“Acemi birliğini yurdun göllerle kaplı bir bölgesinde tamamladıktan sonra arazi taramasına yollanmıştık. Önümüzde birden, inişin tüm genişliği boyunca, korkunç patlamalarla tozu dumanı birbirine katan kara alevler belirmeye başlamıştı.
Patlamalar, bizi dünyadan, geçmişten ve gelecekten ayıran korkunç bir perdeyi andırıyordu.
Dört bir yandan gürleyen yıldırım kümeleri karşısında şaşkına dönmüş bir halde, sürünerek ilerliyoruz; sonra bir infilak bedenimizi hızla kaldırıp ileri doğru fırlatıyor.
Büyük duman dalgaları içinde birbirimize tutunmaya çalışıyoruz. Etrafımızda, orada burada, yan yana, iç içe kraterlerin açıldığını görüyoruz.
Suya düşen kızgın kızıl demirin coslamaları ve kemik kırıklarının çatırtısı havaya karışıyor. Havada oluşan bu büyük enkaz yıldızı, bu gök gürültüsü sağanağı, o güne kadar korunaklı bildiğimiz sığınaklarımızı yerle bir ediyor.
Sert çarpışmalar ve toz toprak kasırgaları önce gövdemizi, sonra ruhlarımızı dibe çekiyor. Akşamın alacakaranlık saati yüzeye çıkmamıza izin vermiyor.
O gün o kadar çok yağmur yağdı ki, botlarımızın tabanlarına kalın bir balçık tabakası yapışmıştı ve yerçekimi adımlarımızı o kadar yavaşlatmıştı ki, hedefimize bur türlü ulaşamadık.
Vadide, yaratıcının eliyle bu inziva yerlerine yerleştirilen çok sayıda hayvan, büyü ve hayat vardı.
Vadiyi çevreleyen sıra sıra çatılar ile bir çocukluk anısı kadar muğlak bu ufuk arasında göremediğiniz bir kasaba bulunuyordu; bir kalabalığın kafaları gibi birbirine dolanmış birkaç yüz çatı, kasabanın sefaletini gizliyordu.
Buradan bakıldığında vadinin hem narin evlerini hem de en yüksek kavaklarını ezen ulusal kahramanın anıtının etrafa saçtığı gölgeler fark ediliyordu. Bu gölgeler, sürekli renk, ışık veya görünüm değiştiren bir gökyüzünün kaprislerine maruz kalıyordu.
Güneşin kasabanın bu yakasına gönderdiği huzmeler evleri arındırıp, hatlarını akışkanlaştırıyorsa, birkaç pencereyi aydınlatıp, fayansları parlatıyorsa, haçları ve pagan tapınaklarını ateşe veriyorsa, duvarları beyazlatıp havayı beyaz tülden bir örtüyle kaplıyorsa, muhteşem gölgelerle zengin kontrastlar yaratıyorsa; eğer gökyüzü masmaviyse ve yeryüzü umuttan titriyorsa o zaman düşsel de olsa o kasaba sizin yurdunuz olmuş demektir.
Anlayacağınız, zulüm derecesinde hayata aşık, sonsuz sessizliğin kardeşi bir şehir uzanıyordu önümüzde.
Hışırtılı dalgalar, hafif inlemeler, donuk böğürmeler, çağıltılı ötüşler, bozkırı, yumuşak ve vahşi bir ahenkle dolduruyordu.
Bu yalnızlıkları canlandıracak, bu havada süzülen bedenleri sallayacak, bu beyazı, gök mavisini, yeşili, kırmızıyı ve siyahı karıştıracak bir esinti geldiğinde susuyordu her şey.
Sessizlik korno çalınca köpeklerin deli bir koşu tutturduğu bir geyik avını andırıyordu.
Ev sahibi, esnemelerimizi bastırmak ve gözlerimizi açık tutmak için gösterdiğimiz çabayı görünce akşam yemeğimizi yer yemez yaralarımıza pansuman bile yapmadan hepimizi odalarımıza götürdü.
Bana ayrılan oda ağır mobilyalardan bir müzeyi andırıyordu ve ben o müzenin sanki gece bekçisi gibiydim.
Altımdaki yatak boşlukta bir dalga gibi sallanıyordu.
Şöminenin üzerinde açık olan, kaplumbağa kabuğundan enfiye kutusunun hala taze tütünle dolu olması beni hayrete düşürmüştü.
Körük, astımlı yaşlı bir adam gibi hırıltılı sesler çıkararak, kendi kendine ateşi üflüyordu.
Ev sahibi bir fotoğrafçı olmalıydı. Karanlık odadaki siyah peçeli tripod, hafızadaki boşlukları kapatmak için, yaşamın çözülüşüyle ölümün çözülüşü arasındaki geçici duraklamayı kadrajına alıyordu.
Yanan ateş odanın içine kırmızımsı yansımalar saçıp garip gölgeleri duvara fırlatıyordu, böylece duvar halısındaki karakterler ile duvarda asılı dumanlı portrelerdeki figürler kolaylıkla ayırt edilebilir hale gelmişti.
Bunları fark ettikten sonra itiraf etmeliyim ki bir yaprak gibi titremeye başladım.
Sonra ev sahibinin, yeleğinin cebinden olağanüstü küçüklükte bir anahtar çıkardığını gördüm, ya da gördüğümü zannettim; adam deliğin iyice temizlendiğinden emin olmak için önce içine üflüyor sonra bunu birbiri ardına tüm çerçevelere sokuyordu. Böylece tüm çerçeveleri, figürlerin rahatça geçebileceği şekilde genişletmiş oluyordu.
Çerçevelere bez bebekler, ceviz ağacından çeyiz sandıkları, siyah gelinlikleri içinde mutsuz genç kızlar, mezar taşı görünümlü yüzleriyle kaynanalar, delik çoraplı, şalvarlı marabalar, ucu kalkık kılıçlarıyla kaytan bıyıklı cengaverler, başları sargılı, kolları, bacakları kopmuş askerler, uzun botları içinde, toynaklarını güçlükle hareket ettiren ve nal seslerinden kıvrımlarla ilerleyen safkan bir atı andıran bir kadın dolmaya başladı.
Saf kan at, öyle laf olsun diye sarf edilmiş bir mübalağa olmanın aksine, Ossian’a atfedilen destansı şarkıları harp kullanarak çalan bir meleğin, tüm eski aşk mitolojisinin yerini alan bir tasvirdi.
Safkan ata benzeyen kadın vintage çerçevesinden çıkıp şöminenin köşesindeki berjere oturduğunda yatağımdan zorlukla doğrulup yüzüne baktım. Çocukluk aşkım Hanna’ydı.
O haliyle sararmış yapraklarıyla toprağa ters dikilmiş bir gül çalısına benziyordu.
Gözleri, derin çukurların içinde bile kendilerini güvende hissetmiyor izlenimi veriyordu.
Göz kamaştırıcı beyaz teni, kül sarısı saçları, uzun kirpikleri ve Nil yeşilinden gözbebekleri o kadar net ve şeffaftı ki, bunların arasından ruhunu, bir dere dibindeki bir çakıl taşı kadar net görebilirdiniz.
Bacağındaki bıçak yarası hariç, hayata gevşek atılmış düğümleri vardı Hanna’nın.
Çerçevenin birine siyah porsuk ağaçlarının altında, Buda rahipleri gibi, sıra halinde duran baykuşlar yerleşti. Baykuşlar kırmızı gözlerini sessizliğe dikmiş, bu dünyanın bir şeylerden korkması gerektiğini anımsatıyor gibiydi.
Resmin birine daha yakından baktığımda oradaki karaltının, efendisinin yatağına kıvrılmış olan Luna’nın ön patileri ve burnu olduğunu fark ediyorum.
Sonra çerçeveli varlıkların gözbebekleri tuhaf bir şekilde parıldayıp hareket etmeye başladı; dudakları konuşan insanların dudakları gibi açılıp kapanıyordu ama ben saatin tik taklarından ve sonbahar esintisinin ıslığından başka bir şey duymuyordum.
Sonra başka bir figürün çerçevesinden çıkıp, sağda, solda sıralanmış evlerinin onu yakalayıp eski anıların içine çektiği bir sokakta ilerlediğini görüyorum.”
Sokak daraldıkça daralıyor, adeta büyük bir loşluğu andıran eski bir zamanın girdabına yakalanıyordu.
Zamanın atları vücutlarından yoğun buğular salarak adamın önünde koşuyordu.
Hanna da aynı sokakta yaşıyordu. Evlerinin bahçesine bakındı, o bahçede eskiden uzun süren baharlar yaşandığını hatırladı. Ortalıkta kimseyi göremeyince “Kiliseye gitmiş olmalılar” diye düşündü.
Kiliseye vardığında sağda oğlanlar, solda kızlar koro tribünlerini bir Hıristiyan teslimiyetiyle doldurmuştu.
Rahip kürsüye yakın duruyordu. Apsisteki vitray pencerede Kutsal Ruh, sadece Meryem Ana’ya hükmediyordu; arkada Aziz Mikail’in ejderhayı öldürmesini temsil eden ahşaptan bir kabartma vardı.
Rahip cenneti, tufanı, Babil kulesini, alevler içinde kalan şehirleri, cezalandırılan insanları ve devrilen putları ve Tanrı’nın öfkesini anlattı ve onun öfkesinden korkmayı salık verdi.
Birbirine dolanmış fil hortumlarını andıran dev orgu çalanın parmakları, sanki cıvadanmış gibi, yükselip alçalmaya başladı.
Peder orgdan yayılan müziği dinlerken ağlıyordu.
Bu konserde hem dünyanın gürültüsünü hem yalnızlığın şiirsel huzurunu hem de öfkeli Tanrı’nın sesini duyabilirdiniz.
Ayinin bitmesine yakın Hanna’yla göz göze geldi. Genç kadın onu görür görmez yere yığıldı. Ardından, tütsünün kokusunun burcu burcu yükselmesi gibi, bir homurdanma duyuldu. Cemaat sanki suçluyu teşhis etmişçesine ona doğru baktı.
Cemaatin öfkeden deliye dönmesine neden olan şey Hanna’nın yıkıldığı yerden bir türlü ayağa kalkmamasıydı.
Kararlı adımlarla kalabalığı yarıp Hanna’ya doğru yürüdü. Onu ellerinden tutup “ben geldim” dedi. Sonra birlikte kilisenin avlusuna çıktılar. Bilge kedi Luna, içlerinde kadim ruhlar barındıran avludaki serin taşların üzerine uzanmış mırıldanıyordu.
Luna ve taşlar bu Mesihçi kavuşmaya tanıklık ettiler. Sadece kalplerin nabız birliğinin yaratabileceği bir vecddi yaşanan.
Havada bir şeyler herkesi çerçevelerin içine geri zorluyordu.
Sonra avluda bu zorlamayı geciktiren çılgın bir dans başladı. Dans eden kasırgada kadınların elbiseleri bir güvercin sürüsünün kanat çırpmasına benzer sesler çıkarıyordu. Dansçıların alınlarından gözlerine doğru akan ter, sinekleri ve makyajı silip süpürüyordu. Ancak ne kadar çabalarlarsa çabalasınlar her zaman üç dört nota öndeydi zaman.
Sonra vakit akşamın alacakaranlık saatini vurduğunda herkes durdu.
“Akşamın alacakaranlık saati bunalımın saatiydi benim için, çünkü hayal kırıklıklarını ve yanılsamaları yenmek için gün boyunca süren telaşın ve hareketin sönümlendiği, kendimle karşılaşmaların korkunç saati gelip çatmış olurdu o zaman.
Çünkü o, tıklım tıklım otobüslerin kapısıyla yabancı bir nefes arasında sıkışıp kalınan, herkesin sözde bir hedefe doğru koştuğu, tüm akıllı ve güzel kadınların bir sevgilisinin olduğunun apaçık görüldüğü, sokağın köşesinden eve yürümenin bile olağanüstü kertede zor olduğu, beni nefessiz bırakan bir kaygı dalgasının üzerime üzerime geldiği, yenilginin, köksüzlüğün ve yalnızlığın saatiydi.
Nehrin kıyısındaki kamışların rüzgârın ağırlığı altında büküldüğü, çanların ve müezzinin seslerinin kaybolduğu, korkulu bir annenin bebeğini göğsüne bastırarak ağladığı, kalbin son çığlığıyla ve son şikayetle harabelerin bir bir yıkıldığı ve herkesin bu harabelerin altında kaldığı ve toprağın kan göleti olduğunun anlaşıldığı ve resimlerin bir daha çıkmamak üzere çerçevelerine zorlandığı bir kader saatiydi vuran.
Akşamın alacakaranlık saati, senin ekmeğim ve şarabım olduğunu idrak ettiğim saattir Hanna; ağırlığımız yüzünden mutfak fayanslarının üzerinde bir ileriye bir geriye kayan sandalyenin gıcırtısının duyulduğu, onca yılın ardından apansız, tam karşımda belireceğine dair deliliğimin saati.
Dişlileri gıcırdayan paslı makineyi onca zaman sonra çalıştıran sendin. Bir kış öğleden sonrasını çağrıştıran buz beyazlığınca solgun yüzüne sürüyorum yüzümü. Mahzun solgunluklarını seviyorum gözlerinin.
O yıllardan geriye, kafamda karışık izlenimlerden yeşil, siyah ve kırmızıdan sıcak bir şey kalmış. Kiremitten, tuğladan ve kırmızı bir halıdan bir odada, pencereleri maskeleyen kadife perdeler ve boş çerçeveler geçmişimin hem şefkatli hem zalim bir portresi gibi.”
Toynaklarını kaldırım taşlarının üzerinde şaklatarak aktı zaman.
Çerçevenin birinde karanlık peçeler görüyorum; çamurlu bir nehrin göz kamaştıran incilerini…
Gölgeler tekrar çerçevelere hapsolmadan önce geçen zaman boyunca, cesaretlerine bağlı olarak ya büzüşüp ya genişledi hayat.
Çerçevelerine dönerken ruhlarındaki hüznü, üzüncü kimsenin anlamadığını düşündüler. Herkes gibi onlar da gülümsüyordu ancak her gülümseme, acıdan incilerini ruhlarına akıtan bir gözyaşı damlasına benziyordu.
Nihayet akşamın alacakaranlık saati vurdu. Saatin tonuna benzeyen bir ses duyuldu ve ses şöyle dedi:
“Zamanı geldi, artık unutmalıyız.”
Bir cevap yazın