“Bizans” kelimesi pek çok insan için tek bir sözcüğü çağrıştırır: Entrika…Hatta, içinde bulunduğumuz 21.yüzyılda bile, özellikle de İstanbul’da dönen dolaplar için hala “Bizans oyunları” tabiri kullanılır. Uzun yüzyıllar boyunca bu topraklarda hüküm sürmüş, üzerine oturduğu Hellenistik mirası Ortodoksluk ile harmanlayarak kendi özgün yapısını oluşturmayı başarmış bu uygarlık bizler için –ne acı ki- sadece Kayhan Yıldızoğlu’nun oynadığı, o bol entrikalı eski Yeşilçam filmlerinde gördüklerimizden ibarettir. Oysa, gerek bu filmlerle, gerekse tarihsel ön yargılar ile ötekileştirmeyi tercih ettiğimiz Bizans’ın aslında bize çok benzeyen yönleri vardır ve bize bıraktığı miraslar –iyi veya kötü- düşündüğümüzden fazladır.
Dergimizin bu ayki konusu barınma hakkının alt başlıklarından biri olan gecekondu kavramı da İstanbul’a Bizans’tan yadigar kalan miraslar arasında sayılabilir. İstanbul’da gecekondu sorunu denildiğinde, başlangıç noktası olarak herkesin aklına II.Dünya Savaşı sonrası, özellikle Adnan Menderes döneminden itibaren köyden kente yaşanan göç vesaire gelir. Gerçekten de “gecekondu” sözcüğünün bir kavram olarak konuşma dilimize girişi 1940-1950 yılları arasındadır. Ama İstanbul için gecekondu kavramının kökeni aslında çok daha eskilere dayanır. I.Konstantinos tarafından “Nea Roma” (Yeni Roma) olması düşüncesiyle imparatorluğun doğudaki merkezi olarak, antik Byzantion kentinin kalıntıları üzerine kurulan ve 11 Mayıs 330 tarihinde resmen açılışı yapılan bu şehir, kuşkusuz o dönemlerde de bir cazibe merkeziydi. Nea Roma olarak ilk tercih edildiğinde bir kasaba görünümünde olsa da, Marmara Denizi ile Haliç’in oluşturduğu geniş doğal limanın arasında yer alması, Asya ile Avrupa’nın birleştiği noktadaki stratejik konumu ve önemli ticaret yolları üzerinde oluşu, kenti daha o günlerden “taşı toprağı altın” konumuna ulaştırıyordu. Kuruluş aşamasında, kentin nüfusunu ve gücünü arttırmak için Romalı zenginlere yeni saraylar bağışlanmış; halkı çekmek için ise annona (yıllık vergi) Roma’daki gibi düzenlenmiş ve Konstantinopolis’te yeni ev kuran herkese bedava ekmek dağıtımı başlatılmıştır. Ancak 5.yüzyıla gelindiğinde, kentin kırsal bölgelerden akın akın gelen ve iş bulamayan bir nüfusla dolup taştığı görülür. Örneğin Tamara Talbot Rice, “Bizans’ta Günlük Yaşam” adlı kitabında, 5.yüzyıldan itibaren kiralamak üzere çok katlı bloklar yapılmaya başlandığını ve bunların küçük dairelere bölünerek büyük bir yoksulluk içinde yaşayan işçilere kiralandığını belirtir. Yazarın ifadesiyle, bu ‘sefil’ evlerin çoğu bir gecede gecekondu olarak türüyordu ve en kötü gecekondu mahallelerinden bazıları da Büyük Saray çevresinde oluşmuştu. Bu bölgelerde cinayet ve hırsızlık da çok yaygındı.
Sundurmaların altında toplanmış evsizler, dilenciler, sokaklara terk edilmiş bebekler, sakatlar ve hastalar, çeşitli nedenlerle başkente gelmek zorunda kalmış köylüler ve günlük iş peşinde koşan ameleler 6.yüzyıldan itibaren Bizans toplumunun ayrılmaz bir parçası haline gelmiştir. Kentin nüfusundaki bu artış ile bu nüfusun yiyecek ve barınma gibi temel ihtiyaçlarının karşılanamaz oluşu, giderek artan iş bulma güçlüğü idarecileri bazı önlemler almaya zorlamıştır. Örneğin, Bizans’ın en ünlü imparatorlarından biri olan ve hazırlattığı Corpus Iuris Civilis adlı dört bölümlük hukuk külliyatı ile Roma hukukuna önemli katkıda bulunan Justinianus köylerden kente denetim dışı yerleşmeye karşı etkili önlemler almış; kente denetimsiz girişleri engellemek için surların dışına özel görevliler yerleştirilmiştir. Fakat alınan hiçbir önlem Konstantinopolis’in sürekli göç almasını engelleyememiş; hatta salgın hastalık ve savaş gibi özel durumlar kente göçün dönem dönem daha da artmasını sağlamıştır. Yetkililer gecekondu bölgelerinin oluşumunu engelleyemedikleri gibi, bu bölgelerde yaşayan insanların sorunlarına da hiçbir zaman kalıcı bir çözüm getirememiştir.
İsimleri ve tarihleri kaldırıp okuduğumuzda, pek çok açıdan günümüz İstanbul’unun sorunlarını anlatıyormuş gibi görünen bu durum, Osmanlı Dönemi’nde de devam etmiştir. 16. Ve 17.yüzyıllarda, çeşitli iç huzursuzluklar, isyanlar ve Anadolu’da uygulanan ağır vergi sistemi, halkın dirlik ve düzenini bozmuş; insanlar topraklarını ve köylerini terk ederek Bursa ve İstanbul gibi büyük şehirlere göç etmeye başlamıştır. 18.yüzyıla gelindiğinde iyice yoğunlaşan bu göç eğilimi, özellikle İstanbul’u tabiri caizse yol geçen hanı haline getirmiştir. Ancak kentin iş ilişkileri ve Lonca ile Ahilik Teşkilatı’na dayanan geleneksel çalışma düzeni, kırsal kesimden gelen bu ucuz iş gücünün istihdam edilmesini engellemiştir. Bu durum İstanbul’da hanlarda, bekar odalarında, bahçe ve bostanlardaki kulübelerde yaşayan işsizlerden oluşan yeni bir toplumsal grubun ortaya çıkmasına neden olmuştur. Vaziyetin baş edilemez hal alması idarecileri, tıpkı Bizans döneminde olduğu gibi, kanuni sınırlamalar getirmeye zorlamıştır. Bu işsiz kişilerin geldikleri yerlere geri gönderilmeleri için fermanlar çıkarılmış, bu olaya kesinlikle tolerans gösterilmemesi emredilmiştir. Ancak göç ve bu göçe bağlı gecekondulaşma olayının engellenmesi mümkün olmamıştır.
Görüldüğü gibi, sorunun kökeni çok daha derinlerdedir ve çözümün yasak koymak veya kanun çıkarmakla sağlanamayacağı açıktır. 5.yüzyıldan 21.yüzyıla yayılan bu uzun zaman dilimine bakıldığında, senaryo maalesef üç aşağı beş yukarı aynıdır: “Vur abalıya” mantığı ile uygulanan yanlış politikalar, ihmalkârlıklar sonucu yurdunda barınamaz hale getirilen kırsal kesim; daha iyi bir yaşam umuduyla (hatta bazen daha iyisinden ziyade sadece yaşayabilmek için) büyük kente yapılan göç ve burada derme çatma evlerde, açlık sınırında sürdürülen yaşamlar…Ve geçmişte kanunlar, fermanlarla kenti terketmeye zorlamanın yerini günümüzde ‘kentsel dönüşüm’ adı altında insanların yıllardır yaşadıkları evleri başlarına yıkmanın almış olması…Her ne kadar “taşı toprağı altın” denilse de, bu altının herkese yetemediği ortadadır. Yüzyıllardır sürekli göç alan yorgun bir şehir olarak İstanbul’un yeni insan yükünü kaldıramaması bir yana, gelenlere verebileceği bir şey de kalmamış gibidir. Dolayısıyla sorunun asıl çözümü-biraz klişe de olsa- insanları yerini yurdunu gözden çıkarıp göç etmek zorunda bırakmamak olmalı sanırım…