Kaldırıma vurmuş bir kedi ölüsü görerek başladığı gün elbette mükemmel devam etmeyecekti. İş
yerinde bir sürü terslik çıktı, patronla kavga edip işten ayrıldı ve evi su bastı. Hepsini sükunetle
karşılayabilirdi aslında ama kavga sırasında patronun söyledikleri ağırına gitmişti. Eni boyu bir, hissiz
ve devasa bir adamdı. Tartışırken sözünü esirgemezdi. Fil hafızası vardı sanki, yıllar önce laf arasında
geçen bir cümleyi en olmadık yerde önünüze koyar, şeytansı eserine en büyük pahayı yine kendi
biçerdi. Kavga anında da, Özge ile araları zar zor düzelmişken, üç yıl önceki meseleyi açmış; onu
bencillikle suçlayıp Özge’ye “Hala ne işin var bununla!” der gibi bir bakış fırlatmıştı. O kadar
sinirlenmişti ki buna, eşyalarını toplarken hıncından küçük bir vazo bile kırmıştı. Patronunun sevdiği
tek şey olabilirdi bu vazo. Amsterdam’dan getirmiş, raflardan birine yerleştirmişti hemen. “Sanat başka
bir şey!” diyordu o zaman, göbeğini dolabın köşesine dayamış, parmak ucunda yükselirken “Zarafet
başka bir şey!” diyordu. İşte o vazoyu burnundan solurken görmüş, dişlerini sıkarak raftan itmiş ve “Al
sana zarafet!” demişti. Kimse görmemişti. Sonra hani filmlerdeki gibi, küçük boy bir koliye
doldurduğu defter, dosya, kalem, çerçeve ve birçok ıvır zıvırı kucaklayıp “hoşçakalın” diyerek çıkmıştı
binadan.
Zar zor açtığı apartman kapısını kalçasıyla itti. İlk kata yollandı hemen. Merdivenlerde üst üste
yığılmış ıslak kitaplar, tuvalet kağıtları, halılar karşıladı onu. Holün parkesi şişmişti. Elindeki koliyi
yere bıraktı. Islak mutfak zemininde baklagiller, makarnalar, marullar görünüyordu. Laptop, dvd çalar;
hepsi çalışmaz haldeydi. Daha önce hiç görmediği birkaç kadının seri hareketlerle hala ıslak yerleri
kurutmaya çalıştığını gördü. Başkası da etrafı toparlamak için faydasız bir çaba gösteriyordu. Bir süre
ses çıkarmadan izledi onları. Bir kenara çöküp saatlerce otursam zatürreden ölür müyüm diye hesaplar
yapıyordu kafasında. Belki yirmi dakika öylece dikildi ayakta. Salondan çıkan Beril’i gördü sonra, ona
doğru yaklaşıyordu. Yaşamaya karar verdi.
Çocukluk arkadaşıydı Beril. Üç yaş küçüktü ondan. “Birbirimizden hiçbir şey saklamayız” derdi hep,
“Yediğimiz içtiğimiz ayrı gitmez”. Beril’i düzeltmezdi hiç. “Abartıyorsun, neyimi biliyorsun ki
benim?!” demezdi ona, çıkışmazdı. Herkesin istediği şekilde anlayabileceği hafif bir tebessümle
bakardı sadece. Beril de haklı çıkmış olmanın verdiği gururla arkasına yaslanırdı. İyi kızdı Beril.
Güzeldi de. Büyük yeşil gözleri, küçücük bir ağzı vardı. Kıvırcık saçlarını bir fularla tepeden toplardı.
Kulakları hizasında birkaç teli iki yandan salık bırakırdı. Gözü kapalı güvenirdi ona, doğru; ama çoğu
şeyi söylemezdi. Nasıl beceriyorsa öyle yapıyordu ki anlattığı “girizgah” Beril için “her şey” oluyordu.
Bu oyunu niye sürdürdüğünü kendine sormuştu bir kere. “Onu üzmeme gerek yok” demişti hemen.
Neyse ne.
-Hulusi’yi paylayıp çıktım işten.
-Son derece sakin söylemişti bunu. Beril’in gözleri şaşkınlıktan daha da büyüdü, alnına değecek
gibiydiler.
-Ne yaptım dedin?!
-Duydun işte. Kavga ettik, işten çıktım.
-Aferin sana!
Temizlik yapan kadınlardan biri yanlarına geldi. İşleri bitmiş, para istiyorlardı. Beril ondan önce
davranıp çantasına uzandı. Yüzer lira çıkarıp verdi kadınlara. Teşekkür edip çıktılar hemen. “Tekrar
geçmiş olsun.”
Beril nutuk çekecek değildi. Kadınlar çıkınca göz ucuyla baktı ona. Hiçbir şey söylemedi. Biraz sonra
da “Bugünlük bu kadar temizlik yeter” dedi. Dirseklerinin üzerine çektiği gömleğinin kollarını
bileklerine indirdi. “Ocakta çorba var, Güzide abla getirdi sağ olsun. Kalanı yarın hallederiz. Eve
geçeyim ben de.” Ona bakıyordu. Cevap bekliyor olabilir diye “Peki” dedi diğeri. Çıkarken kapıyı
çekti Beril. Uzaklaşan ayak seslerini dinledi. Yorgundu. Çok. Yatak, koltuklar… her şey hala ıslak.
Anahtarı alıp çıktı evden. Teyzesine gidecek. On dakikalık mesafede oturuyor. Boş konuşan eniştesini
görür mü acaba? “Vardiyadadır belki.” Omuz silkti.
-Sen mi geldin suratsız?
Kapı açılır açılmaz patatesli bezelye yemeği kokusu yayılmıştı koridora. Teyzenin kapının arkasında
kalan eli bulaşık suyundan yeni çıkmıştı.
-Hadi çabuk gir içeri, evi soğutma.
Salona girdi. Kabanının düğmelerini çözdü birer birer. Bir yandan etrafı seyrediyordu. Buraya geleli
çok rahat bir sene olmuştur. Anne evine benziyor. Danteller, şamdanlar, avizeler…
-Çok açsan hemen bir tabak yemek koyayım sana? Uzun zaman oldu değil mi? Neredeydin vefasız?
Beril nerelerde? İyi mi? Ne cici kız!
Cevaplayacağı birçok soru vardı ama o “İyi iyi” dedi sadece.
-Enişte yok mu?
-Yok, yarın sabah gelir o.
Yarım saat sonra yemek masası hazırlanmıştı bile. Ellerini yıkamak için banyoya yürüdü. Bir sürü ıvır
zıvırla süslenmiş küçük bir banyoydu burası. Ne zaman girse elini ayağını nereye koyacağını
bilemezdi. Çiçek kokulu sabunla iyice yıkadı ellerini. Saçlarını çözüp yeniden topladı. El
çabukluğuyla dağınık bir topuz yapmıştı. Lavabo aynasında görünen genç kadına baktı: Korkunç
görünüyor, karnı da aç.
Yemeği yerken radyoyu açtı teyzesi. Bir nihavent çalıyordu: “Sevgilim saçların zannetme solmaz…”
Teyze devam ediyordu hemen:
-Dünyaada sevenleeer, bahtiyar ooolmaaz. Oof oof!
Yemek bitene dek hiç konuşmadılar. Koltuklara geçerken çay getirdi teyzesi. Dünden kalmışa
benzeyen üç-beş kurabiyenin olduğu tabağı da sehpanın üzerine bırakıverdi. Camdan dışarıyı
seyrediyordu diğeri. Radyo çalıyordu hala. Yine hüzünlü şeyler. Teyze örgüsünü eline aldı. Kulağı
radyoda, kaldığı yerden devam etti el işine. Bazen göz ucuyla çıt çıkarmadan oturan yeğenine
bakıyordu. Bir on dakika sürdü bu sessizlik.
-Eee? Ne var ne yok? Konuşmayacak mısın?
Uyanır gibi irkildi diğeri.
-Ne konuşayım?
-Ne bileyim işte nereden geldi aklına buraya gelmek?
-Ay teyze Allah aşkına! Sanki hiç gelmiyorum sana!
-Kız on dakika yok evlerin arasında, altı ayda bir yokluyorsun. Ne diyeyim Allah razı olsun.
-Evi su bastı.
-Ne?! Kız ciddi misin sen?
-Evet sabah olmuş. Banyonun tesisatında sorun vardı zaten..
-E ne oldu peki? Ne yaptın?
-Beril birkaç kadın bulmuş temizlik için. Onlar kaba temizliği yaptılar ama parkeler falan şişti hep.
Çıkmak lazım o daireden.
İşten ayrıldığını söylemedi ona. “Düşünüp duracak şimdi günlerce. Ne gerek var.”
-Ne yapalım, bakarız hemen bir ev. Enişten birkaç emlakçı tanıyor, sorup soruştursun önce. Sağlık
olsun kız, gerisi hallolur.
Aniden ayaklandı.
-Dur bir çay daha koyayım ikimize.
Mutfağa yürüdü. Otururken katlanıp dizine çıkan eteği bileğine kadar inmişti. Teni yaşına göre çok
gençti. Topukları pespembe. Birkaç dakika sonra radyodaki şarkıya eşlik ederek girdi salona. İki
elinde bardaklar. “İkiimiziin dee saçlaarı aak, öylee duruup bakıışaacağıız.”
Annesi anlamazdı müzikten. “Hasibe havaidir, ondan seviyor o zımbırtıları” derdi teyze için. Bu kadar
havai bir kadının nasıl olup da sanat müziği dinlediğini o da anlayamıyordu zaten. O adamla nasıl
evlendiğini anlayamadığı gibi.
Uzun yol şoförüydü enişte. Allah biliyor ya, günahı kadar sevmez bizimkini. Bu da onu sevmez ya!
Küçücük yaşında “Teyzeni alıyorum senden” demişti ona, sarı dişleriyle pis pis sırıtmıştı. Uzun süre
çocukluktaki bu “travma” yüzünden onu sevemediğini düşünmüştü. Kabahati kendinde aramıştı bir
ara. Ama geçmişteki boşboğazlık değildi sebebi. Asla teyzesini hak etmemiş ve ne yapsa edemeyecek
bu adama tahammül edemiyordu. Enişte de anlamıştı onun böyle düşündüğünü. Bir keresinde “Ben
almasam kim alırdı kız seni!” demişti Hasibe’ye. Herkes bir ağızdan gülmüştü. Şaka yapmıyordu oysa.
Göz ucuyla ona bakıyordu çünkü. İstihzai bir gülüşü vardı. Sararmış bıyıkları keyiften hafifçe
titremişti.
-Çayını soğutuyorsun kukuman kuşu!
Gülümsedi.
-Tamam teyze içiyorum şimdi.
-Sonra da uyu. Bugün yoruldun zaten, yarın da iş var.
Yutkundu.
-Tamam.
Küçük odaya bir yer yatağı serdi Hasibe. Katlanmış birkaç yorgan duvarın önünde üst üste
sıralanmıştı. Onlardan birini -galiba yün olan- alt sıralardan çıkarıp halının üstünde açmıştı. Çiçekli bir
nevresim örttü üzerine. İki yastık, iki de battaniye koydu. Dolabın üstündeki hurçtan beyaz bir havlu
çıkardı sonra. Hemen naftalin kokusu yayıldı odaya.
-Bunun oyasını da işleyemedim hala. Ne tembel karıyım!
İkisi de sesli güldü. İyi geceler dileyip gitti Hasibe. Az sonra elinde pamuklu bir pijama takımıyla geri
geldi.
-Pijaman yoktu ki senin. Akıl işte.
-Sağol teyze.
-Hadi bakalım sabaha görüşürüz.
Çıktı. Elindeki pijamaları konsolun üzerine bıraktı diğeri. Yatağa oturdu. Halının üzerinde bir yere
takıldı gözü. Birkaç dakika oturdu öyle. Telefonu titriyordu. Alıp baktı. Beril’den mesaj gelmiş.
Biliyor musun belki de haklısın.
İnsan mutlu olmadığı bir yerde çalışmaya neden devam etsin ki?
Yarın bize gel, iş bakalım biraz.
Az laf çok iş. Ne dersin?
Mesaja bakarken Beril’in yüzü geldi gözlerinin önüne. Daha yaşlılar gençlerin olur
olmaz heyecanlarına, yeniyetmeliklerine nasıl imrenirse öyle baktı Beril’e. Şefkatle gülümsedi. Yatağa
uzandı sonra. Sabah enişte gelmeden çıkmalı evden. Battaniyeye sarıldı. Gözlerini kapatıp uykuyu
beklemeye başladı. Uzaklarda birkaç düdük sesi duyuldu. Kulağında Müzeyyen Senar.
Nihan Feyza Lezgioğlu
Bir cevap yazın