Kavruk geçen bir yaz günü, sabahı
güneş ısısı iyice hissedilsin diye, öncesi etraf buz keserdi. Soğuk, ölü bir el gibi dokunmuş,
o vakit uyanmıştım.
Hava yeşilceydi, daha tan vakti bile değildi. Uykulu gözlerle manzarayı izledim, sonra odaya geçip koltuğa serildim. Bir kaç saat sonra çayda şekeri karıştıran kaşık sesine uyandım. Bir iki gerinip lavaboya yollandım. Çeşmeyi açıp soğukluğu elimle kabul görünce, bir kaç avuç su yüzüme çarptım. Yüzümü kurulayıp banyodan çıktım. Giyinip sofraya kuruldum; iki zeytin, bir dilim peynir, reçel, arada çaya batırıp yediğim ekmekle kahvaltı faslı bitti. Saçımın çok uzadığını annem yine tekrar etti.
-Hem okul da açılacak saçı çok uzun.
Benim şikayetim yoktu. Babam, saçımın uzadığına ikna olduğundan mı, anneme dayanamadığından mı bilmem. Elini daldırdığı pantolon cebinden, bir kaç yüzlük çıkarıp bana uzattı.
-Traştan sonra gelip yıkan, üstünü değiş, yine çıkarsın. Tamam mı oğlum?
-Tamam baba.
Babam, süründüğü tütün temalı kokuyu bir süre bizimle bırakıp dükkana gitti. Çeyrek saat sonra da ben çıktım.
Merdivenler, kedi sidiği kokuyordu… Burun kanallarımı kapayıp, basamakları hızlıca indim. Binadan çıkınca sokakta ağır ağır ilerledim. Küme küme olmuş çocuklar oyun oynuyordu; sporcu kartları, misket, gazoz kapağı, dura ilerleye sokağı bitirdim. Cadde başında bir pastane vardı, girmeden edemedim. Param eksilse de, o paraya traş edeni bulurum dedim.
-Kolay gelsin,
-Sağol.
-Bir külah kakolu versene.
Bir bardak bulanık suda bekleyen kaşığı kavrayıp dolaba eğildi. Yapay bir çiçeği andıran dizili külahlardan birini çekti. Kaşığa aldığı dondurmaları bir kaç kez üst üste bindirdi…
Temiz bir müesese olduğu hissini versin diye;
Beyazdı duvarın rengi, camekanda dökme kuru pasta ve tatlı tepsileri bazen elma şekeri teşhir edilirdi…
Bisiklet sahibi değilseniz; binmek için kiralamanız gerekirdi. Turluk, çeyrek, yarım, tam saat ve günlük gibi…
-Buralar da bisiklet kiralayabileceğim bir yer varmı?
-İki yer var; biri pazar yakınlarında, diğeri Saraykapı’ya girmeden sol tarafta… Sen sol taraftakine git, orası daha yakın.
Fıstık tozuna iki defa dokundurduğu dondurmayı uzattı, külahından kavrayıp aldım.
-Sağol, hayırlı işler.
-Güle güle, afiyet olsun.
Pastaneden çıktım. Dondurmayı yiye yiye salık verdiği bisikletçi tarifine doğru seğirttim.
Evden bozma, boyasız, kapkaranlık
köşelere dizilen bisiklet parçaları, duvara dizili alet, edevatın oluşturduğu ışık yansımasından küçük bir yer olduğu belliydi.
Sur dibinde, tek bir arabanın geçmediği asfaltta çocuklar bisikletle fır dönüp zillerini öttürüyordu.
Bir şeylerle uğraşan dükkan sahibine;
-Kolay gelsin.
Kemikli yüzünde kasları, makine çarkları gibi çalışıp bir gülücük oluşuverdi.
-Buyur?
-Turu ne kadar?
-Elli kuruş.
-Tamam.
-Bak şu direğe gidip gelirsin. Bisikleti düşürüp kırar ya da bir yerine zarar verirsen, ödersin. Kabul ediyorsan seç birini…
Zaten ilk binişim. Böyle peşin hükümlü oluşu, heyecan ve korkumu besledi. Çoğu, kendi imalatı olan tek sıra dizili bisikletler, camdan yapılmış gibi göründü gözüme. Bir üç tekerli vardı. Tek başına köşede,
herhalde ilk yapılan bisikletti.
Hiç estetik yoktu. Bir yere çarpsan da, düşsen de bir bok olmayacağı kesindi…
Alıp bindim. Yol, aşağı doğru biraz eğimli olduğu için ilk etapta pedallara basmak yersizdi. Eğim bitince işkence başladı…
-Lan şimdi geri götürsem ne paramı ne de bisikletlerden başkasını verir… Hem belki “sen yapmışsındır” diye, beni suçlar. Kimse tercih etmediği için bakımı yapılmamış, yağsızlıktan, zincir araları toz püsür dolmuş pedale tüm gücümle bassam da, anca yarı pedal çeviriliyor, geri toplayıp tekrar pedal çeviriyordum.
Bu arada direksiyon da bir sağa bir sola dönüyor bisikletin kalanıda o yöne ilerliyor…
Anlayacağınız, pek bir yere gidemiyordum.
Milyon yıl sonra direğe varıp döndüm.
-Bu le – le di daha lo – losu var, dedim.
Yolu yarılamıştım ki iki çocuk;
-Ya nerdesin sen? Turu saatte bitiriyorsun.
Ben üstündeyken ittiler. Dükkana yetişince bisikletçi;
-Sen sürmeyi bilmiyorsun.
-Tabi ya ne demezsin. Kendin denesene… Tospağadan hızlı gidip gelirsen, tüm paramı sana veririm.
Kırmızı, ince tekerli olanı alıp gitmeye yeltendi.
-Yemezler, üç tekerle gideceksin.
Madara olmayı gözü yemedi…
-Tamam, hade kolay gelsin.
-Başım üstüne, gene bekleriz…
-Çok beklersin, dedim içimden…
Karşıda haşlanmış mısır satan iki mısırcı, mısırları koçanlarından ayırıp tencereye atıyordu. Bakkaldan sarı gazoz alıp, mısırcıları ve bisiklet süren çocukları seyrederken bitirdim.
Şişeyi kasaya atıp berbere doğru ilerledim. Cadde üzerinde altı tane berber vardı. İnceden kırptırıp, enseyi ve favorilerimi düzeltecektim.
-Traş ne kadar?
Üstüme başıma bakıp, cebimde kalan paranın üstünde bir fiyat verdi…
Param eksikti. Cebimdeki paraya da razı gelmedi.
Berberin birinden bir diğerine girip çıkıyordum.
Eve gidip eksiği annemden istemeyi de kendime yediremiyordum.
İşte; bu parayı sana traş olasın diye verdik türevi gazel okuyacaktı eminim…
Sonunda bir berber kabul etti.
-Üstünün başının durumu, paranın bu kadar olduğunu yalanlıyor ama geç, hoş geldin.
-Hoş bulduk.
Deri koltuğa zıplayıp kuruldum.
Duvara çakılı ustalık belgesi ve bir gençlik resmi, sandalyeler arasında bir katalitik soba, saksıda iki salon çiçeği, mermer sehpanın üzerinde iki tane kolonya dolum makinesi; biri limon, biri tütün.
İki koltuk traş için, tam karşısında ayna… Duvara tutturulan tahta parçaları üzerinde dekor amaçlı bitmiş eski parfüm ve deodorant şişeleri, tezgahta makaslar, taraklar, lavabo kenarında fırça ve sabunluklar…
Alt çekmeceden üzeri bir dolu sigara yanığı bulunan peşkülü üzerime serip boynuma duvarda duran mıknatıs parçasına yapışık çengelli iğne ile sabitledi.
-Öğrenci traşı mı?
-Yok.
-Okula gitmiyor musun?
-Gideceğim ama, sadece etrafını bir parmak kazı…
Üstlerin kabasını alıp ense ve favoriyi düzelt. Önün uzunluğunu da az kısalt yeter.
-O kadar uğraşamam. Hem paranda eksik, bana bırak sen.
Saçımı tamamen kazımadan bildiği en güzel traş stillerini işledi. Her seferinde de başımı sağa sola çevirip, yaptığı traşı gösterdi. Ben her seferinde; tamam böyle kalsın diyorum,
dur daha bitmedi…
Çok güzel olacak… Merak etme diye üsteledi…
Peşkülü iyi bağlamadığı yerden ve sigara yanığı deliklerinden kesilen saçlarım, içeri sızmış vücuduma dolmuştu… Uyuz oluşum habire artıyordu.
Ön saçımı kısaltmaya başladı.
O kadar azar azar kesiyordu ki, zerre gibi yüzüme gözüme kıl dolmuştu.
-Fırçayla yüzümü temizle!
-Dur, az kaldı…
Gözümü açamıyordum kıl dolduğundan…
Burnumda değişik bir huylanma başlayıp gözyaşı ve sümük akıverdi.
İkiside sıcak su gibiydi.
-Şu yüzümü temizle!
Az kaldı… Az kaldı… Bitti…
Elimle tutup sıktığım para; ateşe tutulmuş gibi ısınmış, madeni bir koku yayıyordu…
-Enseni jiletle mi alayım, yoksa makineyle mi?
-Makine.
Makina ile Ense kulak etrafı ve favorilerimi gezdi. Makina saçımı çeke çeke imanımı gevretti.
Tarağı bazen sert vurup, hayvani yönlendirmelerle başımı traş ettiği kısma uygun pozisyona uyduruyordu.
Saçımın üstünden başlayıp yüzüme dolan kesik kılları kovup temizledi. Gözümü hafif aralayıp flu luktan sıyrılıp aynaya son halim yeleşince görüntüm yaktı devrelerimi.
Kimi yerler fazlalık, kimi yerler içeri göçmüştü foseptik çukuru gibi…
-Senin yaptığın traşın amına koyim hötöröf herif! Hayvan kürkümü kırptın bu güne dek!
-Zırlama işte, o paraya bu traş.
-Hay paranın da, traşının da…
Freud, Adler yada Jung bu olaya şahit olup karalamalıydılar adamın psikolojisini… Benim bu olaydan sonraki ruh halimi inceleyince, heralde yeni şeyler keşfederlerdi.
Hani gerçek hastaların hasta ettikleri sözü varya, çok yerinde bir tespitti.
Yaygarayı basıp cingar çıkardım.
Paraları tezgaha savurup, kolonya dolum makinelerini yere atıp parçaladım. Üstüme yürüdü…
-Bide döveceksin ha? Ulan babam götünden kan alacak senin.
-Ne diyorsun lan velet!
-Velet sensin lan göt! Nedir lan bu halim!
-Siktir git lan fırlama, yakalarsam kolunu bacağını eline veririm senin…
Mahalleye yürürken içimden bir kaç kişiyle dükkanın camlarını kırmayı geçirdim.
Yok yok, babam tozunu almalı bu babası anonimin…
Babamın Dükkanına doğru koşturup İçeri girdim, beni öyle görünce afalladı…
-Ne oldu sana böyle?
Meseleyi olduğu gibi anlattım kısa ve öz.
-Oğlum paran eksiktise benden yada annenden isteyebilirdin.
-Harçlığım olmadığı için yediğimden hesabı sorulur dedim. Hem o kelle de; Yok. Bu paraya traş etmem deseydi… El mecbur Ya sana ya da eve gidecektim. Önce
bildiği en güzel kesim stillerini uygulayıp beni en son bu hale getirdi…
Yüzüm gözüm, her yerim kıl dolmuştu.
Fırçayla al diyorum yüzümdeki kılları, traş bitesiye beni sallamadı.
aynada kendimi görünce bende film koptu. İki tane kolonya dolum makinesini yere itip parçaladım. Parayı tezgaha fırlatıp bir dünya küfür attım. Beni dövmeye bile yeltendi…
-Öyle mi? Eğer senin bir kabahatin var da törpülediysen seni döverim Semih.
-Yok baba. Eklenti yok, eksikte.
-Düş önüme o vakit, anlayalım derdini.
Kapıyı çekip kitledi, berbere doğru ilerledik.
Dükkanına gelince küfredip duruyordu…
-Nedir ulan bu çocuğun hali!
-Benim kabahatim yok, parası eksikti.
-Kesmeseydin o zaman yavşak!
-O paraya bu traş işte, çıkın gidin dükkanımdan maraza çıkarmayın.
Babam köpeoğluna girişip ağzını burnunu yamulttu.
-Mehmet abi yapma!
-Mehmet abinin amına koyim!
Bakkal çakkal etrafa dolmuştu.
-Yapmayın esnafsınız!
Yaşını almış bir abi babamı tutup ayırdı, babam ses etmedi.
-Tamam Mehmet oğlum. Sen çabuk alev almazsın, mevzu nedir?
-Ali Dayı, şu çocuğun saçına bak hele önümüzdeki hafta okula başlayacak.
-Kökü onda uzar. Hele al şu sigarayı da az sakinleş…
Berberi de bir kaç komşu esnaf topladı yerden. Onu haksız bulup barıştırdılar. Babam çayocağın da oturup çay içti cemaatle.
-Çay içer misin?
-Yok ben gideyim.
-Tamam, direk eve git oyalanma sağ da sol da.
-Tamam.
Azda olsa rahatladı içim. Yerde tüten izmariti alıp öpücükledim…
Öksürük eşliğinde göğe bi parça bulut gönderdim. Adamın teki çevirip sordu;
-Ulan bu yaşta sigaramı içilir?
-İçim yanıyor abi, duman çıkınca belki farkedilir.
“Her yıkım; insanın başkasına değil, kendine tahammülü kalmadığında başlar.
Nokta.
Bir cevap yazın