Sevilay, portmantodaki renk ve biçim olarak diğerlerinden farklı olan; uçları sivri, topukları bir hayli ince, kırmızı renkteki ayakkabılarını işaret ederek, “Haydi şimdi bunları giy ve arkamdan yürü, sonra da ne söylemek için geldiysen gevelemeden ağzındaki baklayı çıkar ve geldiğin gibi de burayı terk et. Seni son kez dinliyor olmamın şartı bu” dedi. Faruk bir anlık tereddüdünün durağanlığından çabuk sıyrılarak ayakkabının sağ tekini elinde çevirdi önce gözlerini ayakkabıdan ayırmadan, sonra da derhal yere çöktü. Bir umut belirmişti içinde, Sevilay ne derse yapacaktı. Dilini dudağından bir parça sarkıtarak başparmağının dahi girmesinin şüpheli olduğu yuvaya çıplak ayağını sokmayı denedi. İmkânsız bir işti bu, başaramadı. Ayakkabı, sanki sağ ayağına kolayca oturmuş gibi diğer tekini de yarım yamalak diğer ayağına sokuşturarak yemek masasının kenarından tutundu, parmakları ucunda güçlükle doğruldu. Dizlerinden denge sağlamaya çalışarak -birazda yalpalayarak- tabanlarını döşemenin kaygan yüzünde iç kaldıran gıcırtıda ileri geri sürebildi ancak. Evvela bir adım atmaya çalıştı; yeni doğmuş bir tayın ince kuvvetsiz bacaklarının sendelemesinde ve de bir ip cambazının dengede kalma gayreti dikkatinde; kolları yarım açık, el ayaları bir dansçının figürlerini anımsatarak elleri tabana paralel sallandı bir müddet.
Salondaki pervane durmaksızın dönüyordu. Ütü prize takılmayı beklerken, rengârenk giysiler ütülenme sıralarını sepette yığılı bir şekilde beklemekteydi. Balkon sürgüsünden dışarıda; bir kaç yaşlı çam üzerine güneş düştüğü görülüyor, gölge köşelerde görülemeyen serçeler içten içe ötüşüyor, guguk kuşlarının bir birlerine yaptıkları kurlar uzaklardan işitiliyordu. Bir adım atmak öyle zordu ki bu durumda, bunlarla yol yürümek bir yana dursun, ayakta durmak bile başlıca bir hüner sayılırdı.
Faruk erken vazgeçmenin utancıyla elini uzattı. Bu el, bir şey üzerinde anlaşmak, mutabık kalmaktan ziyade, daha çok af dilemeye yakındı. Her özürde mühim olan gözlerin alacağı ifadeydi ve Sevilay Faruk’un gözlerinde bu samimiyeti görmüş, ancak yine de geri adım atacak duruşu göstermemekte kararlıydı.
Mevsim bunaltıcı sıcaklara yakındı. Ütü birazdan fişe takılacak bir ejderha gibi ağzından alevler saçmasa bile buharını odaya püskürterek sabah saatlerine rağmen bunaltan havaya dayanılmaz bir atmosfer ekleyecekti.
“Hadi çıkar ayakkabıları daha fazla inat etme, başaracağın yok, onlarla yürümek sandığından daha zormuş değil mi?” dedi Sevilay. İnce, kısa parmakları adamın büyük, derin avucu içinde kaybolmuş, kalemsiz gözlerinin içi şefkatten uzak yüz lisanıyla söylemişti bunları Sevilay. Elleri de soğuktu kadının. “O birazdan burada olacak, sende çık lütfen, yeni bir tatsızlığı kaldıracak durumda değilim, hoş çakal” diye de ekledi güzel kadın. Faruk, makyajlı ve makyajsız olmak üzere iki Sevilay’dan bahsedilebileceğini iyi biliyordu. Sevilay gözlerine kalem çekmediği zamanlarda bir başka kadın olur, hüzünlü bir havaya bürünürdü. Böyle günlerde kimseyle göz göze gelmek istemez, herhangi bir konuda onu iknaya çabalayan biri amacına ulaşamazdı. Faruk onu çok iyi tanıyordu. Sevilay’ın ruh hali bunaltıcı sıcakla birlikte salonda tüm kasveti ile birlikte zaten yüzünden okunmuyor muydu? Ne yapması gerektiğini gayet iyi biliyordu eski sevgili, bir şey söylemeden çekip gitmek…
Çıkarken arabasının anahtarlarını yıllar önce bıraktığı yerden bulup cebine koydu. Asansörü beklemeden merdivenlerden yuvarlanırcasına aşağıya kendini zor attı. Güneşin karşı tepeden yükseliyordu. Arabasına binip, şuursuzca caddeden caddeye saptı durdu Faruk. En sonunda durması gerektiğini biliyordu. Ayyaşların içtiği bir saat olmasına karşın, saat onu bir kaç dakika geçe, birden bire neden içilmesin ki içsel sorusuna, yürekli bir evet yanıtı almış olmalıydı ki, soluğu aldığı bara bir suçlu kadar tedirgin girdi. Sabahtan derlenip toparlandığı anlaşılan mekânın akşamdan kalan müziği bastıran neşeli sohbetlerin, erkek kurlarına boş olmayan kadın kahkahalarının, yerlere dökülen fıstık, midye kabuklarının, hatta kırılan birkaç bira şişesi kalıntılarının yenice süpürüldüğü anlaşılıyordu. Boş masaların kümelendiği dar salonda bir birinden zıt yönlerindeki iki masanın birinde kır saçlı, yaşını başını almış bir adam ile kıvırcık saçlı genç bir kadın karşılıklı bira içip sohbet ediyordu. Diğer kuytu, alacalı gölge köşedeki masada kirli sakal, tshirt ve kot pantolonları ile biz bitirim ikiliyiz fotoğrafı veren iki çirkin adam keşler gibi sigaraları ile biralarına asılıyor, bir birine sokuluşlarından bir soygun ya da fena bir iş planlıyorlarmış gibi fısıldaşıyorlardı. Tüm bu fotoğrafı kaçak bakışlarla süzdü Faruk. Sonra da mekânın caddeye bakan boydan camekânlı aydınlık yerindeki bir masasına oturup sırtını onlara döndü. Sığınmaya çalıştığı dünyanın bu köşesinde de huzursuzluk bir türlü yakasını bırakmıyordu. İzbe bir hayat sürmüştü şimdiye dek ve aslında ait olduğu bir köşede bir nebze olsun nefes almak istiyordu.
Gözleri dışarıda olup bitene dalarken, uzun ince, soluk benizli, yanlarından uzun saçlarını tepelere doğru dikmiş tuhaf saç modeli ve bileklerinde kısa kalan pantolonun bacaklarını sıkıca sardığı, belki on sekiz belki de on dokuz yaşlarındaki garson sipariş almak için başında belirmişti. “Bir bira” dedi. Hangisinden olsun efendim sorusunun karşılığı, yine bir bira oldu. ‘’Bira olsun da ne olursa olsun diyorsunuz’’ şakasını yaptı garson ve doğuştan yüzüne yapışmış bir tebessüm lekesi ile olduğu yerden çevik bir dönüşle bara doğru yöneldi. “Ayağında o topuklular olsa bunu bu kadar rahat yapabilir miydin?” diye mırıldandı. Ne fena bir şey kadın olmak…
Ne şartla olursa olsun hep fedakâr olan taraf sen olup daima güzel görüneceksin, üstelik ne olursa olsun sadakatlinde bir eksilme olmayacak, attığın her adımın hesabını da verecek, yemediği haltı bırakmayan erkeğini sabırla bekleyeceksin. Sonra da geyşa kıyafetlerini kuşanıp gördüğün tüm vefasızlığa rağmen daima onun için hazır bekleyeceksin. Biranın ilk yudumunda beynine hücum eden kan molekülleri kadınları artık anlıyormuş, onların duygularını, hislerini birden keşfetmiş kadar hızlıca hareket ediyor, zihni sanki ardına kadar açılan hayali bir pencereden gelen ışıkla şiddetle aydınlanıyordu. Tam üç büyük şişe birayı öğle sıcağın hararetini bastırırcasına kadınların yitik haklarını teslimiyet içerisinde peşi sıra kafasına dikti. Yalpalayarak yerinden doğruldu, hesabı ödedi.
Arabasına binip hızlıca hareket etti. Şehrin merkezi yerindeki yüksek katlı binalarını, trafik ışıklarını, modern kıyafetli kalabalıklarını yararak yoluna devam etti. Yüksek katlı binalar yerlerini iki katlı ve tek katlı varoş hanelere, elektrik direkleri yeşil ağaçlara bırakıyordu. Anayoldan tali yollardaki çimenlere, ovalara, tarlalara terfi ettikçe bakir doğayla harmanlanmış keçi sürülerine sevinçle, yalnızlık çeken çobanlara ise hasetle bakınıyordu. Evlilik vaadiyle dört yıl boyunca oyaladığı Sevilay’ı düşünüyordu. Yaptığı tüm saçmalıkları, onun üzerine yürüyüşlerini ve attığı tokatları… Buna rağmen dört yıl boyunca bu işkenceye göğüs
geren Sevilay’ı… Deli gibi seviyordu bir zamanlar Sevilay Faruk’u… Bu hiç bitmeyecek bir sevgiydi sanıyordu. Ama bitmişti işte. Şimdi bir başka adamı onu sevdiği gibi seviyordu besbelli ki Sevilay.
Onu suçlayamazdı. Sorumsuzca yaşamış ve bedelini en ağır şekilde ödüyordu şimdi. Ama bunun kime ne faydası vardı? Yolun şose kısmına arabasını sürüp defalarca takla attığını düşündü. Bunu öylesine istedi ki ama yine de yapamadı. Yaşadığı şey zaten bir öğleden sonrası şoseye saplanmış ruhunun defalarca takla atmış ve her şeye rağmen atmakta dirayetli yüreğini büsbütün kırılmış parça delik olarak derinlerden hissetmiyor muydu? Sonunda yol bitti. Jandarma eri ‘’Ooo firari Faruk beyler de gelmiş, hoş gelmiş. Acaba kendileri yarından tezi yok kapalı cezaevinin yolunu tutacağını biliyorlar mı?” diye alaycı bir gülüşle onu
karşıladı. Aldırmadan seri adımlarla kendini duvarsız acık ceza evi avlusuna attı.
Koğuşuna gidip yatağına kapanmak ve hıçkırıklarını kimselere belli etmeden içine akıtmak niyetiyle kendini zor tutuyordu. Kapı açıktı, içeri girdi. Koğuş arkadaşları öğlen molasında çalıştıkları cezaevi çiftliğinden yorgun argın dönmüşlerdi. Etrafını sardılar. Sonra mahkûmlardan biri Faruk’a yaklaştı ve bir köpek gibi dikkatli ağzını kokladı. Sen bira mı içtin, ne güzel kokuyor, tadını bir anlatsan ya tadını unutalı yıllar oluyor…
Bir cevap yazın