Bak, anlamıyorsun. Her sokak lambasının altında, durup dururken yüzüme bakıyorsun. Ellerin ceplerinde olmak zorunda mı? Başın öne eğik, gözlerin örtük; acayip bir boşlukta salınır gibi bazen, gidip geliyorsun. Ayakların gidip geliyor. Saçların kupkuru, salıncakta sallanan kız çocuğundan farklı değil, sırtına dokunup dokunup kaçıyor; demek rüzgâr var. Bu durumda en iyisi koluma girip bana sığınman. Yalnızca bana. Ne ceketimin kalın ve sıcak yanına, ne göğsümün şişip inen haline, ne de sarmak için açılmış kollarımın arasına; hayır, yalnızca bana sarılmanı istiyorum. Sokak lambasının altında rüzgâr buz gibi eserken, sokulup içimde salınmalısın. Öpmeli miyim seni? Gözlerine bakmalı, saçlarını koklamalı mıyım? Anlamıyorsun beni. Zaten anlaman gerekmiyor. İstiyorum ki bize ait bir an olsun ve bu anın içinde, bu sokak direği, bu rüzgâr, gördüğüm ve hissettiğim ne varsa bir resimden fazlası olsun. Her şey seni hatırlatmalı. Onlara bir anlam yüklemeliyiz.
Ama olmuyor. Kahredemediğim bir gerçeklik var bütün yanımı sarmış. Sen yoksun. Sokak lambası var. Sırtımı dayadığım kireç rengi ve kirlenen paltom var. Kulaklarıma sarkan saçım, saçımı okşayan rüzgâr ve yalnızlığımı vurgulayan sessizlik de var. Her şey yokluğunla ilgili. Sen ne zaman olmasan bunlar beni taciz ediyor. Olmadık zamanlarda alay ediyorlar benimle. Biri çıkıyor kulağımı okşuyor, biri ellerimin içine sokuluyor. Biri çıkıyor beynimin içinde konuşuyor, öteki de gözlerimin önünden gitmiyor. Hepsinin derdi sensin. Sen yoksun. Sen olmayınca beni sahipsiz sanıyorlar. Yoruluyorum. Çoğu kez uyumak, bir rüyaya dalıp gitmek istiyorum. Nereden bakarsan bak çaresizim. Çünkü nereden bakarsan bak, bir başıma kalıp seni özlüyorum ve ne olur köşeden dönsen de karşıma çıksan diye ümit ediyorum. Bir köpek çöpün oralarda yemek aranıyor. Bu uğultulu sessizlikte bir an göz göze geliyoruz. Keşke diyorum bu köpek olmasa. Çekip gitse herhangi bir sokağa ve boşluğunu biz doldursak. Sen bir elinde ıvır zıvır poşetin, kafanda beren ve siyah çerçeveli gözlüklerinle, sanki o gece çok çalışmışsın da eve yorgun argın dönüyorsun gibi, bense iki elim cebimde aylak aylak yürürken tesadüfen (bak şu tesadüfe!) sana rastlamışım ya da sırt çantamın içi kitaplarla dolu, kulaklıktan enteresan bir müziğe kaptırmışım kendimi ve birden o da ne, sana rastlıyorum ve oldukça fazla şaşırıp kendimi ele veriyorum. Özlemişim seni. Hem de uzun uzadıya sarılıp, öpüp koklayasıya. Seni bir otobüs camında, tek başına oturmuşluğundaki dalgınlığınla görmeyeli çok oldu. “Hayat bu kadar hızlı yaşanırken dalgınlığa vakit ayırabiliyorsan ortada bir sorun var demek ki.” Belki de bu benim. Ya da yine her zamanki gibi kendime pay çıkarıyorum, değil mi? Her neyse, uzun uzadıya konuşmuyoruz, hatta hayal ettiğim gibi sarılıp koklaşmıyoruz. Ağlamıyoruz. Burnumuzun ucu kızarmıyor, birbirimize utanma fırsatı vermiyoruz. Sen şimdi köpeğin olduğu yerden geçiyorsun, ben şimdiki yerimden yürüyorum sana doğru. Sen çöpün kokusunu duymuyorsundur heyecandan. Ben iliklerime kadar ürperiyorum. İşte karşımdasın, diyorum içimden. Sana bakıyorum. Yüzüme bakmıyorsun. İnsan bu saatte bir gölge bile fark etse dönüp bakmalı korkusundan. Bu zamanda gölgelere bile güven olmaz çünkü. Ama ne fayda! Geçip gidiyorsun öylece. Ve ister istemez hayalimi bitiriyorum. Düşünsene, bir hayal bile kuramıyorum istediğim gibi. Bir hayalde bile hayal kırıklığına uğruyorum. Ne talihsizlik ama!
Birden fark ediyorum. Köpek yanıma kadar gelmiş. Kulaklarını büzüştürmüş masum masum bana bakıyor. Belki de elimi bir parça ekmek sandığından burnunun ucunu parmaklarıma sürtüyor. İçim eziliyor birden. Ağladı ağlayacak hale geliyorum. Sen olsan şimdi parmaklarını uzatırdın, yesin isterdin. Onları, o küçük ve ince ay köpüğü parmaklarını, o zarif ve bir dokundu mu insanda hücre bırakmayan, geceleri saçlarımda sakladığın o muhteşem, gözlerin ve gülüşün kadar güzel parmaklarını bir açlığı yok etme pahasına feda ederdin. Bir canlıyı kurtarabilmek adına, şu masum köpeğin güzel gözleri sırf biraz daha baksın diye sana, kendini bitirirdin belki de. İşte bunu bildiğimden midir bilmem, farkında olmadan parmaklarımı uzatıyorum. “İşte!” diyorum. “Bak, ne güzeller. Hepsini birden dişlerinin arasına almalısın. Hadi al!” Hayvanın gözleri bir parmaklarımda bir gözlerimde; kokluyor ve bakıyordu. Bir şeyi anlamak istiyordu. Tüm bunları olduğu gibi görebilse anlardı da. Ama uzaklaşmayı tercih etti. Yürüdü gitti çöplüğe doğru. Orada, sanki daha güzel parmaklar varmış gibi, bulduğu bir poşetin içini deşmeye durdu.
Sana benzemek istediğimi anlamalısın. Sana olan sevgimden her şey. Çünkü birden oluyor her şey ve sana benziyorum; bir akşam yalnız başıma bir sokak direğinin altından geçerken mesela ya da ışıklarda durup dururken, birden kırmızıyken o ışık gözlerin aklıma geliyor, bütün yüzün kırmızıya boyanıp dudakların kıpırdıyor ve kirpiklerine bakıyorum. Kalabalıkta bir saatime bakışım var, muhteşem bir an olmalı her şeyle beraber. O saçlarının omuzlarından ceketinin yakasına düşüp yenilmesi mesela, bütün parmaklarımın hırsıyla heveslenen bakışlarını görüyorum birden, saatimi sormuyorsun aslında; bizim için bir zaman dilimi bulunmuyor nasıl olsa, aramızda oluyor her şey. Durup dururken aklıma geliyorsun ve birden sen oluveriyorum. Bir aynada sakallı yüzümü görsem de gözlerimde ki buğudan anlıyorum her şeyi. İşte sen orada öylece durup nefes alıyorsun. Senin bir kalbin olmalı siyah bir boşluktan farklı. Şuranda kırmızıdan bir etli çiçek, yapraklarını bir açıp bir kapamalı.
Ama işte birden oluyor her şey; o tren sesi bu istasyondan geliyor. Kalın gövdeli ağaçların gölgesindeyiz. Sen sigaranı yakıyorsun kökün üstünde. Ben iki elimle başımı direyip bir trenin geçişini izliyorum. Her şey hiç bitmeyecekmiş gibi içimde oturmuş. Yoksulluk gözlerimizde. Olabildiğince fakirliğimiz var bizim, pantolonumun renginden, bıyıklarımın ucundan, ayaklarındaki tozdan ve tırnaklarındaki ojeden belli. Seni güzel bir restorana götüremiyorum bile. Güzel masa örtülerinde sıcak çorbamızı içemediğimizden değil fakirliğimiz. Her şeyin farkındayız. Ay sonunda maaşımı alıp sana gelmeliyim; ellerimle öpmeliyim önce, saçlarını koklayıp gözlerimiz gülmeli ve sevişmeliyiz bütün gece. O gece karanlığında derin derin düşünmemeliyiz mesela. İnsan bu hayatta rahatça sevişemiyorsa bana mutluluktan bahsetmesin kimse. Ne demek istediğimi anlıyorsun. Halimizi biliyorsun ve gidelim diyorsun. Bu istasyonda bir tren bizi alacak ve götürecek. Bir başka şehirde seni daha başka seveceğimden kuşkulusun. Oysa bu yersiz düşünceni nasıl olur yerle bir edebilirim. “Her şey pantolonumun rengiyle, tırnaklarındaki ojeyle ilgili mi?” Hayır, diyorsun. “Hiçbir şey. Hem de hiçbir şey bizi artık kendimize getiremez. Asıl yoksulluğumuz bu yüzden. İkimiz de yaşama hırsımızdan yoksunuz. Ne kadar beslemek için uğraşsak ta o ateşi söndürdük.” Hayır, yanılıyorsun. Beni tanımıyorsun. İstedim mi bir gecede mutlu edebilirim seni. Bir lunaparka gidebiliriz önce, çarpışan arabalara veya dönme dolaba bineriz ve sana buzlu limonata ısmarlarım. Sonra nere istersen orayız. Bir deniz kenarını düşünürüz seninle, kayaların üstünde diz dize güneşe bakıyoruz. Ellerimi eline alırsın. Saçların gözlerime düşer. Memelerin gözlerimin önüne gelir. Onları olabildiğince sıkı avuçlamak ve ısırmak isterim. Her şeyi bir kenara bırakıp, mesela bir barakada bile olsa seninle deliler gibi sevişmek hasretindeyim. Çünkü içimi ısıtıyorsun. Ne zaman kirpiklerinin altından baksan bana, avuçlarımı öpsen, kızgın bir lavın boğazımdan aşağı döküldüğünü ve her şeyimi yakıp kavurduğunu hissediyorum. Işıksız bir gece olsun yeter bize. Yeter ki yoksulluğumuzu unutalım. Sana bir ekmek bile çalabilirim. Evet, bunu yapabilirim. Onurumu yerle bir edip her şeyimi ayaklar altına alırım. Çok istersen eğer, bıçağımı bir adamın boğazına dayarım. “Sökül cebindekileri!” Seni mutlu edecekse eğer, şuracıkta, şu koca gövdeli ağaçların gölgesinde ve herkesin gözü önünde, kendimi bir sonraki trenin önüne atabilirim. Bunu biliyorsun.
Ama yine de bir trene binip gitmek istiyorsun. Öyleyse ben de geleyim seninle. “Hayır, gelmeni istemiyorum. Sen burada kalacaksın.” Peki, ama neden? Her şey benimle mi ilgili? Sigaranı kökün üstünde söndürüyorsun. İçim eziliyor. Ne olur onu tekrar ağzına götür ve içmeye devam et. Konuşmanı istemiyorum. “Bıktım artık. Anlıyor musun?” İnsanlar bazen her şeyden bıktığını zannedebilir. Ama onlarsız da yapamaz aslında. “Beni kimsenin tanımadığı ve benim de kimseyi tanımadığım bir şehirde, yeni biri olmaya ihtiyacım var.”
Yüzünde kocaman bir gölge beliriyor birden. Raylarda bir şey sürükleniyor ve duruyor sonra. Fazlasıyla güçsüzüm. Kaç gündür bir şey yemediğimi hatırlıyorum. Oysa kalkıp kollarından tutup seni bir yere bırakmamak istiyorum. O trene binmeni istemiyorum.
Ama birden oluyor her şey. Bir uğuldama var kulaklarımda. Sokak lambasının altındaki çöplükte, poşeti deşen köpeğe vuruyor birisi. Acı içinde inliyor hayvan. Elleri cebinde bir serseri ağzında sigarayla sırıtıyor. Birden oluyor her şey; ağlamaya başlıyorum.
2017 / Alanya
Bir cevap yazın