Baban ölecek diyorum (içimden). Bu kadar gülme. Çünkü bir hafta önce mi neydi, rüyamda gördüm ben babanın öldüğünü. Bir ölünün ceketini tutuyordu sonra giyiyordu onu. Üstüne tam oturuyordu hatta kolları, omuzları… Terziye gerek bile yok diyordum ben de rüyada (içimden). Ama sen bilmiyorsun çünkü ben sana hiç söylemedim bu rüyayı gördüğümü. Üzülme diye, üzülürsün diye (belki üzülürsün diye). Belki de üzülmezdin çünkü iki kere mi bahsettin babandan hayatın boyunca ve ben onu bir kere gördüm sadece. Öyle soluk, öyle sarı benizli idi. Kedi pisliğinden geçilmiyordu dairesi, mutfak tezgâhı kararmıştı, tüplüydü hala televizyonu. Kötü bakmıştı bana baban, hayatında gördüğü bilemedin üçüncü insanmışım gibi, kuşkulu, öfkeli, her an yakama yapışmaya hazır. Ben de ürkmüştüm, dışarıda beklemiştim seni. Çıkınca sen utanmıştın babanın nasıl bir pislikte yaşadığını görmemden ve bu yüzden bir daha konusunu açmadın sanmıştım ben de ama bütün yüzeyselliğimle “ben” düşünmüştüm bunu. Utanmanın yürekten olduğu, yürekten gelen her şeyin doğru olduğu öğretilmişti çünkü bana ama belki de o kedi pisliklerinin içinde yaşayan adam başka türlüsünü öğretmişti sana hatta belki öğretmemişti bile hiçbir şey. Benden değil kendinden utanmıştın belki ya da utanmamıştın hiçbir şeyden ve hiç kimseden. Sadece sağ ayakkabın vuruyordu biraz, o sıkmıştı canını ve ben hiçbir şey bilmeden pek çok şey düşünmüştüm senin hakkında. Öte yandan insan bilmese de babasının öleceğini, gülesi tutar mı hiç hele üç senedir doğru düzgün gülmemişken şimdi ağzı beş karış açık, kahverengi düğmeler gibi gözleri …
Ben babanı görmeye bir kere daha gittim senden sonra. Üç ay geçmişti üstünden ama o dairenin kokusu burnumdaydı hala. Üzerine çok düşünülmüş eylemsizlikleriyle bir adam barındırıyordu bu daire, yalnız bir adamı. Öyle ki kocası bile anlamasın kızı ona üzüldüğünden mi buruşturdu yüzünü yoksa ayakkabısı vurduğundan mı ! Ben, babanı görmeye bir kere daha gittim senden sonra. Kar yağıyordu, Şubat’ın on ikisi. Tüm gece içimde yüksele yüksele, kabara kabara büyüyen bir duygu, beni öğle üzeri sokağa atmıştı. Babanın sokağının köşesine gelene kadar köpürmüştü bu duygu, sonrasında çekilmişti. Kapıya vurduğumda hala kımıl kımıl bir şeydi ama sakindi. Parmaklarımın ucuyla çaldım önce babanın kapısını. Bekledim. Baban, kapının arkasındaydı biliyordum. Hafif hırıltılı nefesini duyuyordum. Gitgide sertleşti çalmalarım. Dürbünde belli belirsiz bir karaltı beni görüyordu. Beni izliyordu biliyorum o maun, hantal kapının arkasından. Tıklatma oldu, yumruk oldu, tekme oldu çalmalarım. Baban öylece duruyordu kapının arkasında. Tekmelerimden ürkmeden, gözü dürbünde, benim onun orada olduğunu bildiğimi de bilerek. Nefesini tutmaya bile zahmet etmeden, hırıltı çıkarmamaya… Beni inkâr ederek yani belki seni ettiği gibi zamanında (hiçbir şey bilmeden senin hakkında yorum yapıyorum yine). Tam tamına otuz iki dakikanın sonunda pes ettim ben de. Apartmandan çıktım, kaydım düştüm buzlu kaldırımın üzerine. Eve geldim, sana da hiçbir şey söylemedim. Sonraları bu huzursuz edici düşünce de seyrelmeye başladı bende. Unuttuğum, günlerce hiç düşünmediğim oluyordu babanı. Gitgide de silindi gitti bu anlam veremediğim merak, bu huzursuzluk ve …
Telefonun çalıyor. Sarsılmış görüyorum seni. Beklediğimden daha sarsılmış çünkü ummazdım senden sekiz senedir adını taş çatlasın üç kere andığın adamı baban dahi olsa…
“Babam kalp krizi geçirmiş” diyorsun telefonu kapatıp salondaki misafir kalabalığına. Gülüşün çarpılmış ama tutunmayı başarmış bir şekilde ruj lekesi gibi ağzının kenarına. “Bir hafta önce geçirmiş ama kimsenin haberi yokmuş. En son kapıcı şüphelenmiş de çilingir çağırmış, açtırmış kapıyı.”
Bir cevap yazın