Sıkıcı ve hayli yorucu bir iş gününün ardından gece, çocukları yataklarına yatırıp, ben de yattığım yeri beğenmiştim. Çok geçmeden de uykuya dalmıştım.
….
İçeriden; radyodan, alaturka şarkıların ezgileri geliyordu. Peşi sıra, annem sesleniyordu. “Selin, Gülbin, haydi kalkın. Sabah oldu. Okula geç kalacaksınız!” Annem!… Evet annemindi o ses… Bize sesleniyordu!
Gözlerimi yavaşça açıyorum. Odamdayım. Ama, çocukluk odamda…
40 yaşımdaki ruhumla, 11 yaşımdaki bedenimin içindeyim. Neler oluyor, bilmiyorum. Ama, hiç te umurumda değil. Şu an, tam da olmak istediğim yerdeyim.
Karşı yatakta, kız kardeşim Gülbin yatıyor. Gülbin, benden beş yaş daha küçüktür.
Üzerimde, annemin diktiği en sevdiğim kırmızı puantiyeli pazen kumaştan pijamalarım var. Gülbin’de de aynısı var ama daha küçüğü. Annemin elinden dikiş gelirdi. Becerikli kadındı. Bizi hep ikiz gibi giydirirdi. Bazen, aynı giyinmek istemezdik, kızardık anneme. Ama, giyerdik işte. Kumaşlar hep Sümerbank’tan alınırdı. Ulus Meydanı’nda Sümerbank’ın kocaman mağazası vardı. Tanıdığım herkes, oradan alışveriş yapardı. Şimdi, yerinde yeller esiyor… Eskiye rağbet te yok…
Yataktan hiç kalkmak istemiyorum. Hep burada, bu anda kalmak istiyorum. Halının üzerinde annemin ördüğü, uzun saçlı bebeğim, evcilik oyuncaklarımız, kağıt bebeklerimiz ve kağıt bebeklerimize kestiğimiz kağıttan elbiseler…
Odanın köşesinde, eski bir yemek masasından dönüşmüş olan çalışma masamızın üzerinde, babamın bıçakla uçlarını açtığı kırmızı ve siyah renkte kurşun kalemlerimiz…
Kalemleri görünce, aklıma geliveriyor bir anda. İlkokuldaki aynı sırada oturduğum sınıf arkadaşımın babası mühendis idi. Ofisinden eve getirdiği masaya takılan çevirmeli bir kalemtıraş makinesi vardı evlerinde. Bazen, annemden izin koparabildiğimizde, Gülbin ile onlara giderdik. Yanımızda da, mutlaka kurşun kalemlerimizi götürürdük. Bir güzel çevirmeli kalemtıraşıyla kalemlerimizi açardık. Çocukluk işte. Şimdi, kendi çocuklarımı düşünüyorum da, ne kadar çok eşyaya sahipler. Biz, basit bir kalemtıraşa sevinip, kokulu silgi ve kalemleri birbirimize hediye ederken, şimdiki çocukları bunlarla mutlu edebilmek mümkün bile değil.
Odamızın kapısı açılıyor. Annem, odaya giriyor. Saçlarını topuz yapmış yine. Üzerinde, kendi diktiği, uçları fırfırlı fistodan mutfak önlüğü ile, “Hadi, ama kalkın artık kızlar.” diyor.
Hemen kalkıyoruz. Buz gibi suda yüzümüzü yıkıyoruz. Kombi ya da suyu ısıtacak bir ısıtıcı yoktu banyomuzda. Suyu yüzüne vurdun mu çivi gibi oluyorsun. Ne uyku ne de sersemlik kalmıyor haliyle.
Siyah renkteki okul önlüklerimiz kapıda ütülenmiş asılı duruyorlar yine. Akşamdan kolalanmış dantelli yakalarımız da hazırlar. Bazen, kolası fazla kaçınca, çok sert olurdu yakam. Boynumu keserdi. O zaman da, çok kızardım anneme neden bu kadar sert oldu diye. Kilotlu çoraplarımızın burunları ve tabanları delindiğinde ise, annem, atmazdı onları. Delinen burun ve tabanları keser, kendi rengindeki bir yün ile örerdi oraları. Şimdi bakıyorum da, ne kadar da çok tüketim toplumu haline gelmişiz. Eskiyi yeni yapmak yerine, hemen atıp yenisini almak daha çok işimize gelir olmuş.
Gülbin ile giyiniyoruz önlüklerimizi, takıyoruz kolalı yakalarımızı. Annem de, sırayla, saçlarımızı iki yandan ayırıp örüyor. Uçlarına da, beyaz kurdelalar bağlıyor. Bazen, böyle iki yandan örmesine de çok kızardım annemin. Bebek gibi oluyorum diye sızlanırdım.
Anneme ne çok kızarmışım meğer…
Kahvaltı sofrasında, mis gibi kokusu eve yayılmış kızarmış ekmekler, biraz zeytin, beyaz peynir, bal, köyden gelen tereyağı, ev yapımı pekmeze karıştırılmış tahin ki, bu bizim geleneksel tatlımızdı. Annem, birer lokma ekmeği, tahinli pekmeze batırıp ağızlarımıza tıkardı hep okula gitmeden. Yine aynısını yapıyor. Bu kez, elinden yemek için bir tane daha istiyorum. Hadi bakalım geç kalmayın diyor.
Antreye doğru gidiyoruz. Bir takım alınmış montlarımızı giyiyoruz. Bu kez söylenmiyorum kardeşimle aynı giyiniyoruz diye. Sımsıkı sarılıyorum montuma, az sonra ayrılacağımı bilerek. Babamın akşamdan boyadığı ve kapının önüne sırayla dizdiği, pırıl pırıl olmuş ayakkabılarımızı geçiriyoruz ayaklarımıza.
Birer hoşçakal öpücüğü konuyor yanaklarımıza. Ben bir daha sarılıyorum, tekrar öpüyorum annemi. Annem, bana bakıyor şaşırmış şekilde. “Seni çok seviyorum anneciğim.” diyorum. “Ben de sizi çok seviyorum kuzularım.” diyor. “Allah zihin açıklığı versin.” diye de ekliyor her zaman olduğu gibi. Bundan daha güzel bir temenni olabilir mi…
Kardeşim Gülbin’in elinden tutuyorum. Arkama dönüp, anneme el sallayarak yürüyorum, yürüyoruz…Annem, gözlerden uzakta kalıyor.
….
Dışarıdan gelen sabah ezanının sesine uyanıyorum. Henüz güneş doğmamış. Sessizce, çocuklarımın odalarına gidiyorum. Üstlerini örtüyorum.
Kızımın kollarının arasında sıkı sıkı sarıldığı, annemin bana ördüğü ve artık çok eskimiş olan uzun saçlı yün bebek.
Gözlerim doluyor.
Kızımı öpüyorum usulca.
Hep çocuk olmayı diliyorum o an. Dünya da hep o haliyle kalsa diye geçiriyorum içimden…
Bir cevap yazın