Lisedeyken kendime şöyle demiştim “harcayamayacağım parayı kazanmak için bir saniye bile uğraşmayacağım.” Doğru söylemişim, bence bu tam bir aptallık. Hayatta gezilecek o kadar yer, yapılacak o kadar çok şey var ki, parası olan birinin bunlardan faydalanmak yerine çalışmaya devam etmesi, toplantılara girmesi, stres olması tam bir akılsızlık.
Akşam evde belgesel izliyorum. Konu “para”. Paranın icadından falan başlıyor. Tam da benim konuları anlatıyor. Bilim adamının biri şöyle diyor “iki yüz milyon doları olan biri, neden üç yüz milyon dolar kazanmak için çılgıncasına çabalar ki? Muhtemelen bu yaşantısında hiç bir şeyi değiştirmez. Ama istisnasız hemen herkes böyle yapıyor.”
Ben de onu diyorum işte. Bu geyiği arkadaşlar arasında çok yapıyoruz da, belgesel de izlemek hoşuma gidiyor. Aniden, anahtar kelimeyi söyleyince hipnozdan uyanan biri gibi kendime geliyorum. “İstisnasız hemen herkes böyle yapıyor.” Elbette tam olarak öyle olmalı. İki yüz milyonu olan biri elbette üç yüz milyonu olması için çalışacak. Çünkü o aslından yüz milyonu varken, bunu iki yüz yapmak için çalışmış biri. Yani zaten çoktan çalışma hırsına yenik düşmüş.
Demek ki cevabı yanlış yerde arıyorlar. Eğer daha fazla kazanmak için çalışmak saçmalığına katlanmak istemeyen birileri varsa bunlar daha alt ekonomik seviyelerdeki kişiler olması gerekir. Yani çok ünlenmemiş, bir yerlerin patronu olmamış, genellikle bizim isimlerini duymadığımız insanlar. Evet işte bu, cevabı böyle insanlarda aramalıyım. Daha fazla kazanabileceği halde bunun için hayatlarını mahfetmeyen insanlar. Bağımsızlığını kazanmış olanlar. Özgürler. Böyle insanlar bir yerlerde olmalılar. Ben de onlar gibi olabilir, bu anlamsız hırs tufanından kurtarabilirim kendimi. Beni ancak onlar anlayabilir. Onları bulmalıyım.
Ama nasıl? Bırakın ben de böyleyim, zorunda olduğum için çalışıyorum triplerini. Hepimiz o kazanma çarkının içindeyiz. Hanginiz rahat çalışma ve yüksek maaş arasında rahatı seçiyorsunuz? Herkesin dilinde, ama önüne fırsat çıkınca balığın oltaya takıldığı gibi atlamayanınız yok. Hanginiz müdürlük sonra direktörlük, genel müdürlük hayali kurmuyor? Hanginiz arkadaşlarınızın kazandığı parayı merak etmiyor?
Benim aradığım ise özel insanlar. Azla yetinen değil, önüne zaten fırsat çıkmadığı için çok parası olmayanlar ya da emekli olup bir köşeye çekilmiş insanlar değil. Bana, daha fazla çalışırsa çok para kazanacağını bildiği halde çalışmamayı tercih etmiş insanlar lazım. Peki nerede bulurum bunları? Yani özgürler nerede yaşar? Çok da zor değil, ben olsam bir sahil kasabasına yerleşirdim muhtemelen. Para durumuna göre küçük bir cafe, butik pansiyon falan çalıştırırım. O da sırf keyfine tabi. Ya da çiftçilikle falan uğraşırım. Ama yine sahil taraflarında. İlla denize yakın olmak isterim. Özgürlerin de büyük oranda böyle yaşamak isteyeceğini var sayıyorum.
Ben özgür olsam Marmaris’e giderdim, Türkiye’de de özgür insanlar varsa bir kaç tanesi muhakkak orada olmalı. Artık iş hayatı tak etti. Kaç zamandır istifa etmeyi düşünüyorum zaten, ama bir türlü cesaret edemiyorum. Artık bir amacım var, özgürleri bulmalıyım, sistemin dışına çıkmayı başarabilmiş, sistemden daha çok kazanabileceği halde özgürlüğünü kazanmayı tercih etmiş insanları bulmalıyım.
Ertesi gün kafamı işe hiç veremiyorum. Götüm istafa etmeyi de yemiyor. Yarın söylerim diyorum. Dünyanın en güzel şeyi “yarın”. Yapmak istemediğimiz her işi “yarın” yapıyoruz. Toplantıya giriyoruz. Bölüm müdürü esip gürlüyor, hepinizin bildiği şeyler. Zart, zurt, cart curt. Yine bir sürü iş çıkartıyor. Benim hiç sikimde değil. Dalıp gidiyorum. Arada bana da iş kaktırmış farkında bile değilim.
“Raporun bitmesi gerekiyor” diyor.
Ve artık dayanamıyorum. “Müdür ben ayrılıyorum.”
Duraklıyor. “Ne? Ne ayrılması?”
“Ayrılıyorum işte. Siz başkasına verin o işi”
Adamın sinirleri yatışıyor bir anda. “Nerden çıktı bu şimdi ya? Dalga mı geçiyorsun?”
“Yoo ciddiyim, sıkıldım artık.”
Toplantıdan sonra, odasına çağırıyor. Babacan bir tavrı var. “Sıkıntın ne?” gibi standart sorular soruyor. Ulan yediden sekizden önce çıkamıyoruz işten, bilmiyormuş gibi neyi soruyorsun? “Artık çalışmak istemiyorum yoruldum” diyorum. Tabi o da eleman kaybetmek istemiyor, ama diretince çaresiz kalıyor.
Sabah insan kaynaklarından bir uzman çağırıyor beni. Ben işlemler için sanıyorum ama meğerse çıkış mülakatı yapacaklarmış. Ulan ayrılırken görüşeceğinize çalışırken görüşsenize.
“Sıkıldım çalışmaktan” diyorum. Biraz şaşırıyor.
“Şirketten mi sıkıldınız?”
“O da var da, başka yere gitsem de aynı. O kadarının farkındayım. İş hayatından sıkıldım. Birikmiş de biraz param var. İstanbul dışında ucuz sadece bir hayat kurmak istiyorum kendime.”
Şaşırıyor. Bakışıyoruz. Muhtemelen “daha iyi bir kariyer fırsatı için başka bir şirkete geçeceğim” tarzı bir cevap bekliyordu.
“Bir saniye” deyip, insan kaynakları müdürünün odasına gidiyor, az sonra tekrar gelip beni de çağırıyor. Müdür çok güler yüzle karşılıyor beni odasında. Onla da aynı muhabbet. Çaktırmamaya çalışıyor, ama o da şaşırıyor. Yav size ne amına koyyim? Verin çıkışımı gideyim işte. Yok! “genel müdürümüz Faruk Bey’le de görüştürelim” demez mi? Ulan ne mesele oldu be?
Yaklaşık dört bin civarında çalışanımız var, büyük bir şirketiz yani, genel müdür dediğin Allah gibi adam. Neyse çıkıyoruz yanına. Sert biri, kimse kolay kolay yaklaşamıyor yanına. Hele benim seviyemdekilerin adam için mause kadar değeri yok. İşten ayrıldığıma göre benim için sıradan biri olmalı, ama artık nasıl içime yerleştiyse yine de geriliyorum karşısında.
“Ne içersin diye soruyor?” Cevap vermiyorum, çünkü benle konuşuyor olamaz. Gözümün içine bakıyor. Harbiden bana sormuş. İşe bak Genel Müdür odasına çağırıp bana “ne içersin?” diye soruyor. Vay amına koyyim.
“Bir ıhlamurunuzu içerim” diyorum.
Hemen arıyor sekreteri, “Bir ıhlamur, bize de çay getir” diyor. Tam telefonu kapatacakcen “Ihlamurun yanında bir parça da limon getirsinler size zahmet, bir tane de karanfil atsınlar içine” diyorum.
Karanfilli, limonlu ıhlamurum gelince konuya giriyor Faruk Bey,
“Hayırdır Serhat işten ayrılıyormuşsun? Bir derdin bir sıkıntın mı var?”
Aynı hikayeyi ona da anlatıyorum, dördüncü oluyor bu? O da şaşırarak dinliyor.
“Ama amirlerin çok memnun senden” diyor.
Yapma ya? Keşke bana da haber verselermiş.
“Sağolsunlar Faruk Bey” diyorum.
“Biz seni aslında yakın zamanda müdür yapmayı düşünüyorduk” diyor.
Yuh! ağır gel. Bu sefer de ben şaşırıyorum. Hiç beklediğim bir şey değil. Ne denir ki şimdi buna? Ben düşünürken devam ediyor.
“Yani sorun paraysa, müdür olunca maaşın da yüzde otuz falan fark eder. Şirket arabası da vereceğiz” diyor.
Lan şimdi mi söylenir bu? Bunca zaman aklınız neredeydi? Ulan keşke karanfil ve limonu söylemeseydim.
Bir Faruk Bey’e, bir insan kaynakları müdürüne bakıyorum. İkisi de gülümsüyor. Yüzlerinde iyi bir şey yapıyor havası var. Kim kabul etmez ki bu teklifi? Şirketteki müdürleri düşünüyorum. Onlar da direktörlere bağlı. Kazancı güzel ama benim gördüğüm muamelenin hallicesini görüyorlar. Hayatımı bir müdür olarak geçirmek istiyor muyum? Hayır.
İşte tam o noktadayım. Daha çok kazanmak için, aynı sistemin parçası olmaya devam edecek miyim? Yoksa teklifi geri mi çevireceğim?
Hadi bakalım. Abi İstanbul çok kalabalık, İzmir’de yaşayacaksın geyiği çevirenler. Hanginiz bu teklifi reddeder? Benim tanıdığım hiç kimse “hayır” demez. Bunu ancak özgürler yapar. Peki ben neyim? Artistliğim buraya kadar mı?
“Allah razı olsun Faruk Bey, ben kutuma gitmek istiyorum.”
Baya ısrar ediyorlar. Ben bile o kadar beğenmiyorum kendimi. Başka adam mı kalmadı amına koyyim? Yok arkadaş yolumdan dönmeyeceğim. Ben de özgür bir insan olacağım. Geçit vermiyorum. Onlardan daha inatçı çıkıyorum. Neyse sonunda çıkış işlemlerini bitirip eve doğru yola çıkıyorum. Aceleci bir insanım, kafama koyduğumu hemen yapmak istiyorum. Eşyalarımı toplayıp, yarın Dalaman Havaalanı’na uçacağım. Yolda tanımadığım bir numara arıyor.
“Alo”
“Serhat Bey’le mi görüşüyorum?”
“Buyrun benim”
“Serhat Bey, ben Mind and Games şirketinden arıyorum. Bize yaptığınız iş başvurusuyla ilgili yarın görüşmek istiyoruz sizinle.”
Mind and Games, en çok çalışmak istediğim şirket. Amerikan firması, çalışma olanakları çok iyi. Tabi prestiji de. Orada çalışanların havasından geçilmez.
“Eee yalnız ben iki sene önce başvurmuştum, ret gelmişti”
“Tabi size başka pozisyonlar için özgeçmişinizi veri bankamızda saklayacağımızı da yazmış olmamız lazım.”
“Ha! Evet yazıyordu.”
“Tamam işte, yarın görüşmeye gelebilir misiniz?”
İşe bak ya, bendeki şansın amına koyyim. Diren Serhat.
“Teşekkür ederim, beni bu sefer pas geçin. Ama ben numaranızı telefonumun hafızasına kaydediyorum. İleride çalışmaya uygun olabileceğim durumlarda ben sizi ararım.”
“Ama pozisyon sizin için çok uygun görünüyor. Yani görüşme neredeyse formalite.”
Yapma ya? Böyle görüşmeye mi çağrılır anasını satayım? Hem de Mind and Games, en profesyonel bildiğimiz şirket. Ulan istifa ettim müdürlük teklif ettiler, daha eve varmadan hayalimdeki şirket iş görüşmesine çağırıyor. Bu nasıl iş ya? Mecbur düşünüyorum. Yok, artık hayalimi onlar değil, özgürlük süslüyor.
“Serhat Bey, orada mısınız?” diyor telefondaki.
“Buradayım, ama sizinle değilim.” İnşallah ileride pişman olmam.
Eve varınca hemen eşyalarımı topluyorum. Yarın gitmekten vaz geçtim, ilk uçakla kurtaracağım kendimi bu şehirden. İnternetten bilet almaya çalışıyorum, kredi kartı hatası veriyor. Bankayı arıyorum, müşteri hizmetlerine ulaşmak ne mümkün? Yaşasın kapitalizm, bu devirde kimin tek kredi kartı var.
Hay allah belasını versin! Bu sefer de yer kalmamış iyi mi? Başka havayollarına bakıyorum, orada da yer yok, öbüründe de yok. Son olarak, boyuna rötar yaptıkları için hiç uçmak istemediğim Özhan Havayolları’na bakıyorum. Ama kafaya koydum ya bir kere, gideceğim bugün. Çok şükür tam üç saat sonrasına bir yer buluyorum.
Uçuşa bir saat kala havaalanındayım. Tabi ya, “bir saat rotar var” diyor. Bir saat sonra, uçuş bilgi ekranı güncelleniyor. Hoppala iki saat daha rotar çakıyor. Hay sizin yapacağınız işin… Çaresiz bekleceğiz. Facebook vakit geçirmek için harika. Biri arkadaşlık isteği göndermiş. Bir kız. Tanımıyorum. Sayfasına giriyorum. Güzel kız. Ooo baya bildiğiniz karı lan bu. Hemen kabul et olum. Nereden bulduysa beni artık? İki dakika sonra mesaj geliyor hatundan.
“Merhaba, seni plazada görmüştüm de tanışmak istedim.”
Ulan uçağın rötar yaptığına sevineceğim hiç aklıma gelmezdi. Hatun konusunda fena değilim. Hemen başlıyorum muhabbete. Espriler, takılmalar, subliminal cinsel mesajlar derken konu geliyor görüşmeye. Bu gece dışarı çıkalım diyor. Saat yedi. Fotoğraflarına bakıyorum tekrar. İyi karı be. Hay bendeki şansa bak ya?
“Uçağım var” diyorum, “Yarın git” diyor.
“Çok istiyorsan sen gel Marmaris’e”
“Gelemem çalışıyorum.”
“Hah işte ben de çalışmıyorum.”
Bu şehir kesin kafama oynuyor benim. Gitme diyor bana resmen. Ama şimdi bu akşam kalırsam, belki yarın merakıma yenik düşer Mind and Games’i de ararım. Hazır gazı almışken, kendimi kurtarmalıyım. Elveda.
Mesajlaşırken en azından zaman geçiyor, ama buna sevinemeyeceğim. İiki saat daha rötar yiyoruz. Bugün şanslı mıyım, şansız mıyım karar veremiyorum.
Yolcular perişan ve gergin bir halde saatlerdir giriş bekliyoruz. Ordan kalkıp, oraya otururken bir adamla tanışıyorum. Takım kıyafetli, bond çantalı. Kendi şirket varmış, .ok kaliteli biri gibi duruyor, işleri de çok iyiymiş. Epey sohbet ediyoruz. Adam çok tutuyor beni. Her halinden belli.
“Benim de senin gibi birine ihtiyacım var.” Noktasına geliyor mu sohbet. “İyi para veririm.” diyor. “Sen bir işe başla ben seni gönderirim yine tatile dinlersin” diyor.
İstanbul sarıldı bana bırakmıyor. Ressamlar gibi, ben de istifa edince kıymete bindim amına koyyim. Nasıl oluyor bilmiyorum, ama hayatımın en ilginç günü olduğu kesin. İnadım tuttu ya bir kere, otomatik reddediyorum artık herşeyi.
Rötar üstüne rötar derken, sabahın sekizinde uçuş iptal oluyor en son. Bilet paralarımızı iade ediyorlar, o gün başka uçuş da ayarlayamayacaklarmış bize. Özür mü? Elbette ki özür diliyorlar. Gidiyorum başka firmalara bilet almaya.
“Dalaman’a ilk uçuşa bilet almak istiyorum.”
“Tabi efendim saat on uçağı var.”
“Tamam süper.”
“Bir saniye işlemlerinizi yapıyorum. Ödeme nasıl olacaktı?”
“Nakit”
“Kimliğinizi rica edebilir miyim?”
“Edersin.”
“Maalesef yer kalmamış beyfendi? Bugün bütün uçuşlar dolu görüyor.”
Hay sizin sisteminizin amına koyyim. Ulan yer olmadığı kimlik aşamasında mı ortaya çıkıyor?
Diğerlerine gidiyorum, onlar da dolu. İç Hatların ortasında dizlerimin üstüne çöküp bağırıyorum. “SAL BENİ İSTANBUL SAL”. Hemen havaalanı polis merkezine götürüyorlar beni. Bir kaç saat sonra salıyorlar.
Gidiyorum Esenler Otogarı’na. Uçakların aksine burada müşteri kapma yarışı var. Kendimi birine kazandırıyorum. Her aksiliğe hazırım artık. Çok şükür bir sıkıntı olmuyor.
Ve nihayet İstanbul sınırlarından çıkıyoruz. Geriye dönüp İstanbul’a hareket çekiyorum. Çok yorgunum. Otobüs durunca uyanıyorum. İstanbul’dan ayrılalı iki saat olmuş, ıssız bir yerdeyiz. Çevirme var. İçeri bir jandarma giriyor, herkesin kimliğini toplayıp iniyor. Biraz sonra geri geliyor, “Serhat Bey benimle aşşağı gelir misiniz?”. Kibar biri. İniyorum. Bir de omzunda tüfek var tabi.
“Ne oldu?” diyorum. Geçiştiriyorlar. Merkezden bilgi bekliyorlarmış. Jandarma aracının başında bekliyorum. Otobüs şoförü geliyor. “Yolcuları bekletemem” diyor komutana. “Tamam arkadaşın valizini ver sen devam et, bizim işlem uzun sürebilir ” diyor. Sinirlerim yanmış galiba artık, sinirlenemiyorum bile. Bir saat sonra komutan kimliğimi uzatıp “gidebilirsin” diyor.
“Öyle mi görünüyor?” diyorum.
“Evet isim benzerliği herhalde.”
“Yok onu demiyorum. Nasıl gideyim dağın başında çevirme yapmışsınız?”
“Az ileride mola yeri var oradan otobüse binersin.”
Az ileride dediği, iki saat yürüyorum. Mola yeri yolun karşı tarafında. Yine İstanbul yönüne geçiyorum iyi mi? Bir şeyler yedikten sonra, kapının önüne çıkıp sigara yakıyorum. İçeriden iki hatun çıkıyor, ateş istiyorlar benden. Yakıyorum. İkisi de taş gibi karı. Bir tanesi sırt çantama sonra bana bakıyor.
“Kampçı mısınız?” diye soruyor.
“Şu an değil.”
“Biz de kampçıyız” diyor. Sohbete başlıyoruz. Ayaküstü üç dört sigara içiyoruz kızlarla. Muhabbet hızlı ilerliyor. Hatun konusunda fena değilim desem de, Kazanova da değilim, ama kızların bana baştan çıkarıcı bakışlar attığına eminim. Özellikle ilk konuşan baya ince ince tebessüm ediyor. Her esprime gülüp “alemsin” diye elime dokunuyor, saçlarıyla oynuyor. “Bir kadının sizden hoşlandığını nasıl anlarsınız?” başlığının altındaki tüm maddeleri yapıyor. Nasıl buraya geldiğimi anlatıyorum, çok eğleniyoruz. İstanbul’da beraber yaşıyorlamış, istersen seni de götürelim diyorlar. Derler tabi, ben de bu şans varken derler. Ölümüne savunma yapıyorum, bu da gol olmuyor.
Yolun karşısına geçip otostop çekiyorum. Kamyoncu bir abi duruyor. İstanbul’a mal boşaltmış Muğla’ya dönüyormuş. İki saat kadar yol alıyoruz. Adamın telefonu çalıyor. Yüzü gülüyor. Telefonu kapatıyor. “Kardeş bana İstanbul’dan iş çıktı benim dönmem lazım. Vallahi senin kısmetine, hiç böyle döndüğüm olmamıştı. İstersen sen de gel ordan binersin yine otobüse.”
Donuklaşıyorum. Aslında geri dönerdim de, şimdi iki tane fıstık gibi karıya yok dedim, bir kamyoncuyla dönersem ileriki hayatımında hiç bir zaman anlatamam bunu kendime. İlk kavşakta iniyorum. Telefondan bakıyorum, harita da beş kilometre ileride dinlenme tesisi gösteriyor. Başlıyorum yürümeye. Biraz sonra bir araba duruyor yanımda. “İsterseniz götürebilirim” diyor.
“Yemin et”
Güler yüzlü bir adam, hemen atlıyorum arabaya. Yorgunluktan bitmiş haldeyim. “Nereye böyle?” diye soruyor.
“Marmaris”
“Şansa bak, ben de Marmaris’e gidiyorum? İstersen gelebilirsin” diyor.
“Kardeş Marmaris’e varınca beni uyandırırsın” deyip gözlerimi kapıyorum.
Harbiden bir uyandırıyor beni Marmaris’deyiz. Sarılıp öpesim geliyor. Sarılıp öpüyorum. İnanamıyorum başardım. Bulduğum ilk otele atıyorum kendimi.
Ertesi sabah plan yapıyorum kendime. Özgür bir insanı nerede bulabilirim? Böyle insanlar ya çalışmıyor olması lazım, ya da kendi keyfince ufak yerler işletiyorlardır muhtemelen. Mesela butik bir otel. Benim hayalim. Ya da teknesi olan biri. Şansımı butik otellerden yana deneyeceğim. Sessiz sakin yerlerde küçük işletmeler arıyorum. Sırt çantamı yüklenip, gün boyu geziyorum Marmaris sokaklarında. Gözüme güzel görünen bir kaç tanesine girip, muhabbet ediyorum sahipleriyle. Hiç biri benim aradığım kriterlere uymuyor. Kurcalayınca büyük hayalleri ortaya çıkıyor hemen. İlk günün sonunda elde var sıfır.
İkinci gün bir kaç denemenin ardından öğleden sonra bir tane daha görüyorum. Her tarafı çiçeklerle dolu, alt kısmı üç dört masalı bir bar, üst kısmı pansiyon. Yan tarafında geniş bir bahçe ve havuz var. Tam keyif yerine benziyor, sahibinin işini sevdiği kesin. Bahçe kısmına başka bir bina dikebilir ya da barı büyütebilir, ama yapmamış. Hırslı biri değil gibi duruyor. Bir adam çıkıyor pansiyondan. Tesadüfe bak. Kesin emin değilim ama beni Marmaris’e getiren adama benziyor.
Biraz daha yaklaşıyorum, tabelası görünüyor “Özgür Pansiyon.” Şaka mı lan bu? Dış kapıyı açıyorum. Bir barmen ve önünde iki adam var. Kahkahalar atıyorlar. Ben girince bir anda susup bana bakıyorlar. Barmen elini uzatıyor, pamuk eller cebe diyor. Adamlar yüzer lira veriyorlar. Sanki benim üzerime bahis oynamışlar hissine kapılıyorum.
Yanlarına gidiyorum. “Hoş geldiniz” diyor barmen. “Pansiyonun sahibi buralardaysa tanışmak isterim” diyorum. “Benim”. Şüpheli bakışlar atıyor bana. “Tebrikler çok keyifli bir yer yapmışsınız” diye sohbet açıyorum. Adı Barış. Adamda tuhaf bir hal olsa da sıcak kanlı konuşuyor. Üç beş kelam edince “abi yanlış anlamazsan sana bir şey sorabilir miyim?” diyorum.
“Sor tabi”
“Bu yan bahçeye baya büyük, oraya da bina dikip otel yapamaz mısın, imar durumu falan mı problemli”
“İmar da sıkıntı yok da ben istemiyorum, ne gereği var? Ben halimden memnunum.”
İşte bu! İşte bu! Adamımı buldum. Ne diyeceğimi bilemiyorum. Yüzüme aptal bir tebessüm gelmiş olmalı.
“Vay abicim ya seni bulmak için neler çektim biliyor musun?” diyorum. Heyecandan bağırıyorum.
“Hişşt sessiz, reklama gerek yok” diye susturuyor beni. Gülümsüyor.
“Biz de seni bekliyorduk.”
“Beni mi bekliyordunuz? Tanıyor musunuz beni?”
“Uzun süredir değil, istifa ettiğinden beri.” Ulan İstanbul’dan kurtulduk derken burada da mı kafamıza oynuyorlar amına koyyim.
“Nereden biliyorsunuz istifa ettiğimi?”
“İstifa ettikten sonra başına gelenleri anlatsana.”
Anlatıyorum herşeyi. Baya eğleniyorlar. Osura osura gülüyorlar. Gülünmeyecek gibi değil. “E yani?” diye soruyorum anlattıklarım bitince.
“Sence bu kadar şeyin peşpeşe olması tesadüf mü?” diye soruyor bu sefer.
Gerçekten bu kadarı tesadüf olabilir mi? Kitleniyorum. Beton gibi kalıyorum. Tipime bakıp daha çok gülüyorlar, kahkahaya doymuyor ibneler.
“Ne oluyor abi, taşşak mı geçiyorsunuz? Bir anlatın amına koyyim? ”
“Bak Serhatım, üçümüz de senin gibi hırslarımızın kölesi olmadan, hayatın keyfini çıkartmayı tercih etmiş insanlarız. Arif bilgisayar programcıydı, yazdığı programlardan para kazanır kazanmaz işi bıraktı, şimdi burada güzel bir evi teknesi var eline bilgisayarı bile almıyor neredeyse. İrfan üniversiteden hemen sonra şirket kurdu üç dört sene sonra iyi bir paraya sattı, o zamanlar dahi genç girişimdi diye haberleri bile çıktı. Ama o da çalışmak istemedi. Hatta bir kaç sene daha beklese şirketi üç dört katı değerine satacağını bile bile. Bu yer bana babamdan kaldı. Senin de tahmin ettiğin gibi, bu araziyi büyük bir otele versem milyonlar kazanırım. Ama bu halini seviyorum. Keyfine çalışıyorum. Hem satmaya kalksam bir sürü iş. O kadar adamla pazarlık yap bilmem ne? Uğraşamam. Şimdi sana bir soru tüm insanlar bizim gibi olsaydı insanlık, medeniyet nasıl olurdu?”
Ulan şerefsiz hiç bir soruma cevap vermeden, boyuna kendi soruyor. Ama öyle soruyor ki cevaplamadan edemiyor insan. Düşünüyorum. Herkes bizim gibi olsa nasıl olurdu? Yani kısaca herkes işi tadında bıraksa. Basit, medeniyet bu seviyeye gelmezdi. Büyük şirketler kurulmazdı, bu kadar icat yapılmazdı. Mesela Bill Gates Windows 3’ten sonra, Windows bilmem kaçı çıkartmaz, biz de hala o iğrenç işletim sistemini kullanıyor olurduk.
“Dediğini anladım da nereye bağlayacaksın?Ama gözünü seveyim bu sefer soru sorma bir cevap ver.”
Barış tebessüm ediyor, içkisinden bir yudum alıyor. “İnsanoğlu medeniyeti kurmaya başladığında karşısına ufak bir sorun çıktı. Bizim gibiler. Doğada korunma, üreme, beslenme ihtiyaçlarını güvenli bir şekilde karşıladıktan sonra daha fazlasına ihtiyaç duymayan insanlar. Farklı isimlerle anıldık tarih boyunca. Yetinenler, hırssızlar, özgürler… İşin doğrusunu söylemek gerekirse medeniyet hırslı genler üzerinde yükseldi. Bizler ise medeniyetin ilerlemesi ya da en azından hırslıların istediği hızda ilerlemesi için bir tehdittik. Ve böylece insanlığın kendisiyle olan en eski savaşı kaçınılmaz olarak başladı.
Bizler insanları köle gibi daha fazlası için çalışmamaya ikna etmeye çalıştıkça, hırslılar da bizimkiler üzerinde korkunç baskılara başladılar. Tarih içerisinde pek çok şeyle suçlandık. Köle gibi çalışmak istemediğimiz için tembellik, savaşmak istemediğimiz için vatan hainliği, hatta dinsizlik. Hakaretlere uğradık. Mesela “hırsız” kelimesi bizim gibileri aşağılamak için “hırssız” kelimesinden türetildi.
Tabi bizimkiler bir köşeye oturup durmadı. Konuşmalar yaptık, insanları bilinçlendirmeye çalıştık. Grevler, isyanlar başlattık. Savaş her iki taraf için de çok yıpratıcı olmaya başladı. Sonunda iki konsey insanlık tarihinin en eski ve en gizli anlaşmasını yaptı. Biz insanları kendi yanımıza çekmek için propoganda yapmayacak, onlar da bizim tarafa geçenler üzerindeki baskılarından vaz geçecekti.”
“Neden gizli abi?”
“Gizli olmazsa anlaşma amacına ulaşmaz ki. Anlaşma bilinse, o zaman herkes sorgulamaz mı bu ne diye? Amaç zaten insanların sorgulamasının önüne geçmek. Onlar insanların bizim gibi olmasını istemiyorlar. Sen keyfine göre istifa ettiğin zaman sistemi alarma geçirdin, seni engellemeye çalıştılar, ama işte sonuçta buradasın.”
Ne diyor lan bu? Manyak mı lan bu herifler.
“Kim abi onlar dediğin? Türk mü bunlar?”
Gülüyor. “Biz onlara “Zaafiyet” diyoruz. Onlar her milletten, dünyanın her yerindeler.”
“Yani kapitalistler mi?”
“Basit düşünme. Kapitalistler, hükumetler, bilim adamları. Herkesin sorgulamadan çalışacak insanlara intiyacı var. Mesela neden Nobel Ödülleri veriliyor. Bilim adamlarını takdir etmek için mi, yoksa insanları ödül almak için hırslandırma için mi?”
“Peki beni nereneden biliyorlar? Benle dertleri ne?”
“Telefonda arkadaşına derdini anlatmış olman bile yeterli. Ama genelde haber insan kaynaklarından çıkar.”
“Haaa doğru ya! Ben anlatınca insan kaynaklarındaki kız tuhaf tuhaf bakmıştı bana. Eee ne istiyorlar benden?”
“Örnek olmanı istemiyorlar. Karşına fırsatlar ve zorluklar çıkartıp, seni sistemin içerisinde tutmaya çalışıyorlar. Merak etme çoğumuz geçtik benzer sınavlardan.”
“Yani o kredi kartının hata vermesi, iş teklifleri, hatunlar… hepsi tezgah mıydı?”
“Bravo. Her yerde kaynakları var. ”
“İyi de diğer kartımı neden iptal etmediler mesela? Birincisi, kaynakları çok olabilir ama sınırsız değil. İkincisi çok dikkat çekmek istemezler. Bir kartın hata vermesi olabilir. Ama bütün kartların aynı anda hata verse, bu işte bir tuhaflık ararsın. Belki davalar açarsın. Bir yerlere şikayet edersin, iş büyür. Hem sonuçta bilet aldığın uçak da kalkmadı değil mi”
“İyi de abi bir kişi bu kadar önemli mi? O kadar masrafa, uğraşmaya değer mi?”
“Önemli tabi, dedim ya örnek teşkil etmesinden korkuyorlar. Hem ne masrafı olacak? Bütün dünyanın kaynaklarına sahipler.”
“Peki siz niye bir şey yapmıyorsunuz? Hani anlaşma vardı?”
“Bizim de işimize geliyor bu durum. Biliyorsun lafta kim istemez, çalışmadan yatayım. Ama hırs çok sinsidir. Kanser gibi, tek hücreden çoğalır. Onların çıkardığı bu zorluk, bizim için sınav yerine geçiyor. Gerçekten hırslarına karşı koyabilenler diretiyorlar, tıpkı senin gibi. Böylece biz de aramıza katılan kişilerin doğru kişiler olduğunu anlayabiliyoruz. Sadece çok zor durumlarda, iş artık tehlikeli boyutlara varabileceği zamanlarda müdehalemiz oluyor. Mesela seni Marmaris’e getiren adam gibi.”
“Haa evet o ya, doğru pansiyondan çıkarken gördüm onu.” Ulan vay be neler dönüyormuş amına koyyim. Şimdi taşlar yerine otuyuruyor. Hem başıma gelenler, hem de tüm dünyanın işleyişi. Devletler, dinler, ırklar üstü bir kurum. Çok mantıklı insanlığın ilerlemesini böyle sağlıyorlar. Tıpkı kraliçe arılar gibi.
“Eee şimdi ne olacak. Peşimi bıraktılar mı?”
“Bu saatten sonra pek bir şey yapmazlar artık. Ama bizim de son bir test yapmamız lazım.”
“Ne testi?”
“Gel benle” diyor, tuvalete götürüyor. Tuvaletin duvarına sistemetik bir şekilde dokunuyor, gizli bir kapı açılıyor. Merdivenlerle aşağıya iniyoruz, aşağıda da büyük çelik bir kapı var. Retina, parmak izi ve ses taramasından sonra o da açılıyor. Son derece teknolojik aletlerle donatılmış bir oda. Kocaman, MR cihazı gibi bir cihaz var.
“Psikolojik testleri geçtin, şimdi fiziksel testlerde yapmamız lazım” diyor.
“Ne gibi?”
“Kan testi, beyin taraması. Hırsın vücuduna şimdiye kadar verdiği zararı tespit etmemiz lazım. En önemlisi genlerin. İnsanların hırslı olmasına sebep olan çeşitli genler mevcut. Şimdilik senin için biraz teknik konular.”
Üç tüp kan alıyorlar. Sonra büyük cihaza giriyorum, yarım saat sonra çıkartıyorlar. Kafamda bir soru daha var.
“Barış abi bir şey daha soracam, peki sizin amacınız ne?”
“Biz de kendimiz gibi insanlarla beraber olmak istiyoruz. Aynı kafada insanlarla arkadaş olmak, evlenmek istiyoruz. Evde eşimiz sürekli şunu da alalım bunu da yapalım diye huzursuzluk çıkarmasın istiyoruz. Çocuklarımızı kendimiz gibi insanaların çocuklarıyla büyütmek istiyoruz. Diğer insanlarla sohbet ederken sen de hep bir rahatsızlık hissetmiyor musun? Herkes kendi gibi insanlarla birlikte olmak istemez mi, bizim de amacımız o. Senin de buraya gelme sebebin o değil mi? Kendin gibileri bulmak.”
“Anladım, doğru söylüyorsun. Peki şimdi ne olacak?”
“Eşyalarını buraya bırak, sonuçlar akşama çıkar. Gez dolaş akşama gelirsin.”
Çıkıyorum otelden. İçimdeki tuhaf duygular arasında çok mutlu ve hafif hissediyorum. Sahilde yürürken, altmış yaşlarında bir sokak ressamının yanından geçiyorum. “Resmini çizeyim mi?” diye soruyor.
“Ulan tam sırası” diye geçiriyorum içimden. Yani olumsuz anlamda değil, gerçekten de tam sırası. Eğer hayatta bir resmim olacaksa o kesinlikle tam şu andaki ruh halimle olmalı. Başlıyor çizmeye. Çok sohbet havamdayım. “Abi iyi para kazandırıyor mu resim çizmek?” diye soruyorum. “Çoook” diyor uzatarak. “Kiramı ödüyorum, aileme bakıyorum.” En önemlisi keyif alıyorum. Canım istediği zaman çalışıyorum. Daha ne olsun? Dalga geçer bir havası yok, ama “Çok”u vurgulayışından sanarsınız her sene bir ev alıyor.
“Sen ne kadar kazanıyorsun?” diye soruyor.
“Ben yeni işten ayrıldım.”
“Peki ne kadar kazanmak istiyorsun?”
“Öyle pek bir düşüncem yok. Birikmiş param var biraz. Bir de İstanbul’da evim var. Plan yapmadım.”
“Çoook” diyor. Bu sefer iyice uzatıyor.
“Nesi çok abi? Bir evimiz var dedik?”
“Adam olana çok”
Manyağa bak. Tuvalden yüzünü de göremiyorum ibnenim “Biz adam değil miyiz ressam baba?”
“Henüz değil.”
Anaaam. Felsefe yapacak bana. Hiç sevmem bu tipleri. Fakirim ama filozufum.
“Niye yaşım mı genç?”
“Hayır paran çok”
Deli lan bu, kısır döngüye bağladı enayi. Böyle tipler karşısında hemen savunmamı indirir, ne derlerse “haklısın” derim. Aynen onu da geçiştiriyorum.
“Özgür Pansiyon’da mı kalıyorsun?” diye sorunca, bir tikleniyorum.
“Nerden bildin?”
“Senin gibiler genelde orada kalır.”
“Benim gibiler derken?”
Tuvalin arkasından kafasını yana çıkartıp tek gözüyle bana bakıyor.
“Neyden bahsettiğimi biliyorsun.”
Anaam, aha bir trip daha başlıyor. “Sen kimsin, Zaafiyet’den misin yoksa?”
“Hayır ben Tatminkarlardanım”
Bir de bu çıktı. Sormazsam olmaz. “O ne oluyor, hangi taraf oluyor?”
“Bizler de Özgürlerdeniz, ama daha azla yetinmesini biliyoruz. Bizim Elitler gibi yatımız, pansiyonumuz yok. Yani derdimiz de yok, bizler günümüzü yaşıyoruz. Gerçek özgür insanlar gibi. Mal insanı köleleştirir. Gerçekten Özgür olmak istiyor musun?”
“İstiyorum.”
“Mallarından kurtul, ihtiyacı olanlarla paylaş, o zaman kaybetmekten korkacak bir şeyin kalmaz ve gerçek anlamda hırslarından arınmış olursun.”
İşe bak, bir de fraksiyonlar çıktı iyi mi? Olaylar iyice karmaşıklaşıyor. Doğru da söylüyor aslında. Gerçekten tamamen hırslarından arınmış bir insanın mal kaygısı olmamalı. Acaba “Malın mı var, derdin var” lafını tatminkarlardan biri mi söylemiş olabilir mi? Kafam karışıyor. Zehri attı adam içime resim çizmeye devam ediyor. “Bitti” deyince kendime geliyorum. Kalkıyorum bakıyorum resime, beni maymun gibi çizmiş. Ne demeye çalışmış diye düşünüyorum. Anlamıyorum. Resmi bana verip toparlanıyor. “Anlamı ne abi resimin?” diye soruyorum.
“Bir anlamı yok, ibneliğine” diyor sırıtarak. “Kararını verirsen beni buralarda bulabilirsin” deyip uzaklaşıyor. İbneliğineymiş, herkes bir havada amına koyyim. Bir süre yürüyorum, yorulunca denize karşı bir banka oturup manzaranın keyfini çıkartırken, ressamın dediklerini düşünüyorum. Ben de mi evi arabayı satsam acaba? O zaman daha mı özgür olurum?
Yanıma saçı sakalı birbirine karışmış bir adam oturuyor, evsiz tiplere benziyor. Kıyafetleri yırtık pırtık ama pis değil. Hatta hoş bir çiçek kokusu geliyor. Elinde bira var, bakıtığımı görünce bana uzatıyor “içer misin?”. Bir yudum alıyorum “sağol iyi geldi”. Gülümsüyor. Ulan şu cömertliği zenginlerde bulamıyorsun. Sessizce manzarayı izliyoruz. Tekrar uzatıyor birasını, bir yudum daha alıyorum. Ulan adamın da birasını içtik ya. “Abi iki dakika dur geliyorum ben.” Hemen gidip bakkaldan bira, cips, kuruyemiş falan alıp dönüyorum. Malzemeyi adamla ikimizin arasına koyuyorum. Gülüyor. Ben de duygulanıyorum. Oh be! Şimdi tam rahatlıyorum. Hiç konuşmuyoruz. Özgürlük duygusuna yavaş yavaş alışmaya başlıyorum. Ressamı bile unuttum.
“Ressamla tanışmışsın” diye soruyor. Bira boğzıma kaçıyor, öksürüyorum. Ressam, tabi ya, nasıl unutabilirim ki? Rüyada mıyım lan yoksa? Öyleyse, nerede rüya görmeye başladım ki? Mesela Marmaris’e ulaştığım ilk gecede mi uyuyorum? Yoksa daha hiç istifa bile mi etmedim, ya da hala otobüste miyim? Ona kalırsa belki hala üniversite de ilk esrar içtiğim zamanda tripteyim. Yok lan ne rüyası? Ben böyle işin amına koyayım. Delirtecekler lan bunlar beni. Tırsıyorum birşey diyemiyorum. Yağmurda ıslanmış enik gibi ürkek bakıyorum adama.
“Yine Elitler’in mallarına laf söyledi değil mi?” diyor. “Evet” diyorum kısık sesle. Gülümsüyor. “Hep aynı laflar. Kendilerinin de ne kadar çok malı olduğunun farkında değiller. Belki arabaları yok, ama televizyonları, koltukları bir sürü ev eşyaları var. Bir de kendilerine Taminkarlar diyorlar.”
“Sen kimsin abi?”
“Hiç kimse”
Aha geliyor felsefe. Le le le Sakine, bak geliyor makine. Tırlatcam artık, ama sormassam olmaz.
“Nasıl hiç kimse abi?”
“Kimler var bu dünyada? İşçiler, bilim adamları, patronlar, sporcular, iş adamları, mühendisler, avukatlar, çöpçüler, hatta dilenciler… Az, çok önemli değil, bir şekilde mal ve ünvan sahibi olanlar. İnsanlar sahip oldukları şeye göre tanımlıyoruz. Benim ise hiçbir şeyim yok. Yani ben hiçkimseyim.”
“Ne oluyor hiçkimse olunca?”
“Hayatın her anının keyfini çıkartabiliyorum. Kaybetmekten korktuğum bir şey yok. Yarın ne yapacağım diye endişem yok. Korku ve endişe özgürlüğün en büyük düşmanları. Mal esareti getiriyor. Ruhunla gerçekten başbaşa kalmak istiyorsan, medeniyetin sana verdiklerinde vazgeçmelisin. Tıpkı doğadaki insan dışında diğer tüm canlılar gibi. Zafiyet neden sürekli yeni şeyler üretilmesini istiyor, çünkü insaları ancak bu şekilde köle gibi çalıştırabiliyorlar. İnsanlar yaşamın değil, sahip olmanın peşinden gidiyor ve hayatın gerçekten bize neler sunduğununun farkında olmuyor. Malı olan biri asla kendisi ve doğayla başbaşa kalamaz. ”
“Senin hiç malın oldu mu ki?”
Küçümseyerek bakıyor.
“Elbette. Ailem çok zengindi, hırslı bir anne babanın çocuğuydum. Üniversitede gerçekleri görüp evi terk ettim.”
“Sen Tatminkarlardan değilsen, hangi gruptan oluyorsun.”
“Bize Arınmışlar” derler.
Elitler, Tatminkarlar şimdi de Arınmışlar. Bakalım daha ne çıkacak?
“İyi de abi yemek falan işini nasıl yapıyorsunuz?”
“Doğada arayan için hala yemek çok. Balık tutabilirsin, ormanda bir sürü meyva ağacı var, hatta tarım bile yapabilirsin, bal arıları var. Fırsat çok”
“Peki abi bu işin hastalığı falan var.”
“Evet doğu zenginler bizden geç ölüyor. Ama biz onlardan daha çok yaşıyoruz.”
“Yani sen şimdi gerçek huzuru bulmak için bana herşeyden vazgeç gel beraber sokaklarda takılalım mı diyorsun?”
“Ha! Ha! Aynen öyle evlat. Ne kadar taşşaklısın görelim bakalım.”
Kafam iyice çorba olmuş şekilde adamın yanından ayrılıyorum. Önüme bir çocuğun topu yuvarlanıyor. Var gücümle gelişine abanıyorum. Bebe ağlamaya başlıyor.
Hava kararınca pansiyona geri dönüyorum. Barış yine barda. Karşısına oturuyorum. Psikolojik yorgunum. Kurnaz kurnaz sırıtıyor. “Günün nasıl geçti ?” diye soruyor. Herşeyin farkında belli. Bu sefer de ben soruya soruyla karşılık veriyorum. “Sonuçlar nasıl çıktı?”
“Tahmin ettiğimiz gibi. Bizimlesin”
“Peki ne olacak şimdi?”
“Bilmem kararı sen vereceksin.”
Elbette başka ne olabilir ki? Aklımda son bir soru var. “Abi pansiyona ilk girdiğimde aranızda sanki benim üstüme bahis oynamışsınız hissine kapıldım?”
“Haa o mu? Senin gibi ilkler bizleri farklı yerde ararlar. Kimileri tekne sahiplerine gideler, kimleri yazlığında keyif yapan adamlara giderler. Biz de sen nereye geleceksin diye üzerine bahis oynamıştık.”
Bir cevap yazın