…
İyi bir gelişmeydi bu, sevindim. Oysa kalp rahatsızlığı ikincil bir dertti bende. Ne daralan damar vardı ne de yaşamsal bir tehlike. Anjiyo yapan kardiyologun kanısına göre miyelomin olası yan etkilerinden biriydi bu ya da ilik naklinden önce aldığım kemoterapinin neden olabileceği bir aksaklık. İlaçları düzenli kullanmam yeterliydi yalnızca.
Komşu hastada çevresiyle ilgilendiğine değgin hiçbir belirti yoktu; bir yolunu bulup konuşabileceğimi biliyordum ama.
Bir ara eşimle Gülay dışarıya çıktılar. Adama daha bir ilgiyle baktım, gözlerini karşıya dikmiş öylece yatıyordu. ‘Merakımı gidermem, umudunu keşfetmem gerektiğini’ düşündüm. Genellikle klasik yöntem olumlu sonuçlar verirdi, öyle yaptım, “Beyefendi” dedim, “ben Salih Tahir, rahatsızlığınız nedir?”
İsteksiz isteksiz bana döndü, buz gibi bir sesle, “Ben Ozan Şencan” dedi, “kalpten geldim.”
“Ya! Tekrar geçmiş olsun.”
Bir süre sustu, birden başını kaldırdı, “Geçen yıl stent takıldıydı” dedi, “yine sıkıştırmaya başladı da…” Gözleri merakla ışıdı, “Ya siz?”
İşte, beklediğim buydu ve kapı aralanmıştı artık. Eğer iyi yönetebilirsem Şencan’ı ‘inciğine boncuğuna’ kadar eşeleyebilirdim. Az konuşacak, kısa yanıtlar verecek ve sorularımla delik deşik edecektim Şencan’ı. “Miyelom hastasıyım, az biraz da kalp.”
Şencan’ın gözeri parladı. Belli ki aldığı yanıtın biri garip, diğeri kendisiyle bağlantılıydı. “Nedir şu miyelom denen şey?”
“Bir tür ilik kanseri…”
Gözleri neredeyse yuvasından fırlayacak gibiydi Şencan’ın bu kez, olası merakından çok şaşırdığındandı heyecanı ya da ‘kanser’ sözcüğü ürpertmişti yüreğini.
Gülüverdim , “Boş verin beni Şencan Bey.” dedim, “Nedir şu sizin kalp sorunu?”
Yatağın butonuna bastı, baş tarafı bir parça daha kaldırdı, oturma duruşuna geçti, “Stent takıldıydı biliyorsunuz” dedi, suratı iniverdi, “ama gene ağrılar başladı.”
Belli ki çok kaygılıydı yeni durumdan, katılmasam olmazdı: “Ya! Çok geçmiş olsun.”
Sesine az biraz ağlamaklı bir şeyler ekledi sözüm ona, “Hoca, anjiyo yapacak…”
Anjiyo, öncelikle kalbin ne tür bir sıkıntıda olduğunu anlayabilmenin, ya da doğru teşhisin en kestirme aracıydı bildiğim kadarıyla. Olası onarımlara da bu aşamada başlanıyordu. Kaldı ki hastaların çoğu tanı amaçlı olan bir işlemi de büyük bir ameliyatmış gibi algılardı. Şencan da böyle mi düşünüyordu, pek çıkaramadım, ama kötü bir sonuçla karşılaşmaktan ödü kopuyordu kesin.
Onca kaygı, belirsizlik teselli isterdi, “Kafanızı yormayın Şencan Bey!” dedim, hiçbir bilgim olmadığı halde sıkıp attım, “Eminim ki eskisinden daha sağlam çıkacaksınız.”
Yüzü düzelmeye başladı. O mağrur ya da özgüveniyle çevresini umursamayan adamın yerine alçak gönüllü biri mi geçiyordu ne. İçimdeki şeytan dürtmeye başladı: Şencan’ı neredeyse buz kalıbı yapan ne ise, onu da kaşıyacaktım, keşfetmek istediğim umudun yanında.
Ben de yatağı bir parça kaldırdım, sonra “Şencan Bey” dedim, “Neşet Ertaş’ı severim. Hele Ah Yalan Dünya türküsünü dinlemekten hiç bıkmam.”
Yanılmıyorsam, can evine dokunmuştum, ortaya atıverdiğim sözlerle. Doğruldu, yatağa yaslanmaktan vazgeçti ve benden tarafa ayaklarını sarkıtıp oturdu, “Çok severim Neşet’i. Okuduğum türkülerin çoğunu ondan seçerim.”
Oh ne âlâ! Tahminimi tutturmanın hazzıyla yutkundum, biraz daha dürtüklemekten kendimi alamadım, “Anam Ağlar Başucumda Oturur …”
Bir anda Şencan’ın gözleri buğulanıverdi, bir yerlerdeydi hayalinde ya da unutamadığı bir şeyi anımsamış olmalıydı, “Anamın en çok sevdiği türküydü bu. Üç beş günde bir söyletirdi…”
“Bağlamayla…”
“Aynen. Doğru dürüst çalmayı becerdiğim ilk türküdür Anam Ağlar Başucumda Oturur.”
Birkaç saniye sustuk ve bakıştık. Tavırlarımdan neler algıladı, bilemem; ancak bakışları daha bir uysal, yüzü daha bir mutluydu Şencan’ın. “Bağlama çalarak türkü söylemek zor olmalı.”
Başını kaldırdı, “Başlangıçta belki… ama gide gide ustalaşıyor insan.”
Olası, ‘ben iyi bir ustayım’ demek istiyordu, “Yani bir sahne ya da türkü bar gibi falan” dedim, oysa aklımdan ‘düğünlerde’ sözcüğü de geçiyordu, ama yuttum, “bir yerlerde çalıp söylüyorsunuzdur herhalde.”
Gözleri övünçle parladı, “Çıktığım belli bir yer yok.” dedi, “Daha çok toplantılara, özel davetlere gidiyorum.”
Onca emek bedava olmazdı, “Tatmin ediyor mu bari?” dedim; biliyorum, çarpık çurpuk, kışkırtıcı bir soruydu bu. Ya kendisini aşağılanmış hissedecekti ya da gerçeği söyleyecekti. Birinci algısında her şey biter, Şencan’ı anlatmaya nokta koyardım, ikincisinde ise…
İki üç saniye düşünür gibi bakışlarını karşı duvara dikti, sonra döndü, yüzüne ciddi bir ifade kattı, “Eşten dosttan verseler de para almam, ama… Çağrıldıysam bir karşılığı olmalı, değil mi?”
‘Oh’ dedim içimden, “Geçinmeye yetiyor mu bari?”
Gülüverdi, “Yahu Salih Tahir Bey, ne geçinmesi, emekliyim ben!”
Hiç göstermiyordu, ancak yaşı ellinin üstünde, olası altmışa yakın olmalıydı. Hiç düşünmeden soruverdim, “SSK mı, sandık mı ya da hangisi?”
“Özel İdare’den SSK.” dedi, zafer kazanmış komutan gibi dudaklarını büzdü, “Yeni yasaya takılmaya ramak kalmıştı ama.”
“Ya!”
“Siz Salih Tahir Bey, hangisinden?”
“Tahmin edin lütfen.”
“Emekli Sandığı.”
“Bildiniz, aynen.”
Gülümsedi, “Çok güzel!” dedi. Yüzüne dikkatle baktım, gıpta eder gibi geldi sesindeki farklı tını. Başka bir şey de olabilirdi. Eğer düz değil de mühendis ya da teknisyense, benden fazla maaş alıyor olmalıydı. Sorsam, bir yanıt alırdım kesin, ama amacım bu değildi ki!
Konuşmayı akışına bıraksam, asıl konudan ha uzaklaştık ha uzaklaşıyorduk. Bir yolunu bulup başa dönmeliydik. Olası birkaç saniyem vardı. “Çoluk çocuk ne diyor davetlere gidişinize?” Yine ‘zar atmıştım’ ve iyi biliyorum ki bu soru da bir önceki kadar kışkırtıcıydı çünkü.
Gülüverdi, “Ne diyecekler!” dedi, “Büyük oğlum iyi bir bağlama ustası. Çoğu ünlü türkücüye eşlik ediyor. Küçük oğlan da düğün salonu işletiyor, halinden memnun.”
Belli ki başka çocukları yoktu. Sözü uzatmadan asıl konuya geçmeliydim. Eşimle Gülay ha geldi ha geleceklerdi ve bu tavı bir daha yakalayamazdım. Sesimi ciddi ve kararlı bir ifadeye ayarladım, “Şencan Bey” dedim, “biliyorum ki anjiyonuz temiz çıkacak, en azından böyle umuyorum. Bitirmek istediğiniz bir iş, bir hedefiniz ya da beklentiniz olmalı. Bende böyle bir şeyler var da…”
Yine bakışlarını birkaç saniye karşı duvara dikti, döndü, gözlerini kıstı, “Şu televizyonda şarkı yarışması var ya!”
Sanırım bombayı patlatacaktı Şencen, “Evet!”
Yine yüzü akıverdi, “Elemeyi geçtim. Önümüzdeki Salı günü yarışmaya çıkacaktım da…”
İlgiyle, “Ya!” dedim, “Televizyonda yani?”
“Aynen.”
“Kazanma olasılığı…”
“İyi hazırlandım ama… çok umutluyum.”
Yarışmada derece almaya kurgulamıştı kendisini Şencan. Yaşama isteği bu umuda ya da beklentiye odaklanmıştı besbelli. Amacıma ulaşmıştım artık, arkama yaslandım ve koğuş arkadaşıma gülümsedim.
Kapı açıldı ve doktorum yanında asistanı, bölüm hemşiresiyle içeriye girdiler.
***
Bir hemşirenin kolumdaki aygıttan değil de başka bir damarımdan aldığı kanın laboratuar sonucu öğlen üzeri geldi. Kan verilerim düşükmüş, ama kemoterapi almamda sakınca yokmuş. Ayrıca iki ünite kan verilecekmiş…
Oysa akşama taburcu olmayı bekliyordum, ancak yarına sarktığı kesindi artık.
***
Kemoterapi bitti ve kanın gelmesini beklemeye başladık.
Şencan’ı öğlenden sonra ikiye doğru anjiyoya aldılar, bir saate yakın sürede koğuşa getirildi. Yüzüne mutlu bir gülümseme yayılmıştı sanki. Sedyeden bana bakıp dostça gülümsedi, biraz da ‘nereden bildin böyle olacağını’ der gibiydi bakışları.
Gülay, ağzı kulaklarında karıma sarıldı, “Abla, Şencan’ın hiç bir şeyi yokmuş!”
Tekrar ‘geçmiş olsun’ dileklerinde bulunduk.
Görevliler, Şencan’ı yatağına aktardılar. Apış arasındaki operasyon yerine kum torbası kondu, ‘dört saat sonra alınacağı’ söylendi.
Bu arada hemşirem geldi, tansiyonumu ölçtü. ‘Az sonra kan takacağını’ söyleyip gitti.
Eşim, “Salih Tahir” dedi, “beslenme sıkıntımız olmadığı halde kanın neden düşüyor, bir türlü anlamış değilim.”
“Nakilden önceki tedavide de iki kez mi ne, düşmüştü anımsarsan.”
“Hım, evet.”
“İlaçlardan herhalde.”
“Doğru ya! Bir ara doktorun açıkladığını anımsadım şimdi. Ne kadar unutkan olduk, farkında mısın?”
“Öyle.”
Gülay, yanımıza geldi, karıma “Nuran Abla” dedi, “ısıtıcı getirmiştim. İstersen çay kahve yapabiliriz.”
Karım, “Ne güzel!” dedi, bana baktı, “Ama çay kahve benden.”
Gülay, gülümsedi, “Olur mu abla, hepsi bende var.”
Hemşirem, elinde bir ünite kanla geldi. Şipşak kolumdaki aygıta bağladı. Teşekkür ettim, ayrıca ‘elinize sağlık’ dedim. İşleri bize hizmet etmekti, tartışılmaz; ama o kadar sevecenlerdi ki hemşireler! Bana kalsa daha fazlasını hak ediyorlardı.
Şencan’ın kum torbaları alındı. Rahatlayınca daha bir neşelendi; artık o anlatıyor biz dinliyorduk, daha doğrusu Nuran’la Gülay bir biçimde kurtulmanın yollarını buldular, ama her şey bana kaldı…
İkinci ünite kan bitince hareket olanağım daha da arttı. Yer yer gidip Şencan’ın yanındaki koltuğa oturdum söyleşiyi orada sürdürdük, yer yer yataklarımızda.
İkindine doğru komşuya ziyaretçiler geldi. Şencan, küçük geliniyle torunu olduklarını söyledi söz arasında. Dede torum kucaklaştılar; hal hatır, ‘geçmiş olsun’ dileklerinden sonra baş başa verip derin bir söyleşiye başladılar. Bu arada Gülay çay yaptı, eşim bisküvi dağıttı. Yaygın markanın sallama çayından pek zevk almazdım, oysa bunun tadı çok farklı geldi bana. Meğer Çaykur’un yeni ürünüymüş. Nuran da beğenmiş, iyi bir keşifmiş gibi artık bu markaya dönmeye karar verdik.
Ziyaretçileri giderken Şencan’ın gelininden bir şeyler istediğini fark ettim: Tıraş takımıyla banyo havlusu ve şampuan…
Banyolu koğuşlardan birisiydi burası; ancak çoğu tuvaletli, lavabolu düz koğuşlardı. Olası tek kişilik özel odalar iki kişiliğe çevrilmişti. Hastaneye ait olduğu söylenen bitişikteki yapım halindeki bina, bu gereksinimleri karşılamak için tasarlanmıştı belki de.
Aynı havada akşama girdik. Tıpkı öğlen yemeği gibi hem bizim, hem eşlikçilerimiz için akşam yemekleri geldi. Anımsadığıma göre beş yıl önce SGK refakatçi yemeklerini ödemiyordu, onca sürede bu kural da lehimize değişmiş…
Bu zamana kadar televizyon hep kapalıydı. Akşam haberlerini izlemek geldi aklımıza. Sonra, Nuran’la Gülay’ın ortak dizilerini birlikte izledik. On ikiye doğru refakatçilerimiz koltukları açtılar, idareden aldıkları çarşafları serdiler, uyumak için yataklarımıza uzandık.
***
Sabahın beşine doğru hemşirem geldi ve sessizce kan alıp gitti. İkimizin de kullanacağı ilaç ya da serum olmadığı için kahvaltı servisine kadar uyuma fırsatımız vardı. Ne var ki bir kere uykum kaçmıştı. Getirdiğim kitabı dolaptan alıp okumak geçti aklımdan, ama ışığı açtığım anda ya da küçük bir aksilikte herkesi uyandırabilirdim. Vazgeçtim. Umudumla ilgili hayaller kurmak için gözlerimi kapattım ve kahvaltı servisini beklemeye başladım.
Karavana arabası gürültüsü ‘koğuş kalk’ işaretiydi sözüm ona. Şangır şungur kap kaçak seslerine insan sesleri de karışıyordu. Birden kapı vuruldu, herkes uyandı.
Başı beyaz bereli ve ağzı maskeli genç kadın kapıyı açtı, “Müsaitseniz yemeklerinizi getirdim.”
“Buyurun.” dedim, “müsaidiz.”
Önce adımı söyledi kadın, ‘evet’ yanıtını alınca, üst üste konmuş tepsileri ayakucundaki sehpaya bıraktı. Aynı şekilde Şencanların tepsisini de teslim etti, ‘afiyet olsun’ dileyerek çıktı.
Gülay, gözlerini ovarken, “Abla” dedi eşime, “çay gelmiş, amma buranın suyu pek sıcak olmaz. Kattle’e su koymuştum akşamdan, ondan kullanalım.”
Herkes elini yüzünü yıkadı geldi. Sehpaları birleştirerek aramızdaki boşluğa yerleştirdik. Gülay karımı arkaya aldı, kendisi de öne geçti. Onlar ayakta, biz karyolalara oturduk ve kahvaltımızı yaptık.
Belli ki insanlar benzer kaygıları ya da gönençleri paylaşınca çabucak kaynaşabiliyorlardı. Aklıma, yaz aşkları geliverdi, ne ilişkisi varsa bizim durumumuzla. Biz de bunlara benzer bir olgudan nasibimizi mi alıyorduk yoksa?
Şencan’ın oğulları ziyaretine geldiler. Küçük oğlanın uzattığı irice torbayı aldı, içine dikkatle baktı komşum. Memnun, sağındaki çekmeceli dolabın üstüne bıraktı poşeti. Ziyaretçiler, fazla durmayıp çıktılar.
Dokuza doğru doktorlarımız muayene ettiler. İkimiz de taburcu oluyorduk. Şencan, tasarlandığı biçimde kontrollerine gelecekti ve ben de önümüzdeki Salı günü kemoterapiye.
Şencan, irice torbayı aldı, adeta koşar adım banyoya gitti, Gülay da ardından, “Sanki evde duş alsa kıyamet kopar.” diye söylene söylene…
Dünden beri Şencan’ın banyo isteğini düşünüyorum: Birinci olasılık, hastanede kendisini kirlenmiş hissediyor olabilirdi ve evine ak pak varmak baskın çıkmıştır algısında. İkincisi, her sabah yıkanma tutkusu vardı; ancak böylesi psişik durumlara bir diyeceğim olmazdı elbet. Pek ihtimal veremiyorum, ama bedava sirke baldan tatlı gelmiş olmasın komşuma…
Şaban Şimşek