Mutfaktaydık. Mutfak masasına dirseğimi dayamış, başımı ellerimin arasına koymuş onu izliyordum. Koyu bir sessizlik hâkimdi aramızda. Sadece sesini duymaktan hiç haz etmediğim, yerini hiç sevmemiş ve bunu bağıra bağıra dile getiren, fakat sahibinin onu bir türlü işitmediği mutfak saatinin boğucu sesi rutin bir ritim katıyordu ortama.
‘‘ Hadi gel,’’ demişti telefonda. ‘‘Balık pişireceğim.’’ Uyanamamıştım henüz. Gözlerimi açmak istiyor, ancak ağırlıklarına dayanamayıp geri kapatıyordum. Yatağın içinde bir külçe gibiydim. Yoğun bir hafta geçirmiştim. Toplantılar, sunumlar, projeler, ardı ardına sıralanmıştı. Hafta sonunu iple çekmiştim. Tek planım güzel, huzurlu bir uykuydu. Git gide yaşlanan bedenim yorgunluğa karşı koyamıyordu ne kadar inkâr etsem de.
Israrcı telefonlarına bakmadım önce. Keşke sessize alsaydım şu meredi, diye düşündüm. Sonra açtım isteksizce telefonumu. Sesi her zamanki gibi canlıydı. Erkenden kalkmış, sahilde sporunu yapmış, hafif bir kahvaltı sonrasında öğle yemeği hazırlığına girişmişti. ‘‘ Yemek yapmak terapi gibi geliyor bana ,’’ demişti bir keresinde. ‘‘ Rahatlıyorum. Sinirimi doğrama tahtasına yayıyorum. Domatesler, patlıcanlar, patatesler arasında eriyip gidiyor. ’’
Sevmiştim onu. Farklı gelmişti bana. Yaratıcı insanları severdim. Hayatın başka renklerini de görürdü onlar. Bülent de böyle biriydi işte. Ben hesaplarla uğraşırken, o resim yapardı. Günün bir vakti heyecanla beni arar, o yoğunluğumun içinde bilmem hangi bestecinin kaçıncı sonatını dinletirdi ısrarla.
Sesim çatlak çatlak çıktı. ‘‘ Hasta mısın? ’’ Diye sordu. ‘‘Yok,’’ dedim. ‘‘Sadece yorgunum.’’ ‘‘Amaaan, ’’ dedi. ‘‘ Yorgunluğunu at gel, günü kaçırma! ’’
Saat daha on bir bile değildi. Miskin miskin yatmak varken… Mırın kırın ettim önce. Sonra, ‘‘ Tamam,’’ dedim. Zaten ne kadar görüşebiliyorduk ki. Sahi, biz neydik böyle? İki sevgili, iki arkadaş….İki arkadaş olamayacak kadar yakın, iki sevgili olamayacak kadar uzak. Ne o, ne bu…Adı konulmamış bir ilişki sarmalına tutulmuş iki yalnız insan. Ilık bir duş aldım. Aceleyle saçımı kuruttum. Arabayı yerinden çıkarmak zor geldi. Park yeri bulana kadar canım çıkmıştı. Bir taksi çevirdim, kırk dakikaya oradaydım. Pastaneye uğrayıp tatlı bir şeyler aldım.
Kapıyı her zamanki neşesiyle açtı. Neşe, bu zamanda kimseye uğramadığından onu gözümde daha da değerli kılıyordu. ‘‘ Herkes bu kadar mutsuzken, sen nasıl neşeli olabiliyorsun? ’’ Diye sormuştum bir gün. ‘‘İçimden öyle geliyor,’’ Demişti. Sanki Kuzey Avrupa ülkelerinden birinde yaşıyordu ve tek derdi balinalardı.
Şimdi bir yandan onu izliyor, bir yandan da anlattıklarını dinliyordum. Bir yemek programı sunucusu edası takınmıştı. Yüzü ciddi bir ifadeye bürünmüş, sesi mikrofonik bir tonlamaya dönmüştü. Gülümsedim. Balığın yapım aşamalarından bahsettikten sonra püf noktalarını sıralamaya koyuldu. Ben balık sevmezdim oysaki. Bunu geçen birkaç ay içinde ve birkaç kez söylemiştim ona. Unutmuş demek ki. O, kendi halinde yemekle sohbet ederken dikkatim dağıldı balığın kokusunu aldığımda. Arafta olmaktan ne kadar sıkıldığımı fark ettim. Belirsizliğin bizi peşine takıp oradan oraya savurmasından.
‘‘ Neyiz biz? ’’ Diye sordum. Aylardır ertelediğim, beynimim bir köşesine yerleşmiş sözcükler dökülüverdi ağzımdan.
Cevap vermedi. Soğanı halka halka doğruyordu. ‘‘ Bülent,’’ Diye seslendim. ‘‘Duydun mu beni? ’’
Başını salladı bana bakmadan. ‘‘ Neyiz biz ? ’’ Diye tekrarladım. Bu sefer sesim biraz daha yükselmişti.
‘‘ İllâki bir isim koymamıza gerek var mı Gülgün? ’’ Sesinin rengi acımıştı. Biz orta yaşlı iki insan, daha önce yaşadığımız tüm kırgınlıklarımızı, tüm korkularımızı, tüm beklentilerimizi koca bir çöplüğe dönüştürmeyi başarmıştık. O neşesinin, bense yorgunluğumun ardına sığınarak.
‘‘ İsim koymanın nesi yanlış Bülent? ’’ ‘‘ Hiç,’’ Dedi. ‘‘ Yanlış demedim ki ben.’’
‘‘ O zaman? ’’ Saat durmaksızın ilerliyordu. Tık tık tık ….
Maydanozun saplarını ayıklıyor, tepsiye yaydığı soğan halkalarının arasına serpiştiriyordu. Limonları keserken yüzü ekşiye döndü.
Belki çok şey istiyordum. Bir parça daha fazla sevgi. Sevgi vermek neden bu kadar zordu? Neden en fazla sevgisizlikle terbiye edilirdi insan?
Patatesleri doğradı ardından. Ben biliyorum yanlış yaptı. Limonlardan önce doğrayacaktı onları. Fırını yaktı sonra. Gözleri gözlerime değmedi. Balığı, fırının içine koydu biraz daha bekleyip. Ben de bekledim niye beklediğimi bilmeden.
Kalktım usulca. ‘‘ Gidiyorum ben,’’ Dedim. ‘‘ Ya yemek? ’’ Şaşırmıştı. ‘‘Afiyet olsun.’’ dedim. ‘‘Ben balık sevmem.’’ ‘‘ Keşke daha önce söyleseydin. Başka bir şey yapardım.’’
Kapıyı açtım. Ardımda bir ayak sesi olsun istedim. İnce bir ağıt geldi kapıdan. Kapıyı çektim yavaşça. Dışarıya çıktım. Keskin ayaz yüzüme çarptı. Bu şehrin ayazı da keser adamı bazen. Boğazım acıdı. Belki kirliliktendir, diye düşündüm. Hıçkırığımı tuttum. Annemim sesi çalındı kulağıma. Babamın şen kahkahası. Keşke bir kardeşim olsaydı. Özlem bedenimi yaktı. Bir taksi çevirdim. Adresi söyledim. ‘‘Ruhlar sevgi gönderir mi? ’’ Diye mırıldandım cama dokunurken parmağımın ucuyla. ‘‘ Bir şey mi dedin abla? ’’ diye sordu taksici. ‘‘Yok,’’ Dedim. ‘‘Bugün trafik azmış!’’
DİDEM SAYAT
Bir cevap yazın