Yağan karla birlikte işe gitme hevesim de sönüvermiş… Oturduğum yerden, gökten yere usu usul düşen kristallerin dansını izliyorum. Kar altındaki insanlar, telaş içinde sağa sola koşturuyor… Dolmuş kapıları hızla açılıp kapanıyor, otobüs bekleyen kalabalıklar sabırsızlıkla ellerini ovuşturuyor… Durağın arkasında, pembe boyalı taş binanın duvarındaki Tayyare Kültür Merkezi yazısı karla kaplanmış, camekânlı ahşap kapısında ve çıkma mermerli kocaman pencerelerinde henüz yaşam belirtisi yok. Okula gitme telaşındaki gençlerin kimisi keyifle kar taneleriyle cilveleşiyor; cadde kenarına park edilmiş arabaların üzerindeki yığınları avucunda top yapıp arkadaşına atıyor, kimisi de kayıp düşerim endişesiyle yanındakine sımsıkı tutunuyor… Tatlı bir özlem sarıyor ruhumu. Doğduğum şehrin karlı sisli günlerini anımsıyorum, içimdeki çocuğun kalbi küt küt atıyor…
Gönül, tepeme dikilmiş; “Her yer bembeyaz. Hadi kalk!” diyor.
Gözlerimi aralayıp söylediklerini anlamaya çalışıyorum.
“Kar yağıyor, kesin tatil bugün! Kalk hadi!”
Hızla doğruluyorum yataktan, perdeyi aralıyorum. Her yer bembeyaz… Sevinçle sarılıyoruz. On bir yaşındayız…
Annem bir yandan kardeşlerimi giydirip, bir yandan söyleniyor;
“ Ne tatiliymiş, bir karış karda tatil mi olur, adam boyu karın içinde gider gelirdik biz okula…”
Kardeşlerim, annemden çekindiğinden ağzını açamıyor. Ama gözlerinin içi ışıl ışıl, tatil haberi bir gelse, bizden önce fırlayacaklar sokağa…
Geceden yağmaya başlayan kar şimdiden yirmi-otuz santime ulaşmış, derken beklenen oluyor:
“Yoğun kar yağışı nedeniyle Ankara ve Eskişehir’deki okullarda eğitime iki gün ara verildi…”
Haberin devamını dinlemeye kalmıyor, evde bir çığlık, bir kıyamet…
Can sevinçle atlıyor annemin boynuna, sonra yakasını önlüğünü fırlatıp atıyor. Hemen eldivenler, şapkalar, çift kat giysiler giyiliyor. Annem önce kahvaltı edip sonra dışarı çıkmamız konusunda ısrar etse de ikna olmuyoruz. İşin en önemli kısmı henüz kimselerin basmadığı bembeyaz örtüye ilk basan olabilmek… Evden, sokağın karşı tarafındaki tepeye doğru, ayak izlerinden yol yapıyoruz. Bir iki saate kalmaz o yol, buz pistine dönüşür nasılsa… Akşama kadar onlarca çocuk tepeden aşağı kan ter içinde, düşe kalka kayar. Sonraki günse büyüklerimiz buzlanan yerlere kül döker, kısa süreli beyaz rüyamız böylece sona erer…
Elimizde kızaklar, birer ikişer tırmanıyoruz tepeye. Her defasında olduğu gibi önce ürküyorum… Kayanlara bakıyorum göz ucuyla, düşen var mı, çarpışan olur mu?
Annemin sözleri yankılanıyor kulaklarımda; “Düşüp de kolunuzu bacağınızı kıracaksınız… Oturun sıcacık evinizde…” Kardeşlerime ilişiyor gözüm; sevinç çığlıklarıyla peş peşe kayıyorlar…
Gönül her zamanki gibi korkusuz, atlıyor kızağın tepesine. Okan önde o arkada sıralanıyor diğer kayanların peşine. Kayarken; “Hadi, dikilip durma orada gel!” diyor, “Tamam, geliyorum!”
Üşüyen ellerimi ovuşturuyorum, başımı gökyüzüne kaldırıyorum, kar hiç durmasın istiyorum… Gönül kolumdan yakalıyor yine, “Hadi sıra sende!”
Herkesin gözü bana çevriliyor; korkuyorum diyemiyorum ama adım da atamıyorum. Başımı yere eğiyorum…
“İstersen benim arkama bin,” diyor mahallemize yeni taşınan çocuk, kalbim iyice çarpmaya başlıyor. Ne ki hiç itiraz etmeden atlayıveriyorum arkasına… Kendimi denizlere açılmış bir yelkenli sayıyorum… Yine de sımsıkı sarılıyorum ona. Derken kar altındaki bir taşa takılıp alabora oluyoruz… Gözlerimi açtığımda tepemde bir çift yeşil göz görüyorum… Yemyeşil…
Penceremin önünden kelebekler gibi uçuşuyor kar taneleri… Kültür merkezinin önünde, tedirginliğiyle duran kadını fark ediyorum o sıra… Kıvırcık saçlı, kocaman gözlü, ufak tefek bir kadın. Asıl dikkatimi çeken elinde taşıdığı kocaman şey; sanırım bir tablo, ancak sarı ambalaj kâğıdıyla kaplandığı için göremiyorum. Biten bir sergiden mi alınmış, yeni açılacak sergi için mi getirilmiş… Sergi kapanışları akşam saatlerinde yapıldığına göre… Genç, otuzlu yaşlarda var, yok… Erkenden gelmiş; kapının açılmasını bekliyor olmalı…
Taşımaktan yorulunca resmi aşağıya indirip duvara dayıyor. Şapkasını, atkısını düzeltiyor. İkisi de eflatun, turuncu saçlarıyla uyum içinde… Sık sık saatine bakıyor. Birini ya da birilerini bekliyor olmalı… Bu arada gözü hep tabloda, başına bir şey gelmesinden kaygılanıyor besbelli… Çantasından telefonunu çıkarıyor, sanırım beklenen kişi…
Kaldırımın başından bir anne-oğul ona doğru yürüyor. Anne hızlı adımlar atmaya çabalarken çocuk karla oynayabilme arzusunda. Kültür merkezinin pencere önlerine birikmiş karları minik elleriyle savurarak ilerliyor, anne bir iki çekiştirse de çocuk oralı olmuyor. Derken duvara dayalı çerçeveye ilişiyor gözleri. Önünden geçerken ansızın, üzerine sarılı kâğıdı çekip yırtıyor…
Bir çift yeşil göz açığa çıkıyor çerçevenin içinden. Kocaman bir çift yeşil göz…
Bir cevap yazın