Ne güzel bir Mayıs sabahı. Baharın o renk cümbüşü halen devam ediyor. Güneş iyiden iyiye kendini göstermeye başladı. Denize yürüme mesafesi beş dakika olan 3 katlı evin her odasında hissedilen o keskin iyot kokusu bu sabah daha da etkili. Ama bu öyle bir koku ki denizle büyüyenlerin aşina olduğu, en güzel parfüm kokularının bile yanında sönük kaldığı yosunla karışık iyot kokusudur. Ara sıra bahçe üzerinde pike yapan martıların sesi de senfonilere taş çıkartan türden hani… Böyledir deniz insanı; denizsiz, iyot kokusuz ve martı çığlıkları olmadan yaşayamaz.
Saat neredeyse 7.30’u gösteriyor. Yarım saate kadar servis kapıda olacak; ama Elif hala yatakta. Baharın rehavetinden olsa gerek. Şubat ayında on birinci yaş gününü kutlayan Elif gelecek sene 6. Sınıfa gidecek. Dört çocuklu ailenin en büyüğü. Annesi mutfaktan telaşla bağırıyor:
“Eliffffff, kızım geç kalacaksın. Hadi kalk kahvaltı hazır. Yumurtanı soğutma yavrum. Kardeşlerin çoktan kalktı bile bak…”
Masadan kalkan babası:
“Dur karıcığım, şimdi ben onu getirmesini bilirim. Küçük prensesimiz babasını bekliyor anlaşılan.”
Üst katta bulunan Elif’in odasına doğru, ahşap merdivenleri çıkan babasının ayak seslerini tanımıştır Elif. Her sabah alışkın olduğu bir ritüeldir bu. Babası, yatağında bir o yana bir bu yana dönen Elif’i öperek uyandırırdı. Bunu her sabah adeta bir alışkanlık haline getirmişti. Şımarık bir çocuk misali babasının öpücüğünü almadan çıkmaz o yataktan. Aslında annesinin sesinden çoktan uyanmıştır; fakat babasının geldiğini fark edince uyuma numarasıyla biraz daha şımartmak ister kendini. Babasının odaya girmesiyle beraber gözlerini kapar.
“Güzel kızım, prensesim… Elif’im, kalk hadi artık, kahvaltını yapıp çıkman gerekiyor.” diyerek içten bir öpücük kondurur kızının al yanaklarına. Bunun üstüne yeni uyanıyormuş numarası yapan Elif: “Babacığımmm” diyerek boynuna sarılır kahramanının.
Nihayet tüm aile hep beraber mutfakta kahvaltı masasında toplanır. Hızlıca yapılan kahvaltının ardından ala acele üstünü giyinen Elif kapılarının önünde bekleyen servise ucu ucuna yetişir. Varlıklı bir ailenin şanslı kızıdır o. El bebek gül bebek büyüyen, anne ve babasının gözünden sakındıkları prensesleridir. Annesinin özenle ördüğü saçlarıyla salına salına yürürdü, jilet gibi ütülenmiş okul üniformasını giydiğinde. İstanbul’un en seçkin kolejlerinden birine gidiyordu. Arkadaşları arasında oldukça popüler bir kız olan Elif’in esmer tenindeki o masmavi gözleri nazar boncuğu misali ışıldardı. Öğretmenleri de her defasında onu severken: “Ne güzel bir kızsın sen böyle, nazar değmesin, maşallah.” gibi kelimeleri dillerinden düşürmezdi. Derslerinde de oldukça başarılı bir kızdı. En sevdiği ders resim ve müzikti. Okuldan arda kalan zamanlarda babasının geçen yaz karne hediyesi olarak aldığı keman üzerinde çalışır, ara ara takviye özel derslerle her geçen gün yeteneğinin üzerine biraz daha koyardı. Sınıfında arkadaşları ve öğretmenleri arasında sevilen, popüler bir öğrenci olmasına rağmen çoğunlukla yalnız vakit geçirmeyi seven bir çocuktu. Yalnız kaldığı zamanlarda kendini ya kitaplarına verir, diyardan diyara kitaplardaki kahramanlarla yolculuk ederdi; ya da eline aldığı kemanıyla tüm duygularını notalara dökerdi. Daha şimdiden hayranı olduğu birçok keman virtüözünün eserlerini başarıyla çalabiliyor; hatta kimi zaman araya kendi yorumlarını bile katıyordu. Özellikle Janine Jansen’e bayılır, onu adeta kendine bir rol model alırdı. Bazı geceler yatağında dünya klasiklerinden bir şeyler okurken, bilgisayardan açtığı favori virtüözleri eşlik ederdi Elif’e ve onun kahramanlarına.
Okulda arkadaşlarının çoğu uğraşları sıradan ve çocuksu gelirdi ona. Elif henüz 11 yaşında olmasına rağmen daha ciddi konulara kafa yorar, kendinden yaşça büyük çocuklarla ve ailesiyle olur olmaz mevzularda münazaralara girerdi. Yaşına göre oldukça olgundu ve onun şımarıklığı sadece babasınaydı. Babasının prensesiydi, kıymetlisiydi o. Atatürk’ü de babasından öğrenmişti henüz adını bilip şiirlerini okuyamadığı Nazım Hikmet’i de. Babasının dizi dizi aldığı Yaşar Kemal klasikleri de sırasını bekliyordu.
Artık yavaş yavaş okulun sonlarına doğru yaklaşılmıştı. Önlerinde koskoca bir yaz mevsimi ve yapılacak harika bir tatil vardı. Daha şimdiden karne hediyesi belliydi. Daha önceleri çok isteyip te alınmayan bisiklet. Babası Elif’in bu isteğini hep erteledi, her defasında “Biraz daha büyü, biraz daha zaman geçsin, bak sana daha güzel bir hediyem var.” diyerek sürekli geçiştiriyordu Elif’i. Olurda düşer, olur da bir kaza yapar ve kendini yaralar, bir yerleri kırılır diye üzerine titriyordu kızının ve diğer tüm çocuklarının. Ama artık bu defa kaçışı yoktu karne hediyesi olarak bisiklet sözü verilmişti bile. Sonrasında da ailecek güneyde, sokaklarında palmiye ağaçları olan, plajları buram buram güneş kremi kokan yazlık bir yerlere 10 günlük tatile gidilecek ve tüm senenin yorgunluğu atılacaktı.
Elif ailenin en büyük çocuğuydu, kardeşleriyle arasından su sızmaz çoğu zaman bir anne şefkatiyle yaklaşırdı onlara, ne de olsa böyle görmüştü annesinden. Annesi çoğu zaman mutfak işleriyle uğraşırken o kardeşlerine ablalık eder oyunlar oynar, kimi zamanda ilginç masallarla diyardan diyara yolculuklara kardeşlerini de dahil ederdi.
Nihayet karne günü gelip çattı. Zaten derslerinde oldukça başarılı olan Elif’i karneden daha çok babasının alacağı bisiklet heyecanlandırıyordu. Diğer kardeşlerinin biri 3. Sınıfa gidiyor diğeri 1. sınıfa ve en küçükleri ise henüz 5 yaşında ve okula gitmiyor; ama en küçük kardeşleri de dahil bugün hepsi büyük bir heyecanla babasının karne hediyelerini bekliyordu. Akşam neşeyle eve gelen babalarını, anneleri ve 4 kardeş kapıda karşıladı. Babalarının elinde bir sürü poşet ve hediye paketleri vardı. Hep bir ağızdan: “OLEYYYYYY, OLEEEEYYY…” sesleri yükselmeye başlamıştı evin içinde. Birer birer hediye paketlerini açan kardeşlerin hepsi sevinç çığlıkları atıyordu, Elif hariç… Bisiklet almamıştı babası.
“İstediğin bisiklet kalmamış canım kızım, tatilden dönüşte söz alacağım.”
Halen başına bir şey gelmesinden korkuyordu. Olurda vazgeçer mi diye bir ümit geçiştiriyordu sürekli. Şimdilik güzel bir resim tualiyle idare edecekti Elif. Biraz hüzünlense de tüm olgunluğuyla babasına sarıldı sımsıkı… Daha sonra kardeşlerinin sevinç çığlıklarını görünce biranda tebessüm etmeye başladı…
Tamda bu esnada yavaşça gözlerini açabildi Elif. Gözlerini açtığında karşısında beyaz önlüğüyle 1 doktor ve 2 hemşire vardı. Tebessümle açtığı gözleri biranda tarif edilmez bir hüzünle doldu. Neredeyse bir buçuk gündür ölü gibi yatıyordu yavrucak. Serumlar etkisini yeni yeni göstermeye başlamış az önce gördüğü o güzel rüyadan uyanmıştı. Başındaki doktorların bir şeyler söylediğini görebiliyor ama tam olarak idrak edemiyordu.
“Kızım iyi misin? Bize cevap ver lütfen.” diye seslenen doktora cevap verecek takati dahi kalmamıştı.
Olanları hayal meyal hatırlıyordu Elif. Afganistan da “özgürlük ve demokrasi” adlı muhalif bir grubun üyesi olan babası kıt kanaat okumuş bir mimardı. Afganistan’ da kaos ve yokluğun kol gezdiği şehirlerde mesleğiyle alakalı hiçbir iş bulamıyor, ne iş olsa onu yapıyordu, evde ekmek bekleyen bir karısı ve dört çocuğu vardı. Rejim askerleri tarafından tüm ailesinin gözü önünde tarandığında henüz 8 yaşındaydı. O kadar fakir bir hayatları vardı ki kimi zaman yiyecek kuru ekmek bulamıyor, o küçücük kardeşleriyle beraber yatağa aç giriyordu. Ama her şeye rağmen onları ayakta tutan sevgi vardı, aile olma bilinci vardı, en önemlisi de umutları vardı…
Babası öldürülmeden çok önceleri vermişti bisiklet sözünü, Elif sokakta çocuklardan görmüş heves etmişti. Ama bir türlü alamamıştı sözünü verdiği bisikleti. Televizyonda gördüğü keman sanatçılarını, özelliklede hem cinslerini büyük keyifle izlerdi. O da her baba gibi sakınırdı çocuklarını, üzerlerine titrerdi ama parasızlıktan, yokluktan alamamıştı kızına söz verdiği bisikleti.
Babalarının ölümünden sonra anneleri 4 çocuğuyla beraber bir umut diyerek varını yoğunu umut tüccarlarına vererek Türkiye’ye geldiler mülteci olarak. Anneleri Fatıma adının anlamının tam tersi bir hayat yaşıyordu. Cehennemden uzak olsun diye koymuşlardı bu ismi şüphesiz ama daha bu dünyada cehennemi yaşayacağını kim bilebilirdi… İstanbul sokaklarında yarı aç yarı tok geçen seneler, bazen barakalar, bazen köprü altları bazen de yazları sahilde zamanla bitip tükenen umutlar… Ne yaparsa yapsın ayakta kalamıyordu Fatıma, şansa bir iş bulup girse; ya çocukları sıkıntı oluyor ya da sahipsizliğini fırsat bilip taciz ediliyordu erkek müsveddeleri tarafından.
Zaman zaman sırtlarında okul çantalarıyla anne-babalarının elinden tutarak yürüyen çocuklara uzun uzun bakardı Elif. Kardeşleri yaşça daha küçük olduğundan hiçbir şeyin farkında değildi belki ama, Elif hayalden hayale dalıyor; bir gün okuyup devlet başkanı olup, dünyada ki bütün savaşlara, yoksulluğa son vermek istiyordu. Çocuk aklı işte… Zaman zaman çöp tenekelerinin yanına atılmış kitapları özenle biriktirir kendince okumaya çalışırdı. Afganistan’dan Türkiye’ye geldikten sonraki ilk sene hiç okul ve defter-kitap yüzü görmemişti. Daha sonra ise 2 sene anca devam edebilmişti okuluna, Türkçe’yi, okuma-yazmayı öğrendi bu 2 senede; ama içindeki okuma aşkı, öğrenme azmi bitmek tükenmek bilmez türdendi.
Hayatlar bitiyordu ama umut bitmiyordu. Artık buralarda da olmayacağını anlayan anne Fatıma, aynı kaderi paylaşan başka bir mülteci arkadaşı sayesinde yeniden umut tüccarlarıyla tanıştı; ama bu defa hedef Avrupa’ydı, önce Yunanistan sonrasında da İtalya. Planlandığı gibi önce İzmir’e hareket edilecek, oradan da gece vakti botlarla Yunan adalarına geçilecekti. Fatıma sağda solda gündelik işlerde çalışıp da biriktirdiği üç beş kuruşu da bu kan emicilere kaptırmıştı.
Her şey yolunda gibi görünüyordu, dört çocuğuyla beraber gecenin 2’sinde Çeşme kıyılarından atladılar botlara. Onun gibi birçok mülteci, yaşlı, genç, kadın, çocuk aynı kaderi paylaşıyordu. 10 kişilik bota balık istifi 30 kişi binmişti. Çoğunun sırtında can yeleği dahi yoktu ve böylece açıldılar karanlık sularda umuda yolculuğa…
Aradan 15 dakika anca geçmişti ki hiçte sürpriz olamayan o acı olay meydana geldi. Elif ve ailesinin bulunduğu bot batmıştı…
Sahil güvenlik ve sağlık ekipleri olay yerine geldiğinde ortalık adeta can pazarıydı. Hıçkıra hıçkıra ağlayanlar, bir çaba cankurtaran botuna çıkıp titreme nöbeti geçirenler ve cansız bedenler…
Elif hastaneye yetiştirildiğinde bilinci kapalıydı. Zavallı kardeşlerinin ise o minik akciğerleri dayanamamıştı. Boğularak acı şekilde üç kardeşi de can verdi. Anneleri Fatıma her ne kadar çabalasa da olmadı… Ne yavrucakları kurtarabildi ne de kendini… Fatıma kocasına, diğer üç yavrucakta babasına kavuşmuştu. Hastane odasındaki yatağında bilinci kapalıyken rüya aleminde bir araya geldi Elif onlarla. Hayal ettiği gibi… Tüm çocukların yaşamayı hak ettiği bir hayatı rüyasında da olsa yaşamıştı minik Elif; ama o çok istediği bisikletine rüyasında da kavuşamadı. Bir daha da kavuşamayacaktı. Maalesef o küçük kalbi daha fazla dayanamadı. Kaldıramadı o yaşta dünyanın bunca yükünü, tasasını ve de acısını. O masmavi gözleri canlılığını yitirmişti artık, son nefesini verirken yüzündeki tebessüme ise yürek dayanmazdı. Kim bilir belki ailesine kavuşacak olmanın buruk mutluluğuydu. Deniz tarafındaki yatağında, açık pencereden gelen iyot kokusu ile martı sesleri arasında melek olup gitti… Bize de üstadın şu sözlerini hatırlamak kaldı: “Eğer bir yerde kötülük varsa, oradaki herkes biraz suçludur.”
Bir cevap yazın