Büyük şirketlerin, kurumsal firmaların, hem personeli motive etmek, hem medyaya ne kadar düşünceli olduklarını göstermek, hem de sağa sola, çokça da rakiplerine caka satmak amacıyla bütün çalışanlarının katıldığı organizasyonlar düzenlemesi adettendir. Böylesi gecelerde, sırf görüntüde olsa bile, astlarla üstler birbirlerine karışır, yan yana oturur, sohbet edip yemek yer. Yoksa benim gibi üniversiteden yeni mezun olmuş, kariyer basamaklarının henüz ilkinde olan birisinin koskoca şirket sahibiyle aynı masada bulunması hayal dahi edilemez. Sosyal ilişkiler konusunda becerikli insanlar, bu tür rastlantıları rahatlıkla fırsata çevirebilir, büyük başların gözüne girip kendilerini kabul ettirebilirler. Ama o gece, ben, bunu karşıma çıkan bir şans, altın tepside sunulan ödül gibi algılamamıştım. Çünkü kendimi iyi tanıyordum. Henüz, üniversite öğrencilerinin genelinin sahip olduğu ruh halinden kurtulamamış, geyik muhabbeti denen ve insana gün yüzü göstermeyen tehlikeli canavarı öldürememiştim. Bu canavar ki, olmadık yerlerde, olmadık zamanlarda ortaya çıkıyor, beni, karşımda bulunanlar için güvenilmez, yılışık, iş bilmez kılıyordu. Alkolün su gibi aktığı ortamlarda onun ortaya çıkmaması, beni rezil etmemesi mümkün mü? Değil. Üçüncü dubleden sonra dilim çözülünce bol küfürlü hikâyeler, açık saçık fıkralar anlatmaya; beşincide oturduğum sandalyeye sığamamaya; yedincide ise salonun ortasındaki pistte, kravatım başımda bağlı oynamaya, gerdan kırmaya, hatta yerlerde yuvarlanmaya başladım. Bağırdım, çağırdım, kustum…
Ertesi gün, “Çıkardığım rezaletten sonra kesin kovulurum” düşüncesinin verdiği rahatlıkla işe geç gittiğimde, sekreterin “İsmail bey seninle görüşmek istiyor” demesi üzerine nasıl şaşırdığımı anlatamam. Departman şefi, insan kaynakları yöneticisi ya da genel müdür değildi beni görmek isteyen, İsmail beydi. O İsmail Bey ki, koskoca şirketler gurubunun sahibi, serveti ve şatafatlı yaşantısıyla hep ülke gündeminde olan, siyasi ilişkileri, özellikle rakiplerine karşı uyguladığı entrika dolu hamleleriyle korkulan, çekinilen insan, insan demek az kalır, eski dönem uygarlıklarındaki tanrılar gibiydi. Nasıl Odin Asgard’da, Zeus Olimpos’ta yaşıyorsa, İsmail bey de çalıştığım plazanın en üst katındaki özel dairesinde kalıyordu. Biz çalışanlar, yani tabiri caizse alt seviyedeki insanlarca, şimdiye kadar görülmemiş, ama günlük konuşmalarımızda çokça yer bulan, dedikodusu yapılan, bilinmezliğin verdiği gizemle filmlerde acayip zevkleri olan kontların, prenslerin yaşadığı şatolara ya da hayaletli köşklere benzetilen bu yerin kapıları acaba bana hangi işkenceleri çektirmek için açılacaktı. Ben dün gece nasıl bir suç işlemiştim de cezamı bizzat İsmail Bey vermek istemişti. Ne yapmıştım? Bilmiyor, hatırlamıyor, dahası korkuyordum.
Sonunda, biz küçük insanlar için, mısır piramitlerinden, nazka çizgilerinden, kuzey ışıklarından, hatta evrenin kendisinden daha gizemli olan mekânın kapısı açıldı… İçeri girdim. İsmail Bey beni ayakta karşıladı ve tüm güler yüzüyle “Gel evladım” dedi, “otur şöyle.” Bazı kelimeler vardır ki, kim tarafından söylendiği önemli olmakla birlikte, çok tesirli iksirler gibi, insanı birdenbire sakinleştirir, korkularından, kaygılarından arınmış kılar. İsmail Bey “Evladım” deyince, ben de rahatladım, sakinleştim… Öyle ki “neden?” sorusu bile aklıma gelmedi. “Neden bana evladım dedi?”
Oturdum. Neyse ki merakım fazla uzun sürmeden İsmail Bey konuya girdi. Zaten İsmail Bey ve onun gibileri zamanlarını çar çur etmeden, kısa yoldan hallederler işlerini.
“Şu adamın hikâyesini bir daha anlatsana” dedi.
“Hangi adam efendim?”
“Hani var ya canım, sizin köyde yaşıyormuş, Kem Göz Ahmet’miş ismi.”
Önce ne demek istediğini anlayamadım, kafamda parçaları toparlayamadım daha doğrusu. Evet, çocukluğumun geçtiği köyde Kem Göz Ahmet diye birisi vardı. İnsanlara nazar değdirdiğine, bir bakışıyla ocaklar söndürdüğüne inanılan, yolda yürürken, tıpkı kovboy filmlerinde olduğu gibi insanların köşe bucak kaçtığı, annelerin, sırf o görmesin diye çocuklarını evden dışarıya çıkartmadığı, modern insan tanımlamasıyla süpersonik güçlere sahip olduğu rivayet edilen, güçleriyle doğru orantılı bir lakaba sahip Kem Göz Ahmet diye birisini tanıyordum. Hatta köylülerce anlatılır; Adamın birisi atıyla geziniyormuş; at, yerinde duramayan, hırçın, yağız hayvanmış. Bizim Ahmet atı görünce “Vay vay vay… Şuna bak” demiş, “küheylan mübarek”. Hemen ardından atın ayağı burkulmuş, sakatlanmış hayvancağız, vurmuşlar sonra… Yine Ahmet, çeşmenin başında bir kız görmüş; sarı uzun saçları varmış kızın, “Saçlara bak be” demiş “ ne de güzel”. Kızın saçları, oracıkta dökülmeye başlamış, hem de topak topak. Aradan çok geçmemiş, kıza “Kel Fatma” demeye başlamışlar. En çok anlatılanı ise; Az öncesinde kirazını yediği ağaca bakıp “Bu meyveler de çok tatlıymış” demesinin ardından ağacın kurumasıymış. Hem de tamamen…
Peki, İsmail Bey onu nereden tanıyordu? “Tabi ya” dedim kendi kendime. “Kesin dün akşam zırvalarken bundan da bahsettim.” İsmail Bey gibi adamları gereksiz sorularla meşgul edemezsiniz. Ben ise hangi sorunun gerekli hangisinin gereksiz olduğunu idrak edecek kapasitede değildim. O nedenle “Neden merak ediyorsunuz?” demedim, diyemedim. Tekrar anlattım Kem Göz Ahmet’i. Bildiğim, duyduğum, gördüğüm bütün yönleriyle anlattım. Ben konuşurken İsmail Bey’in gözleri kısılıyor, suratına inceden, sinsi bir gülümseme yerleşiyor, elleri, heyecanını gizleyemeyen insanların bütününde olduğu gibi, ne yapacağını bilemez halde kâh masanın üstündeki bibloları düzeltiyor, kâh kalemleri alıp çeviriyor, kâh kravatına, gömleğine, ceketinin ceplerine gidip geliyordu.
“Hemen o adamı buraya getir” dedi, “bu gün.”
“Ama efendim, bir günde nasıl gidip gelebilirim. Hem nasıl…”
Sözümü keserek: “Helikopterimle tabi ki” diye cevapladı.
Fi tarihinde, daha ben doğmadan, Almanya’ya çalışmaya giden amcamın oğlu, yıllar sonra köyüne Mercedes araba ile gelmiş. Hala anlatılır. Ben bile, o arabanın modelini, rengini, toprak yollarda nasıl süzüle süzüle ilerlediğini bilirim. Kıçı kırık bir Mercedes, tam otuz yıl bizimkilerin gündemini meşgul edebiliyorsa, köy meydanına inen helikopterin yaratacağı etkiyi varın siz düşünün. Ben düşündüm.
“Emredesiniz İsmail Bey” dedim.
Helikopter meydana indi. Köylüler şaşkındılar. Hele bir de beni, hemşerilerini, üstelik pervanelerin kaldırdığı toz toprak içerisinde, yani tam da filmlere yakışır bir dekorda gördüklerinde şaşkınlıkları daha da arttı. Ne diyeceklerini bilemediler. Evet, ben yabancı değildim, ama kim bana, daha öncesinde kolaylıkla yaptıkları gibi “naber len” diyebilirdi ki. Kim şakalaşa bilir, haddini aşan sözler söyleyebilirdi? Babam, sanki öz evladı değilmişim gibi, sanki beni büyüten, okutan o değilmiş gibi temkinli yaklaştı bana. Annem de öyle. Bozuntuya vermedim, hoşuma gitmişti… Hatta yeni rolüme öylesine kaptırmıştım ki kendimi, Muhtar’a “çabuk Kem Göz Ahmet’i bul bana” diye seslendim. Paşanın yaverine, müdürlerimin bana bağırdığı gibi… İnsanoğlu nasıl da değişiveriyor hemen. Kem Göz Ahmet’i getirdiler. Adamcağız da şaşkın haliyle… “Benimle geliyorsun” dedim. İtiraz edecek gibi oldu ama elimdeki tomarla parayı görünce kabul etti. Tembihlendiği gibi gözlerini bağladık ve yola çıktık. Helikopter bizim plazanın çatısına indiğinde İsmail Bey’de oradaydı…
Tam da kendinden beklenileceği gibi vakit geçirmeden konuya girdi; “Bak” dedi Ahmet’e, “şuraya bak” ve ileride duran, rakip şirkete ait, bizimkinden daha modern, daha görkemli binasını gösterdi. “Ne kadarda büyük değil mi?” İşte o an anladım, İsmail Bey, iş dünyasındaki hasımlarını bu yolla dize getirmek istiyordu. Karşısındakini ne pahasına olursa olsun yok etmek isteyen, bu uğurda akla hayale gelmeyecek yöntemleri deneyen; sözde güçlü, kudretli, ama an itibarı ile gözümde pis bir parazit, insanların kanını emen sülüklerden farksız İsmail Bey, sadece alkolün bol tüketildiği bir gecede, üstelik benim gibi birisinin anlattığı hikâyeden medet umarak akla hayale sığmayan, sığamayan davranışta bulunuyordu. Kimin aklına gelir? Rakipleri ile mücadelede hangi manyak böylesi taktikleri kullanır. İnsan batıl inançlara bel bağlayacak kadar küçülebilir mi? Karşıdaki binayı ballandıra ballandıra anlatıyordu İsmail Bey. “Bu binanın var ya” diyordu, “eşi benzeri yok Türkiye’de.” “Hem biliyor musun, o binanın sahibinde bunun gibi üç tane daha var. Hepsi de böyle kocaman. Bak, birisi şu karşıda duruyor, öteki de…” eliyle uzak bir noktayı göstererek, “şu ilerideki, bak bak…”
Ahmet gülümseyerek İsmail Bey’e döndü.
“Maşallah abi” dedi… “Sende de ne göz varmış.”
BİR ŞİRKET KOMEDİSİ -Çağdaş TURAN
Son Yorumlar
- SESSİZ ÇIĞLIK PERDESİ:BİR AVAZDA-ENGİN DAL(SESLENEN ADAM) için Songül
- SESSİZ ÇIĞLIK PERDESİ:BİR AVAZDA-ENGİN DAL(SESLENEN ADAM) için Suzan Tokmak
- SESSİZ ÇIĞLIK PERDESİ:BİR AVAZDA-ENGİN DAL(SESLENEN ADAM) için Ceren
- SESSİZ ÇIĞLIK PERDESİ:BİR AVAZDA-ENGİN DAL(SESLENEN ADAM) için Latife
- SESSİZ ÇIĞLIK PERDESİ:BİR AVAZDA-ENGİN DAL(SESLENEN ADAM) için Hazal
En Çok Okunanlar
Son Yorumlar
- SESSİZ ÇIĞLIK PERDESİ:BİR AVAZDA-ENGİN DAL(SESLENEN ADAM) için Songül
- SESSİZ ÇIĞLIK PERDESİ:BİR AVAZDA-ENGİN DAL(SESLENEN ADAM) için Suzan Tokmak
- SESSİZ ÇIĞLIK PERDESİ:BİR AVAZDA-ENGİN DAL(SESLENEN ADAM) için Ceren
- SESSİZ ÇIĞLIK PERDESİ:BİR AVAZDA-ENGİN DAL(SESLENEN ADAM) için Latife
- SESSİZ ÇIĞLIK PERDESİ:BİR AVAZDA-ENGİN DAL(SESLENEN ADAM) için Hazal
Bir cevap yazın