Bi dostumun “Bu ümitvar işte…” dediği türden bi rüzgar vardı dışarıda, ılık, telaşsız…
Aynı dostumun bi haftalığına sığındığım evinden kahvemi içip çıkmış, başka bi ülkenin beyaz şeritlerini takip ediyordum yeni arabamın direksiyonundan, nereye gideceğimi bilmeden sürmenin saçlarıma doladığı özgürlük hissiyle. Zaten bunun için kaçmamış mıydım kendi ülkemin zindan kokulu yollarından. Her yolda, her şeritte, her kaldırımda, her direksiyon başında ayrı bi tutsaklık vardı sanki, ben kaçmadan önce. “En iyisini yaptım.” çıktı dudaklarımdan, nasıl sese döktüğüme şaşırdım. Sonra bi filmde dinleyip adeta aşık olduğum bi şarkı geldi aklıma yine aynı özgür ruhla, o şarkıyı dinlemeliydim. Hemen şu anda dinlemeliydim, bu özgür ruh şeysi saçlarımı bırakmadan. Yol kenarına park ettim, nereye koyduğumu bilmediğim, hiç bi zamanda bilemeyeceğim cd yi umutsuzca aramaya başladım. Bi türlü bulamamanın verdiği dinlemek arzusuyla ya da o melodinin ruhumda bıraktığı kadife tutkuyla “bi adam bana bunu dinletirse onunla kesinlikle evlenirim” diye düşünürken üç gündür her sabah gördüğüm mavi koltuk değneklerini ve ona sıkı sıkı sarılan yaşlı beyefendiyi yine gördüm. Yine yüzünde ben yaşlardaki insancıkların anlamsız buhranlarıyla dalga geçen bi ifade vardı. “Hayır, umrumda değilsin, ama dünyaya geliş amacını düşünmek bile fuzuli benim için” der gibi bi ifade işte, bilirsin.Bu “ümitvar” rüzgarın verdiği cesaretle çıktım arabadan, yanında durup bi melodiye sonradan katılan bi kaç ağır aksak nota gibi savurdum adımlarımı.
– Biz senle komşuyuz… dedi. Benim şaşırmama izin vermeden;
-Sen benden korkuyor musun?
– Hayır, ben bu şehre, hatta bu ülkeye yeni geldim, yabancıyım biraz…”
– Bana bu yüzden mi gözlerlini kısarak bakıyorsun üç gündür?…
Üç gün… Üç gündür benim ona baktığımı biliyormuş. Ben neden fark etmedim?
– Koltuk değneklerimin rengi ilginç geldi değil mi? Mavi diye… İstersem onlar olmadan da yürüyebilirim. Ama onları seviyorum. Onların verdiği güven hissini seviyorum.
– Neden bu sıcakta kravatla, takım elbiseyle dolaşıyorsunuz?
– Senin gibi güzel bi kızla nerede karşılaşacağım belli olmaz.
Gülüyorum. Aynı ümitvar rüzgar bu seksenlik romantik dönem adamının kravatındaki “baba kokusu” savurup benim saçlarıma dolanıyor.Yol boyunca saatlerce o koltuk değneklerine ben elbisemin eteklerine tutunarak yürüyoruz…
Ertesi sabah kendi deyimiyle “iğrenç yeşil” bitki çaylarından içmek üzere vedalaşıyoruz. Ben o kadar iğrenç olduğunu düşünmüyorum tadınca, gülümsüyor, bi fincan daha doldururken bütün masaların, sehpaların, hatta mutfak tezgahının bile kitaplarla dolu olduğu bu evde burnuma dolan matbaa kokusunu çok tanıdık buluyorum.
– Kitap okumayı ben de çok seviyorum.
– Öyle mi? Ben pek sevmiyorum.
– Neden bu kadar çok kitabınız var o halde?
– Okumayı sevmiyorum ama okumadan da duramıyorum işte. Şuradaki ilaçları görüyor musun? Onlarla aynı işlevi üstleniyor bu kitaplar yıllardır… Bazıları kaçarak tedavi olacağını düşünür bazıları da kalarak. Hepimiz aynı amansız hastalığın kurbanlarıyız.
– Hastalık… Evet bunu ben de hep böyle tanımlarım. Sürekli sorgulama isteği, sürekli şaşırma, sürekli kaçma, bi yere ait olamama hali. Sürekli yolda olma hali.
– Sürekli yol yorgunu olma hali…
– Peki ya aşk? Hiç evlendiniz mi?
– Hiç evlenmedim ama çok aşık oldum. Aşk, bu dünyada inandığına değecek en güzel yalandır güzel kız. Aşk bi kadına ya da bi erkeğe duyulan bi his değildir, o erkeğe ya da kadına duyulan hissin dünya üzerinde var olan, var olmuş, var olacak her şeye senin gözünden yansıyan renktir, senin teninden yayılan kokudur, senin damağında bıraktığı tattır. Aşk üzerine haddinden çok şey yazdım…
– Çok güzel anlatıyorsunuz. Yazar mısınız?
– Bazen…
Gülüyor. Yüzünde oluşan her bir çizginin benim için ayrı ayrı önemli olduğunu düşünüyorum ona bakarken. Biraz yaşlı olsaydım, ya da o biraz genç olsaydı diye bile düşünüyorum. Mavi koltuk değneklerini biraz önce karşımda oturduğu koltuğa emanet edip yanıma geliyor, kocaman ağır dolabın tozlu çekmecesini açıyor . Bi sürü ödül, plaket zarflar eski püskü… Şaşırdığımı belli etmemek oyunu oynuyoruz kendi aramızda. Bu ihtiyar adam onca zamanımı ve paramı kaybettiğim terapistlerden çok daha iyi geliyor bana, yalnızca bu oyunla bile. En üstteki en yeni zarfı kapıp açıyorum.
– Burada sizin adınıza düzenlenecek bi onur yemeğinden bahsediyor sevgili senarist ve yazar Kenan Bey. Ellinci yıl… “Bazen” deyince ben de gerçekten bazen yazdığınızı düşünmüştüm.
– Her yıl gelir o zarflardan önemli değil. Hiç gitmedim.
– Neden?
– Bilmem, kravat seçmeye üşendim herhalde.
– Kravatınızı ben seçsem yarın birlikte gider miyiz?
İnsan bazen bazı cümleleri dile getirdikten sonra bi durup kendi kendine şaşırır ya hani. O şaşırma halini ikimiz aynı anda yaşıyoruz. Ama söz ağızdan çıktı bi kere der gibi bi edayla koluna girip kravat seçmeye götürüyorum Kenan bey i ertesi akşam kolunda nasıl duracağımı prova eder gibi.
İşte o ertesi akşam, boynunda benim seçtiğim kravatla, onun bile şaşıracağı uzun bi kalabalığın alkışları arasında mavi koltuk değneklerini bana emanet ederek yürüyor Kenan bey… Ben en önde onun gözlerimi dolduran aşk ve hayat üzerine kelimeleri dinlerken yanımda duran adam elimdeki koltuk değneklerine bakıyor.
-Babamı tanıyor musunuz yoksa?
-Babanız mı? Bi oğlu olduğunu bilmiyordum.
Elimi sıkarken gülümsüyor.
-Övünmeyi pek sevmez. O tuttuğunuz koltuk değneklerinin gerçek sahibi babamı kendisine deli divane aşık eden komşusuydu. Sakattı, beni doğururken öldü bu yüzden…
-Hiç evlenmediğini sanıyordum.
-Evlenmedi zaten. Annem bu koltuk değnekleri yüzünden kendini babama layık görmemiş ve evlenme teklifini hiç kabul etmemiş. Kenan Bey bu yüzden bu koltuk değneklerini yanından ayırmıyor. Bi cezanın bedelini öder gibi. Güzel, tutkulu bi hastalık gibi…
-Aşk gibi…
“Aşk bu dünyada inandığınıza değecek en güzel yalan olsun…” diye bitiriyor sözlerini kürsüdeki adam onlarca kişinin arasında bana göz kırparak. Sonra aşık olduğum şarkının melodisi doluyor kulaklarıma…
– Bu şarkı…
– Babamın senaryosunu yazdığı bi filmden. Benim yönetmenliğini yaptığım ilk film…
Şaşkınlığımı atlatamadan ellerimden tutup dansa kaldırıyor beni. Elleri belimi kavradığında bunun bir rüya olmadığı hissini tadıyorum…
Ve Tanrı’nın düşündüğüm kadar uzak olmayan bi yerlerden beni sevdiğini mırıldandığını duyuyorum…
Bir cevap yazın