“Siparişinizi alabilir miyim?”
Eden, bir anlık dalgınlığından kolayca sıyrıldı ve sabırsız gözlerini kendisine diken baristaya gülümsedi. “Buzlu filtre kahve, lütfen. Büyük boy.”
Genç adam -göğsündeki rozete göre Matthew-, siparişi ekrana girerken duraksadı. “Buzlu, değil mi?”
Eden, dışarıya hakim olan aralık soğuğuna aldırmadan meydan okurcasına gözlerini genç adam dikti. “Evet,” dedi. “Buzlu istediğime eminim.”
Matthew başını salladı ve Eden’ın uzattığı 10 doları aldı. Para üstünü genç kadına uzattığında, Eden genç adamın söylemesine gerek kalmadan bir sonraki müşteriye yer açmak için sağ tarafa geçmişti.
Eden Fisher-Brown, bir güneyli olarak hayatı boyunca bu kadar kuzeyde bulunmamıştı. Louisiana’da doğup büyümüş, liseden sonraki hayatını Los Angeles’da geçirmişti. New York’a taşınalı daha üç gün olmasına rağmen Kaliforniya’nın ılıman iklimini deli gibi özlemişti ki buzlu kahve istemesinin temel nedeni de buydu. Eski alışkanlıkları kaybetmek istemiyordu, eğer kaybederse bu kadar kuzeye bu kadar kolay teslim olduğu için ölene kadar kendini suçlayacağını biliyordu.
Kahvesini ve pipetini aldığında hızlı adımlarla dükkandan çıktı ve dışarıdaki kalabalığa karıştı. Soğuk hava içine işlerken ceketine iyice sarındı. Bulabildiği en kalın ilk-iş-günü ceketini giymişti ama yeterli değildi, en kısa zamanda doğru düzgün bir palto ve çizme almak için alış verişe çıkmalıydı.
Çalışmaya başlayacağı yer birkaç blok ötedeydi; ayağındaki topuklulara rağmen hızlı yürümeye devam etti, işe daha ilk günden geç kalmak istemiyordu. Neredeyse bebekliğinden beri annesinin beynine kazıdığı, “Nasıl başlarsan öyle devam eder”in hayatındaki yansıması böyle oluyordu işte.
Blackwood, bölgedeki ağır vakaların toplandığı klinikti. İkinci Dünya Savaşı döneminden kalma hoş, tuğla bir binada hizmet veriyordu ve açılalı on yıl olmamışken hatırı sayılır bir şekilde isim yapan bir yer haline gelmişti. Eden, Sophie’nin kariyeri için alelacele alınmış bir taşınma kararıyla iş aramaya başladığında tüm iyi referanslarına rağmen böylesine iyi bir yere kabul edileceğini düşünmüyordu. Bu, onun hayatı boyunca ara sıra, sırf ona umut vermek için kendini gösterme ihtiyacı duyan şansıydı. Eden’in tek isteği, New York’taki ilk haftası bitmeden şansının eski sığınağına kaçmamasıydı, hala delicesine ona ihtiyacı vardı.
Eski binaya girdiğinde kahvesini çoktan bitirmişti. Kliniğin ufak da olsa bir bahçesinin olmaması sinirini bozmuştu, gerçi kliniğin başta neden şehrin göbeğine kurulduğunu da anlayamamıştı. Sessiz sakin bir ortamda tedavi başarısı şansı artardı. Ya da sağlıklı sivilleri koruma şansları. Klinik, tımarhanenin ya da başka bir bakış açısıyla hapishanenin sevimleştirilmiş versiyonu, değil miydi?
Eden, danışmaya yöneldiğinde tüm pozitif duygularını yüzüne yansıtmaya çalıştı.
“İyi günler. Ben Doktor Eden Fisher-Brown. Baş hekimi nerede bulabilirim?”
Danışma bankosunda tembelce oturan sarışın kızın tarifine uyarak birinci kata çıktı, sağa döndü, büyük kapıdan geçti ve tekrar sağa döndü. Biraz ilerlediğinde baş hekimin odası karşısındaydı. Kapıyı yavaşça tıklattığında sakin bir kadın sesi, “Evet?” diye seslendi.
Eden, nefesini bırakarak içeri girdi. Baş hekim odasını sade tutmaya özen göstermişti. Karşı duvardaki raflara kalın ciltli kitaplar düzenli bir şekilde dizilmişti. Köşede eski bir gramofon ve rahat görünün bir sandalye vardı. Odanın diğer köşesinde ise bir çalışma masası ve karşına yerleştirilmiş iki tekli koltuk vardı. Baş hekim, adı Alyssa Green’di, masasının üzerindeki açık birkaç dosyayı karşılaştırarak okuyordu.
Alyssa, Eden’i tanıdığında okuma gözlüğünü çıkardı ve ayağa kalktı. “Dr. Fisher,” diye selamladı genç kadını. “Hoş geldiniz, buyrun.”
Eden, “Teşekkür ederim,” diyerek oturduğunda orta yaşlı kadın da yerine tekrar geçmişti. Nezaket gereği sorulan sorular, memnuniyetle verilen cevaplar ve birkaç belli belirsiz gülümsemenin ardından Alyssa çekmeceden çıkardığı ince bir hasta dosyasının önüne bırakmıştı.
Kadın okuma gözlüğünü bir kez daha taktı ve Eden’ın dosyasını açtı. “Güzel referanslarınız var,” dedi. “UCLA’dan ayrılmak zor olsa gerek.”
Eden, oturduğu yerde dikleşti. “İklim açısından gerçekten zor oldu.”
“Neden buraya taşındığınız sorabilir miyim? Tabii, özel bir mesele değilse.”
“Eşim burada daha iyi bir iş fırsatı yakaladı,” dedi Eden kısaca.
Alyssa anladığını belirtircesine başını salladı. “Anlıyorum,” dedi yavaşça ve dosyayı kapattı.
Eden, meraklı gözlerle onu inceleyen baş hekimin bakışlarından rahatsız olmuştu. Kadının kötü bir amacı olmadığını biliyordu; sadece meraklı, çalışanını tanımak isteyen biriydi. Yine de bunun birkaç basamak üstü yeterince ürkütücüydü.
“Fazla sayıda acil hastamız olmadığı için bu haftalığına ilgileneceğiniz bir hastanız var Dr. Fisher. Şehre yeni yerleştiğiniz için bunun uygun olacağını düşündüm, daha sonra gelecek olan vakaları size yönlendireceğim.”
Kadın masanın yan tarafındaki dosya yığınını karıştırdı ve pudra rengi kapağı olan bir tanesini Eden’a uzattı. Dosyanın üzerinde düzgün bir el yazısıyla “Michelle Blanchart” yazılıydı.
Eden dosyayı araladığında güzel bir kadının yüzüyle karşılaşmıştı; medikal geçmişi kabarıktı. Daha önce iki kez kliniğe yatırılmıştı ama durumu gitgide ağırlaştığı için en sonunda buraya bırakılmıştı. Hayatta olan yakın akrabası yoktu. Kocasının ölümünden sonra şikayetleri başlamıştı.
“Ve bu da kimliğiniz Dr. Fisher.”
Eden uzanarak kadından kimliğini aldı. “Hastayla şimdi görüşebilir miyim?”
Baş hekim başını sallayarak onayladı. “Tabii ki,” dedi ve telefona uzandı. “Mary, sizi hastanın yanına götürür.”
Lekeli koyu mavi hademe önlüğüyle içeri giren Mary yaşlı bir kadındı. Yıpranmış gri saçlarını ensesinde özensizce toplamıştı. Kamburlaşan sırtı ve yorgunlukla kırışmış yüzü Eden’ın kötü hissetmesine neden olmuştu. Genç kadın, dosyayı koltuk altında tutarak baş hekime sessiz bir selam verdi ve yaşlı hademenin peşine uysalca takıldı.
Hastaların kaldığı kanat, idarenin aksine beyaz floresanlarla aydınlatılmıştı. Beyaz düz duvarların çevrelediği uzun koridorlar Eden’ın sinirini bozmuştu; gözleri daha önce çalıştığı yerlerdeki gibi ufak da olsa birkaç resim, kongre, seminer gibi ilanların asıldığı panoları aramıştı ya da daha doğru bir tabirle beyazın hastalıklı ışığını kırabilecek herhangi bir şey.
Blanchart’ın kaldığı oda birinci kat koridorunun sonundaydı. Yaşlı hademe kapıyı açtıktan sonra sessizce geri çekilmişti, Eden dosyaya diğer eline geçirerek odaya girdi. Kapı ardından kapanırken hademenin orada bekleyeceğini biliyordu, hatta belki hastanın sinir krizi geçirmesi olasılığına karşı güvenlikten de birilerini çağıracaktı ama ilk kez bir hastayla küçük bir odada baş başa kalmış olmasa da Michelle Blanchart daha ilk anda tüylerini diken diken etmeyi başarmıştı.
Dosyadaki fotoğrafla alakası kalmamıştı öncelikle, koyu renk saçlarını beyazlayan teller örümcek ağı gibi kaplamıştı. Avurtları çökmüş, cildi cansız sarımsı bir renk almıştı. Çatlayan dudaklarını birbirine bastırarak gözlerini haşin bir bakışla Eden’a dikmişti. Oturduğu şiltenin üzerinden kalkarak sessizce odanın ortasındaki masaya oturdu; yüzü şimdi daha normale dönmüştü. Sanki Eden’ın kahve içmek için sözleştiği bir arkadaşı gibiydi.
Genç kadın yavaşça masaya yöneldi ve hastasının karşısına oturdu. “Michelle, ben Eden,” diyerek kendini tanıttı. “Bundan sonra seninle ilgilenecek olan doktor benim.”
“Filtre kahve mi içtin?”
Bal rengi gözleri Eden’ın gömleğine odaklanmıştı. Genç kadın kaşlarını çatarak gömleğine baktığında rozet büyüklüğündeki kahverengi lekeyi görmüştü. “Kahretsin,” diye düşünerek fularını çekiştirerek lekeyi kapattı.
“Kahve içmeyi çok özledim. Doğru düşünmemi sağlıyordu,” diye mırıldandı Michelle. “Burada verdikleri her şey beynimi uyuşturuyor.”
Eden kısaca kadına uygulanan tedavilere göz atarak, “İlaçlarından memnun musun?” diye sordu. Önceki doktordan kalan notların haricinde kadından bir şey öğrenmek istiyorsa, bunu Michelle de istemeden öğrenemeyeceğini biliyordu, bu yüzden ilk görüşmeyi akışına bırakmıştı. “Yan etkilerinden rahatsız oldukların varsa başka bir yol izlemeyi deneyebiliriz.”
“Hepsi aynı kapıya çıkmıyor mu?” dedi ve güldü sakince. “Hiçbir şey beni düzeltemez, buraya ait değilim.”
Eden, dosyayı kucağına doğru alarak arkasına yaslandı. “Burada aynalardan korktuğun yazıyor. İzlendiğini düşünüyorsun,” dedi. “Bir yerlerden başlamalıyız Michelle, neden bir şeyleri bana anlatmıyorsun?”
Kadın bir süre boş gözlerle Eden’a baktı, Eden da sabırla bekledi. Karşısındaki beynin işlediğini hissedebiliyordu, sırf “ayna” sözcüğü bile yüzüne kötü bir gölgenin düşmesine yetmişti.
“Ayna ile tek taraflı camın farkını biliyor musun?” dedi uzun geçen birkaç dakikanın ardından. Elini hayali bir ayna parçası olarak kullanarak parmağını avcuna bastırdı. “Eğer aynaya dokunursan parmağınla yansıması arasında mesafe olduğunu görürsün, asla birbirine dokunmaz. Ama tek taraflı camda böyle değil; bazı insanlar soyunma kabinlerine girdiklerinde bunu kontrol ederler. O’nun beni izlemesi için tek taraflı cama ihtiyacı yok; ne zaman aynaya baksam beni izlediğini hissedebiliyorum. O, orada; beni bekliyor. Bana fısıldıyor, şarkılar söylüyor. Onun yanına gideceğim günü bekliyor.”
***
“Hey, telefonu açamadığım için üzgünüm. Daha yemek yemeye bile fırsatım olmadı.” Arka plana başkalarının sesi karıştı. Derin bir iç geçirme sesi duyuldu. “Gitmem lazım, seni seviyorum.”
Sesli mesajın bittiğini gösteren bip sesini duyduğunda Eden kucağındaki paketleri mutfak tezgahına yığarak kulaklıklarını çekiştirdi. Sophie’nin neşeli sesinin bile pili bitmiş gibiydi, aynı Eden gibi.
Sophie’yi özlemişti. Sanki tüm hayatı boyunca ailesinden ilk kez ayrılan genç bir üniversite öğrencisiydi. Yabancı hissediyordu, yorgundu ve zar zor itiraf etse de korkuyordu. Değişimler onu hep korkutmuştu. Belki de sırf bu yüzden uzun tatillerden bile nefret ediyordu.
Zihnine doluşmaya hevesli düşünceleri görmezden gelmeye çabalayarak yatak odasına yöneldi ve hızlıca üzerini değiştirdi. Lenslerini çıkarıp kemik çerçeveli gözlüğünü taktı; siyah saçlarını tepesinde topladı.
Mutfağa kendini daha kolay motive ederek döndüğünde paketleri açmaya koyuldu. Aldıklarını yerleştirdi ve akşam yemeği malzemelerini çıkardı. En azından akşam Sophie’yle güzel birkaç saat geçirebilirlerdi.
Sophie geldiğinde yemek neredeyse hazırdı; bulaşıkların bir kısmını da makineye kaldırmıştı. Hevesli adımlarla antreye çıktığında bir anlık ürpertiyle olduğu yerde kalmıştı.
Kar, iri pamukçuklar halinde koyu renkli saçlarını ağ gibi tutmuştu; Michelle Blanchard, kırlaşan saçlarıyla birlikte sadece bir anlığına karşısında gibiydi. Sophie’nin canlı bir ışıkla parlayan mavi gözlerine baktığında tekrar içine bir sıcaklık yayıldı.
Sophie, “Günün nasıldı?” diye sordu yorgunluktan bitap düşmüş bir şekilde. Kalın paltosunu portmantoya astı ve şımarık bir gülümsemeyle Eden’a sarıldı.
“Ürkütücü,” dedi Eden omuz silkerek. “Senin?”
“Yorgunluktan ölüyorum,” diye mırıldandı Sophie ve havayı kokladı. “Aman Tanrı’m! Lütfen lazanya yaptığını söyle!”
Eden gülerek, “Fazladan vaktim vardı,” dedi. “Üzerini değiştir, ben de yemeğe bakayım.”
Sophie kocaman bir gülümsemeyle Eden’ın dudağının kenarını öptü. “Seni seviyorum.”
Genç kadın yorgun ayaklarını sürüyerek yatak odasına giderken Eden bir kez daha donup kalmıştı. Tek gördüğü antredeki boy aynasındaki yansımasıydı; yüzü kireç gibi olmuştu.
Blanchard’ın ürkütücülüğünü kafasından atmaya çalışarak başını iki yana salladı ve mutfağa yöneldi.
O kadından neden bu kadar etkilendiğini anlayamamıştı, tek bildiği daha profesyonel yaklaşması gerektiğiydi.
***
“Seni özledim.”
“Biliyorum,” diye düşündü kadın. “Ben de seni.”
Gözlerini kapattı ve etinin kesilmesini, verdiği acıyı umursamadan yumruğunu sıktı. George’un ölümünü, onun yüzünden ölmesini düşünmek daha çok canını acıtıyordu. Acıtmıştı daha doğrusu, artık hiçbir şey hissetmiyordu. Beyaz önlüklü iblislerin verdikleri tüm o haplar, yaptıkları iğneler hislerini alıp götürmüştü. Michelle Blanchard, eti henüz çürümemiş bir zombiden farksızdı. Ne acı ne de mutluluk; göğsünde kocaman bir boşluk vardı.
“Yanıma ne zaman geleceksin?”
Michelle, hiçbir şey düşünmemeye çalıştı, verecek bir cevabı yoktu. Bir cevap vermek istediğinden bile emin değildi. Gözlerini açarak dışarıda yağan karı izlemeye başladı; birbirinden farklı taneciklere bölündüğünü, ağırlığı yokmuşçasına rüzgarda savrulduğunu hayal etti. Tekrar George’u düşündü; her yılın ilk karı yağdığında işi gücü bırakıp dizlerine gelen karın içinde debelenerek yürüyüşe çıktıklarını, nemli taneciklerin buz kesmiş tenine değmesini ve bundan delicesine haz aldığını hatırlamaya çalıştı. Kışı çok severdi, belki bu ilaçların hala götüremediği tek şeydi. Bir kış günü doğmuştu, neden yine bir kış gününde ölmesindi ki?
“O aynayı ben sana almıştım.”
Yumruğunu açtığında George’un ona lisedeyken hediye ettiği küçük el aynasından kalan parçanın bir kısmı kana bulanmıştı. Kırık ayna parçasını keskin ucuna dikkat ederek parmakları arasında sıkıca kavradı.
“Evet, bana aldığın ilk hediyeydi,” diye düşündü. Ölü kocasının hayalet gözlerinin sırlanmış camdan onu izlediğini hissedebiliyordu. Gözlerini kapatarak yaptıkları sayısız kar yürüyüşünü düşündü; suratına çarpan sayısız pamukçuğu. Parçalara ayrılıp rüzgarda savrulduğunu…
“Yanına geliyorum… Sonunda…”
Çatallaşan sesini duyduğunda irkilse de bu, kalkan kolunun kesin hareketini etkilememişti. Cam parçası şah damarını deşip zorlanarak da olsa boğazında açabildiği kadar yara açarken kadın kararlılıkla düşüncelerine tutunuyordu.
Bal rengi gözlerindeki son silik parıltı ruhuyla beraber uçarken parmakları hala kana bulanmış cam parçasını bırakmamıştı; en değerli hazinesiymişçesine kavramıştı.
Bir cevap yazın