Sis rengi duvara asılı saatin tik tak sesleriyle uyandı.Etrafı çapaklı,kızarık ve şiş gözlerini araladı. Bakışları sıvası yer yer dökülmüş tavanda takılı kaldı bir süre.Sanki asırlardır toprağa gömülü bir tohum gibi hissediyordu kendini.Filizlenmek,semanın engin maviliğiyle temaşa eden nice yapraklar vermek arzusunu elbet o da içinde taşıyordu.Kim sonsuza kadar bu karanlıkta kalmak isterdi?Bu arzuyu icraata dökememenin verdiği elem,bir kurt gibi kemiriyordu içini.Bunun sebebini sırf tohuma bağlamamalıydı insan.Ev sahipliği yapan toprak çatlamış,kurumuştu.Aç bir bebeğin anne sütüne olan hasretine denk bir hasretle bekliyordu üzerine yağacak su katrelerini.Belki de çare toprağı değiştirmekti;ama ne zaman toprağı değiştirmeye kalksa,görünmez kementlerle karanlığın girdabına daha çok çekiliyordu.
Uyku;bu mücadeleden bir kaçıştı onun için,hırçın ve dalgalı okyanuslardan sığındığı bir liman…Yalnız limanlar ne ezeliydi ne de ebedi.Kısa bir dinlenceydi,en azından beşeriyetin onlara yüklediği anlam buydu.Oysa o tekrar öfkeli dalgalara girmek istemiyor,bu saatten sonra yolculuğuna devam edemeyeceğini hissediyordu.Gönlü,efkâr yüklü bulutların altında pupa yelken ilerleyebileceği yol arkadaşları arıyordu.Başta bulduğunu sanıyordu.Ama daha sonra hissettiğinin tek taraflı bir muhabbet olduğunu ,çok acı bir şekilde fark ediyordu.Bir anını bile onu düşünmek için harcamayanlara,o nice duygular besliyordu.Bazen geceler boyu düşünüyordu; şakakları zonklayana kadar,zihni fikriyatının ağırlığı altında ezilene kadar düşünüyordu.Hayatı şen şakrak yaşayan insanlarla dolu bir evrende,keder denilen dipsiz kuyuya düşen bir tek o mu vardı?
Birden düşünceler aleminden içinde bulunduğu ana döndü.Bedeninde kalan son kuvvet kırıntılarını yatağından kalkmak için harcadı.Doğrulup oturdu,tekrar fikir girdabına dalmamak için direndi.Beyaz ve tombul parlaklarıyla yatağından güç alarak kalktı,yürümeyi yeni öğrenen bir çocuk edasıyla odayı terk etti.Odadan çıktığı anda mutfaktan gelen keskin bir ufunet kokusu burun deliklerini doldurdu. Mutfak haftalarca ihmal edilen çöplerle kendini hatırlatıyordu.Keşke daha temiz bir yol seçseydi.Sahi kaç hafta olmuştu dış dünyaya adım atmayalı?Güneş kaç kere batmış,tan yeri kaç kere ağarmıştı?Kaç gecedir ay raks etmişti yıldızlarla?Hayat,sürekli akıp giden bir seyrüsefer halindeydi.Onun ne düşündüğü,ne hissettiği önemsiz bir detaydı sadece.Boş ve kasvetli binalarla dolu meydanlar,içlerinde sahte ruhlar barındıran kalabalıklar,yozlaşmış zihinlerin karanlığından beslenen sahte yıldızlar…Çarkının dayanakları bunlar olan bir gezegende ,onun için yaşam yoktu.Zihninde tasavvur ettiği dünyayla gerçek dünya arasındaki ciddi fark,onu kendi sinesine çekilmeye zorlamıştı.Açılıp kapanan her perdenin arkasındaki bozulmuşluğa şahit olması,bu riyakâr tiyatroda görev almasına mani olmuştu.
Antredeki kocaman aynanın karşısında durdu.Günlerdir tıraş bıçağı değmemiş siyah ve sert sakallarla kaplı bir yüzü,çatlamış dudakları,kızarık ve şiş gözleriyle bir yabancı bakıyordu ona.Tanıyamamıştı kendini,veyahut tanımak istememişti.Yanı başındaki masada fi tarihinden kalma albüm ve dergiler üst üste yığılmıştı.Meçhul bir zamanın buğulu hatıralarıydı onlar.Birbiri ardınca gelip geçen yılların yıprattığı ciltleri ve solmuş kapaklarıyla mahzun bakışlar atıyorlardı.Temiz bir ati umuduyla yaşanmış birer maziydiler oysaki.Sorgu ve suallerden azat olmaktı muratları.Onlar bu kubbelerde bir akis olmak istemişlerdi,ama ev sahibi kubbeler viran bir yıkıntıydı şimdi.
Yanı başındaki pencereye döndü yüzü. Uçup giden martılar,canhıraş çığlıklarıyla izahında kelimelerin kifayetsiz kaldığı duygularının tercümanı gibiydiler.Her tarafı kaplayan,zamanın Babil Kuleleri’nin üzerinden terk ediyorlardı devranı.Takvim yapraklarından bir sayfa daha eksilmekteydi.Güneş,yeniden bir gurup ihtişamıyla batıyordu…
Bir cevap yazın