Nazım’a
Ben bir masa lambasıyım. Çalışma odasında olabilecek eşyaların dışında pek bir şey gördüğüm söylenemez. Hayatı kitaplardan tanırım. İyi dizilmiş sözlerle güzel düşler kurarım. Kelimelerin bahsettiği şeyleri aklımda döndürür durur, canlandırmaya çalışırım. Beni aydınlatan eller düğmemi kapatana kadar bu şenlik devam eder.
Yine böyle bir geceydi. Bu sefer aydınlattığım sözler şiir dizeleriydi. Bir topluluk vardı karşımda. Toprakta karınca, suda balık, havada kuş kadar çoktular. Söylediklerine göre korkak, cesur, cahil, hakim ve çocuktular. Üstelik kahreden ve yaratan ki onlardı, bu destanda yalnız onların maceraları vardı.
Başlarından geçenleri merak ediyordum doğrusu. Daha önce de maceradan maceraya koşan kahramanlar görmüştüm. Kitabı çeviren eller daha çevik davranıp diğer sayfaya geçsin diye heyecanla beklemiştim. Ama bunlar kadar tuhaf kahramanlar çıkmamıştı karşıma.
Sıradan insanlara benziyorlardı. Kanatları yoktu, ağızlarından alev saçmıyorlardı, bir devi tek parmaklarıyla tutup yere deviremiyorlardı ama destan yazacak kadar güçlü hissediyorlardı kendilerini. Bu kadar iddialı olduklarına göre biraz sonra hiç görmediğim üstün yetenekler sergileyeceklerdi. Daha fazla beklemenin bir anlamı yoktu. Onlar anlattı, ben canlandırdım.
Şayak kalpaklı bir adam Osmanlı filintasının üzerine yatmış bekliyordu. Çatır çatır bir sıcak, gözlerini yakan tuzlu tere dönüşürken arpacığın hizasından yolu gözlüyordu. Kilis yamaçları ıssızdı. Parlak, sivri kayaların üzerinde kırmızı kertenkeleler dolaşıyordu.
Gölgeler ayak diplerine çekilirken Fransız birliği sökün etti yamaçtan. Mavi üniformalı altmış kadar asker, bir de aralarında soluk yüzlü, omzu yıldızlı bir atlı. At yüksek, bacakları incecik, kasları diri, adam çekiştirip duruyordu dizginleri.
Şayak kalpaklı adam avını görmüş kurt gibi çakıldı. Terli, yanmış yüzündeki karakaşları çatıldı. Filintayı atlının dengine tuttu. Gez, göz, arpacık, asıldı tetiğe. Soluk yüzlünün gövdesi öne katlandı, iki büklüm oldu, düştü yere. Sonra kurşun esti şayak kalpaklının yattığı tepeye.
Güneş havayı emmiş bitirmiş, kuru sıcak nefes vermez olmuştu. Adamın derisi ışıl ışıl, gözleri ateşten al, dili çataldı. Sessizce uzaklaşırken Karayılan, rüzgâr bulutları Antep’e sürmeye başladı.
Karayılan yürüdü Antep’e doğru.
Yürüdükçe Antep değişti.
Düz ovadan dağlar fışkırdı en yücesinden.
Hava bozdu.
Gökyüzü keskin kayalıklara yağmur sağdı.
Sonra dört taraftan ahşap duvarlar yükseldi.
Adamın sırtı dayanılmaz bir ağrıyla titredi.
Olduğu yere yığıldı.
Tek göz odalı bir evde, yumuşak bir döşekte buldu kendini.
Adı Kerim’di artık.
Adapazarılı Kambur Kerim.
On dört yaşındaydı. Çatal dal gibi uzun ince bacakları iki yana açılmış, gözlerinin altına koyu gölgeler düşmüştü. Yeni çimlenmeye başlamış üst dudağı beyaza kesmiş, teni ağarmıştı. Çukuruna kaçmış gözlerinin rengi solmuş, bakışları donmuştu. Kanlı canlı genç, ruhsuz bir et ve kemik yığınına dönüşmüştü.
Başında Hatçehan Köyü’nden çıkıkçı Şerif Usta vardı. “Ne oldu sana?” diye sordu. Kerim anlattı İpsiz Recep’ten zeybeklere at üstünde kâğıtlar götürdüğünü, hayvanın gâvur çetelerinin ateşinden korkup saatlerce deli gibi koştuğunu ve Armaşa’nın altında, Başdeğirmenler’de ansızın yere kapaklandığını.
“Vah vah!” dedi Şerif Usta, “Hiç meraklanma iyileştireceğim seni.” Başladı kalın parmaklarıyla incecik Kerim’i hamur gibi yoğurmaya. Kerim bağırıyordu avazı çıktığı kadar, sesi evin budaklı duvarlarına çarptıkça ölüm geliyordu aklına. Marangozluk yapan babasını hatırlıyordu. Seferberlikte ölen babasını. Onun gibi cennete mi gidecekti acaba?
Bir ara gözleri karardı Kerim’in, bayıldı. Günlerce kımıldamadan yattı Kerim. Heykel gibiydi, Şerif Usta ziftli çaputlarla sarmıştı bedenini. Bir daha hiç ayağa kalkamayacağı düşüncesiyle kahroluyordu. Bu yatalak haliyle ata binmeyi, sığırtmaç yapmayı, kayalardan genç bir keçi gibi inmeyi, ormanda gizlenmeyi özledi. Yine eskisi gibi cepheden cepheye haber taşıyıp ölümlerden dönmek istedi. Bir fidan gibi düz, bir fidan gibi cesur, bir fidan gibi vadeden bir çocuktu.
Aradan yirmi gün geçti. Şerif Usta tek göz odalı eve, ziftli çaputları sökmeye geldi. Ağaçtan kabuk yolar gibi çekip çıkardı hepsini. Kerim doğruldu döşekte. Bütün vücudu ayaza tutulmuş gibi titredi. Kocaman kafasını incecik parmaklarının arasına aldığında kambur bir ağaç gibi iki büklümdü.
Su sesi duydu Adapazarılı Kambur Kerim.
Deniz kokusu çarptı burnuna.
Beşik gibi sallanıyordu döşek.
Başını kaldırdı.
Aysız bir gecede denizin ortasındaydı.
Küçük bir kayıkta tek başına oturan, uzun eğri burunlu bir adamdı.
Kamburu yoktu, yine bir fidan gibi düz, bir fidan gibi cesurdu.
Adı İsmail’di artık.
Arhaveli İsmail.
Şiddetli rüzgâr dinmiş, çarşaf gibi olmuştu deniz. Ama buna sevinemiyordu İsmail. Kayığın iki yanında sallanan kırık küreklere baktı. En yakın sahil on beş mil uzaktaydı. Usul usul açığa sürüklenirken kayık, karaya doğru küçük bir esinti bekleyerek dua etti.
Sonra dizlerinin üzerine bıraktığı elleri battaniyeye sarılmış emanete değdi. Bu ağır makineli tüfeği Tophane rıhtımında Kamacı ustası Bekir Usta’dan almış, Şaban Reis’le anlaşıp Karadeniz’e açılmıştı. Reislere teslim edecekti emaneti; ama Ankara’ya kadar kendi elleriyle götürecekti gözü tutmazsa limandakileri.
Denizin ortasında yapayalnız bekliyordu hala. Yapabileceği hiçbir şey yoktu. Bir ara bir ışık görür gibi oldu. Kibrit alevine benziyordu. Gözlerini ovuşturdu, ışık kayboldu. “Aklım bulandı.” dedi mırıldanarak. Torpidonun projektörünü hatırladı, takanın yelkenlerinde gezinen İngiliz projektörünü. Şaban Reis’le helalleştikten sonra emaneti alıp bu kayıkla karanlığa karışmasını. Kestane ağacından beş tonluk taka, denizin ortasında yanarken var gücüyle küreklere asılışını. Minare boyundaki dalgalarla boğuşurken küreklerin kırılışını. “Yine de iyi ettim.” diyordu, “Ya kalsaydım takada?”
Sırtı lacivert hamsilerin ve mısır ekmeğinin zaferi için hiç kimseden hiçbir şey beklemeksizin bir şarkı söyler gibi ölebilirdi İsmail. İlginçtir, Kemeraltı’ndaki Fotika’nın memeleri geldi aklına, gülümsedi.
Kayık sürükleniyordu hala yıldızsız gecede.
İsmail’in iri gövdesi soğuktan büzülüp ufalmış, gözleri uykusuzluktan kanlanmıştı.
Sonra ıslak ve soğuk karanlıkta birden bir kibrit çaktı.
Yine hayal gördüğünü sandı İsmail.
Tütün kokusu duydu, acı duman gözlerini yaktı.
Yüzünü ovuştururken bir kahvede buldu kendini.
Dudaklarında sigara vardı, ateşi duman yapıp çekti içine.
Bir masada oturmuş mektup yazıyordu.
Genç bir öğretmendi.
Adı Nurettin Eşfak’tı.
“Kardeşim,
Sana bu mektubu Ankara’da Kuyulu Kahve’de yazıyorum. Ankara’yı bilirsin, gök kükrüyor, hava soğuk. Pencerenin önündeyim. Sokaktan ağızları soluk dolu askerler geçiyor. Ağır cephaneler altında canları daralmış, kalın damarlı boyunları bükülmüş. Cıvık çamurun içinde kütür kütür öksürerek yürüyorlar. Bacaklarından sıyrılıp gidiyor kısacık ömürleri.
Bir kadın takılmış askerlerin peşine. Zayıf, ince tenli bir kadın bu. Evi yoklayıp geçen hastalıklardan olacak yüzünde belirgin bir solgunluk var. Arada bir gözlerini kurulayan ihtiyar suratlı küçük kızlarını eteklerine toplamış. Kadının sararmış çıplak topukları lastik ayakkabılarından fırlamış, rengi uçmuş fistanı çamura bulanmış. Ama dipten doruğa gururlu. Kim bilir belki de askerlerden biri onun oğludur. Demek istediğim öyle günlerde yaşıyoruz ki kardeşim, ben bir iş yapabildim diyebilmek için hep alnının ortasında duyacaksın ölümü.
Köy çocukları geliyor aklıma. Topraksız öğrenip kitapsız bilenler. Hoca Nasrettin gibi ağlayıp Bayburtlu Zihni gibi gülenler. Ben hala onlara dünyanın en diri, en taze dillerinden birini, kendi dillerini öğretmek için yanıp tutuşuyorum. Ama onlar cephede savaşıyorlar. Daha fazla bekleyemeyeceğim kardeşim. Mektebi bırakıp cepheye gidiyorum.
Kardeşin
Nurettin Eşfak”
Önüne büyük dumanlı soluklar koyverdi Nurettin Eşfak.
Duman tel tel dağıldı odada.
Canı sıkılmış, yüzü bulutlanmıştı.
Karanlık bir havası vardı.
Şaştı bu haline.
Kahvedeyken alabildiğine umut doluydu oysa.
Elindeki kalemin kaybolduğunu fark etti.
Parmak uçları telgrafın tuşlarına basmaya başladı aksak bir ritimle.
İstanbul’da telgraf memuruydu.
Adı Hamdi’ydi artık.
Manastırlı Hamdi.
Yağmurun durmasıyla hafifleyen bulutlar gölgelerini İstanbul’dan çekiyordu. Reşadiyeli Veli oğlu Memet kendini karakolun dışına atmış; ama silahını bırakmamıştı. Yorgunluktan ve uykusuzluktan gözleri kararmış, vücudunda ayık yer kalmamıştı. Alt dudağını ısırıyordu hınçla, iki İngiliz askerini vurmuştu.
Kurşun sesleri kulakları çınlatırken cin gibi oynak gözlü, eğri gövdeli Manastırlı Hamdi telgrafın başına oturdu. Burun delikleri şişip şişip sönüyor, korku ara sıra yokladıkça tere doymuş, rengi ağırlaşmış giysilerinin altında eti titriyordu.
“Arz olunur.” diyordu Mustafa Kemal’e çektiği telgrafta, “İngiliz bahriye efradı karakolu işgal etmekte iken askerlerimiz uykudan şaşkın kalkınca musademe başladı. Neticede bizden altı şehit, on beş mecruh olup, İngilizler zırhlıları rıhtıma yanaştırıp Beyoğlu ve Tophane’yi işgal ettiler. Şimdi haber aldım efendim.
16 Mart 1920
Manastırlı Hamdi”
Kurşun sesleri durdu.
Bir anda gölgeler öldü, akşam oldu.
Mehtap denize vuran bembeyaz bir fenerdi.
Manastırlı Hamdi Gebze’de bir neferdi.
Adı Kazım’dı artık.
Kartallı bahçıvan Kazım.
İngilizlere ajanlık yapan Mansur, sahilde sırt üstü yatıyordu. Yaralıydı. Atıyla tren yolunda ilerlerken pusuya düşeceğini hesap etmemişti. Omzundan ve bacağından vurulmuştu; fakat art ayakları kırılmış bir hayvan gibi sürünerek denizin kıyısına kadar gelebilmişti.
Ölçülü adımlarla Mansur’a yaklaştı Kazım. Avuç kavuşmaz bilekleriyle kavradığı bıçağını çıkardı. Bıçak, mehtaplı gecede dolunaydan kopmuş gümüş bir alevdi. Mansur’un yüzünde görülmedik korku çizgileri belirdi.
Kim bilir kaç kişinin başını yakmıştı Mansur. Bunu düşündükçe kaşları çatıldı Kazım’ın, öfkesi kınından sıyrıldı. Sapladı Mansur’un kalbine soğuk çeliği. Adamın ağzı acıdan büyüdü, gözleri yuvasında patladı. Soluk esmeyen ıssız sahilde kanı yüzünde dondu, kaldı. O sıcağa rağmen üşümüş, takırdak sesiyle bir şeyler söylemeye çalıştı ama yarım kaldı, bakışlarının ışığı söndü.
Kazım adamın ceplerini kurcaladı, kanlanmış kâğıtları bulup çıkardı. Okudu çabucak. “Kuvvacıların savunma gücü: 98956 tüfek, 325 top, 5 teyyare, 2800 küsur mitralyöz, 2500 küsur kılıç ve 186326 asker.”
Gök, beyaz soluğunu üfledi.
Çöken sis dağların eteklerini örttü.
Yüksek tepeler beyaz denizin üstünde birer ada gibi kaldılar.
Motor sesi duydu Kazım.
Bir kamyonetin içindeydi.
Adı Ahmet’ti artık.
Süleymaniyeli şoför Ahmet.
Üç numaralı kamyonet mazot yiyip soluyarak ve on bir kilometrede bir durarak homurtular içinde takır tukur tepeye tırmanıyordu. Yolun aşağısına baktı şoför Ahmet. Akşehir üzerinden Afyon’a, cepheye giden kağnılar gördü. Tek sıra karıncalar gibi yol alıyorlardı. Parmaklarını yüzlerine kapayan çocukları izledi, geçmiş kafilelerden kalan öküz ve tekerlek ölülerine bakan çocukları.
Sonra vantilatörün sesi değişti, devir düştü, iyice yavaşladı kamyonet. Sağlam bir küfür salladı Birinci Ordu İkinci Nakliye Taburu’ndan şoför Ahmet. “Motor mızıkçılık yapıyor, bizi dağ başında bırakacak.” dedi mırıldanarak.
Gölgeler uzamaya başladığında toprak koktu. Birkaç gündür iri damlalar döken gök, dağları oyarak geçen dereleri besledikçe beslemiş, coşkun sular dağlardan topladıkları ağaç ölülerini sağa sola kusmuştu.
Ahmet, kamyoneti durdurup dereden bulduğu budaklı bir gürgen kütüğünü sol arka makasın yerine, şasinin altına, dingilin üzerine sardı. Yeniden çalıştırdı motoru. On kilometre gitmemişti ki sol arka lastik yalpaladı. Ahmet indi aşağıya, krikoyla yükseltti kamyoneti. Eğilip baktı, iç lastik boydan boya yırtılmıştı. Tükürüğünü yere çaldı Ahmet. Dağ güneşlerinde yanmış yüzünü lastiğe dikip düşündü. Kafileler yanından geçip gitmiş, dağlarda tek başına kalmıştı.
“Sen Süleymaniyelisin oğlum Ahmet,” dedi, “sana tek başına emanet edilmiştir üç numrolu kamyonet. Hem, hani bir koyun varmış, kendi bacağından asılan bir koyun. Süleymaniyeli şoför Ahmet soyun.”
Ceket, külot, pantol, don, gömlek, kalpak ve kuşak, Ahmet’i postalları üzerinde çırılçıplak bırakarak dış lastiğin içine girdiler, şişirdiler.
Memleketini düşündü Ahmet, dört tarafı mavi mavi dağ, deniz… Dile getiremediği sözler ağzında şişip büyüyerek dişlerine dayandı, dil kapısını gıcırdatarak zorladı. Şu sözleri tekrarlayıp duruyordu içinden: “Saatte elli yapıyoruz, dayan ömrümün törpüsü, dayan da dağlar anadan doğma görsün şoför Ahmet’i, dayan aslan…”
Bütün bunlar olup bittiğinde
98956 tüfek
ve şoför Ahmet’in üç numrolu kamyonetinden
yedi buçukluk şnayderlere, on beşlik obüslere kadar,
bütün aletleriyle
ve vatan uğrunda,
yani, toprak ve hürriyet için ölebilmek kabiliyetleriyle
Birinci ve İkinci ordular baskına hazırdırlar.
Alaca karanlıkta, bir çınar dibinde,
beygirinin yanında duran
sarkık, siyah bıyıklı süvari
kısa çizmeleriyle atladı atına
Nurettin Eşfak baktı saatına:
— 5.30
Ve başladı topçu ateşiyle
ve fecirle birlikte büyük taarruz.
Kitap böylece sürüp gitti. Beni aydınlatan eller düğmemi kapatmayı unuttular. Masadaki kahve fincanı, kalemler ve kâğıtlar, bir de yarı açık kitabın sözcükleri sabaha kadar aydınlıkta beklediler.
Bir cevap yazın