Sandalyemi, oturunca ayaklarım denizin üzerinde sallanacak şekilde, boğaza sıfırlayarak koydum kaldırıma. Hep öyle yapıyorum. Otururken ayaklarımı boşlukta ileri geri sallamak çocuksu bir özgürlük ve hafiflik hissi veriyor. Oltamı suya atmadan önce geriye yaslanıyorum, gözlerimi kapatıyorum. Gözlerden nefret ediyorum, diğer duyu organlarını bastırıp daha iyi çalışmalarını engelliyorlar. Bir düşünün, sonradan kör olan bir insanın diğer duyuları gelişiyor, ama mesela sağır olan biri daha iyi görmeye başlamıyor.
Dünya karanlığa bürününce insan bir başka algılamaya başlıyor çevresini. Daha iyi koku alıyor, duyuyor, hissedebiliyorsun. Hatta yiyeceklerin tadı bile daha farklı geliyor. Sadece burada gözün hakkını vermeliyim, yediğim şeyi görmek isterim. Gözler devreden çıkınca, iktidarı kulaklar alıyor hemen. Burunla dil zaten ayak takımı, dokunma çok etkili bir duyu aslında ama menzili kısa maalesef. Aslında duyular kısa ve uzun menzilli olarak ikiye ayrılabilir. Dünyayı, etrafta olup biteni algılamakta uzun mesafeli duyu organlarımızı, gözlerimizi, burnumuzu ve kulaklarımızı kullanıyoruz. Kısa mesafeli olan dokunma ve tat alma duyularımız ise daha çok cisimleri tanımlamakta işimize yarıyor. Mesela boğazın keyfini çıkarırken dilinle boğazın tadına bakamazsın ya da manzaraya dokunamazsın.
Orhan Veli, İstanbul’u sebepsiz yere gözleri kapalı dinlemiyor. Mesele İstanbul da değil, dedim ya gözler kapanınca diğerleri daha farklı çalışıyor diye. Yoksa Malatya’ya gidip gözlerinizi kapatın aynı etkiyi görürsünüz.
Gözün bir özelliği daha var. Kullanımı en kolay ve risksiz duyu organıdır kendileri. İstediğiniz yöne bakabilir, istemediğinize bakmazsınız. Yok o da yetmedi kaparsınız gider anasını satayım. Yakın duyu organları büyük risk altında çalışırlar. Öyle kafanıza göre istediğiniz her şeye dokunabilir misiniz? Önce cismin zararlı olup olmadığına karar vermeniz gerekir. Sıcak mı, kesici mi, mesela. Su gibi görünen bir bardak dolusu asite elinizi daldırdığınızı düşünün. Büyük risk. Yolda yürüken gördüğünüz, üstü kalın kaymak tutmuş sütlaç kıvamında dalgalanan güzel bir çift kadın göğsüne dokunamazsınız mesela. Ama göze yasak yok. Tat alma iyice riskli, anlatmak gereksiz.
Kulakla burunun kullanımı ise çok zordur. Gözler sadece önündeki belirli bir açıyı görür. Onlar ise her taraftan gelen uyarıları algılar. Ve bunu sürekli yapmak zorundadılar. Ben bu tarafı koklamayım diye bir şey söyleyemezsiniz, ortamda iyi, güzel ne koku varsa gelir size. Ya da sağdan ağlama sesi geliyor ben bunu dinlemeyim de sadece sol tarafı dinleyeyim gibi bir şansınız yoktur.
İş Boğaz’ın keyfini çıkartmaya gelince, bakmak kolay. Oturursun benim gibi bir sandalyeye istediğin yere bak. Arkanızda dünyanın en iğrenç trafiklerinden biri, saçma sapan seyyar satıcılar, kırolar magandalar sikinizde olmaz. Kulak öyle mi ama? Her taraftan gelir ses. Bırakalım İstanbul’un martıları vapur sesleri geyiklerini. Yetmiş sene önce Orhan Veli’nin zamanında değiliz artık. Gözlerinizi İstanbul’un neresinde kapatırsanız kapatın, hissedeceğiniz ilk şey hafiften bir esinti değil, hava kirliliğinin rahatsız edici kokusu ve trafiğin gürültüsüdür.
O yüzden kulaklarınızı ve burnunuzu kullanmanızı öğrenmeniz gerekiyor. Yani neyi duyup, neyin kokusunu alacağınızı. İlk yapmanız gereken trafik gürültüsünü duymamaya çalışmak. Bunu başaramazsanız diğer sesler de giderek sinir bozucu oluyor, martıları yakalayıp tecavüz edesiniz geliyor.
Ben antremanlıyım. Baba parası yiyorum. Bir kaç yılımı uzak doğu tapınaklarında geçirip, size çok saçma gelecek eğitimler aldım. Gözlerimi kapadılar, bir yıl boyunca dünyayı körler gibi yaşadım. Her yıl bir duyu organımdan yoksun bıraktılar.
Trafik gürültüsünü filtrelemek benim için hiç sorun değil. Martı seslerini çok seviyorum o yüzden. Balıkçıların denize attığı oltaların kurşunlarının çıkardığı sesleri çok net duyuyorum. Sanki denize değil de beynime vuruyorlar. İstesem onları da filtrelerim ama yapmıyorum.
İnsanoğlu çok sıradışı bir yaratık. Başka canlıları öldürmeyi spor, eğlence, hobi olarak gören başka bir varlık var mı acaba evrende? Hemen atlamayın sazan gibi senin de oltan var diye, konu balık tutma olunca ne kadar klasik olsa da sazan gibi tabirini kullanmakta sıkıntı görmüyorum. Olta balık tutmak için değil, benim için bir kamuflaj aracı. Tabi esas kamuflajım makyajım. Otuz beş yaşında olmama rağmen, kendimi altmış yaşında gösteriyorum. Uzun süre makyaj eğitimi aldım, oldukça yetenekliyim. Beni görenler yaşlı bir adam balık tutuyor diye tarfi edecekler.
Bütün bunlar iki gün önce oluyor. Bugün ise gerçekten balık tutacağım. Bu sefer İstanbul Boğazı’nı değil, ses telleri kesilmiş bir boğazdan çıkan sesleri dinliyorum gözlerim kapalı. Martı sesleri evin içine kadar geliyor. Tavana monte ettiğim çelik halkadan geçen halatın bir ucunu tutuyorum. İpin diğer ucunda ise çengele takılmış şahane bir bonfile var. Az pişmiş. Kokusu nefis. Hele iki gündür aç olan birisi için dayanılmaz. Yavaş yavaş salıyorum halatı, bonfile aşağı doğru iniyor. Yerden yaklaşık otuz kırk santim yukarıda duracak kadar indiriyorum. Artık gözlerimi kullanma vakti geldi. Gözlerin de bu ibneliği var. Görmenin verdiği hazzı da diğer hiç bir duyudan alamıyorsunuz.
Neler olduğunu anlamadınız değil mi? Bunun için sizi tekrar iki gün öncesine götürmem gerekiyor.
Dedim ya boğaza balık tutmaya gelmedim. Birini izliyorum. Oda benim kılık değiştirmiş halim gibi altmış yaşlarında. Benden yetmiş seksen metre kadar uzakta balık tutuyor. Yaklaşık üç haftadır gözlüyorum kendisini. Oturduğu yeri, günlük rutinini ezbere biliyorum. Her sabah yedi gibi geliyor balık tutmaya. Akşam sekiz gibi bitiyor boğaz sefası. Bütün gün onu izlemek çok hoşuma gidiyor. Ondan bir saat önce kalkıyorum.
Beş katlı bir apartmanda oturuyor. Üst dairesi boş. Daha evvel, kargocu kılığında komşularının zillerini çaldım. Komşuluk ilişkileri pek yok. En sevdiğimden. Adamın ne zaman girip çıktığını kimse takip etmiyor. Bayılırım.
Kapısını açıp içeri giriyorum. Nasıl mı? Bir süre bir çilingirin yanında çalıştım. Paraya ihtiyacım olduğundan değil, işi öğrenmek için. Becerikliyim de. Kimsenin dikkatini çekmediğimden eminim. Tavana çelik halkayı monte edip, banyona saklanıyorum.
Her zamanki saatte eve geliyor. Güçlüyüm. Yıllardır spor yapıyorum. İhtiyarın bana karşı hiç şansı yok. Banyoya gelince, hemen arkasından sarılıp amonyak emdirdiğim bezi yüzüne bastırıyorum. Bayılması bir kaç saniye sürüyor. Ayaklarını bağlıyorum, ellerini arkadan. Ses tellerini kesiyorum ayılınca bağırmasın diye.
Ben bilgisayar programcısı olmak istiyordum, insanları hiç sevemedim. Babam doktor olduğu için zorla tıp okuttu bana.
Dikkatle bakarsanız hayatta en büyük çelişkileri yan yana bulursunuz. Mesela bilgisayarlar. İnsanlığın en kompleks icatları. Aslında evrenin en basit ilkesiyle çalışıyorlar. Sıfır ve bir. Yani var ya da yok. Tıp, hayat kurtarma bilimi. Ancak hayat kurtarmayı öğrenmek için, önce can almanız gerekiyor. Kurbağalar, fareler… Maalesef benim ilgimi kurtarma değil de öldürme kısmı çekti. Tıp okumasaydım muhtemelen bunu hiç farkedemeyecektim.
Gece onbir gibi evden ayrılmadan evvel adamı koli bantlarıyla yatağa sabitliyorum. Yanına bir kova su ve hortum bırakıyorum susuz kalmasını istemem.
Bu sabah eve geldiğimde, önce yemi hazırladım. O şahane bonfileyi. Adamı yataktan çözüp, salona yüzü koyun yere bıraktım. Elleri ve ayakları bağlı olarak. İlerlemesi için solucan gibi kıvrılması gerekiyor. Demiştim ya, gözleri açma vakti diye. İşte o andayız. İki günlük açlığın verdiği etkiyle adam hiçbir şey düşünemeden bonfileye doğru yerde kıvırıla kıvrıla ilerliyor.
Yemi yerden biraz yukarıda tutmamın bir sebebi var. Yakalamak için karnından destek alıp biraz yukarı sıçraması gerekiyor. Öyle de yapıyor. İlk atlayış başarısız. Biraz yukarıda olmuş. Azıcık daha indiriyorum. Bu sefer o da biraz fedakarlık yapıyor daha kuvvetli sıçrıyor. Başardı yemi yakalıyor. Çengelin adamın damağına saplandığı an, acıyla gözlerinin nasıl açıldığını doğru bir şekilde anlatabilecek bir benzetme bulamıyorum. Zaten bulabilsem bu işi yapmam. Anlamak için burada olmanız lazım.
Halat hemen geriliyor, iki elimle asılıyorum. Balık oltaya vurdu. Önce çırpınıyor. Ancak bu çengelin daha da fazla saplanmasına ve acısının artmasına sebep oluyor. Dehşet dolu gözlerle bana bakıyor. Artık hiç kıpırdamamaya çalışıyor. Boğazdan çıkan muhteşem hırıltıları duymalısınız. Yavaş yavaş vücudumun tüm ağırlığını vererek halatı çekiyorum, adam yukarı doğru yükseliyor.
Çengelin baskı yaptığı dişler geriye doğu itilerek damağa gömülüyor. Çengel de arkadan sinüs deliklerine kadar saplanmış olmalı. Gözlerinden ve burnundan akan kanlardan bunu anlayabiliyorum. Ayakları yerden kesilene kadar çekiyorum halatı ve ucunu kalorifere bağlayarak o şekilde sabitliyorum. “Oh be” biraz yorucu oldu. Nefes nefese kaldım. Tekrar sandalyeme oturuyorum, adamı çengelin ucunda sallanırken izlemek o yorgunluğa değiyor doğrusu. Al sana hobi.
Öldürmem gerektiğine dördüncü sınıfın sonlarında kara vermiştim. Babam okulu bitirdiğimi göremeden öldüğünde geriye güzel bir miras bıraktı. Hiç çalışmama gerek kalmadı. Okul sonrası hayatımı iyi bir seri katil olmak için kendimi geliştirmeye adadım. Makyaj kursları, uzak doğu eğitimi, çilingir tecrübesi… On yılımı buna verdim. Artık bu yıl emeklerimin karşılığını alma zamanı geldi.
Yerimden kalkıp yanına gidiyorum. O gözler, ah o gözler. Yalvarmaya çalışıyor aklı sıra. Kötü bir insan olduğumu düşünebilirsiniz ama sizin düşündüğünüz kadar da değilim. Ona bir iyilik yapacağım. Gözlerini oyuyorum. Gerçi pek hoşlanmış gibi durmuyor. Nankör.
Bir süre daha anın keyfini çıkartıyorum. Boğazına kaçan kanlar yüzünden boğularak ölüyor. Bu yedinci oldu.
Bütün bunları size niye mi anlattım? Çocuğunuzu istemediği şeye zorlamayın.
Bir cevap yazın