24 Eylül 1996 Salı günüydü. Saat öğleden sonra beş buçuk, altı gibiydi. TRT İzmir
televizyonu önünde dev bir gazeteci ordusu bizi bekliyordu. Zira Sanat Güneşimiz uzun bir
aradan sonra ilk kez sahneye çıkacak, ömrünü adadığı sanat hayatı için ödül alacaktı. Uzun
zaman olmuştu böylesi bir sahne yaşanmayalı. Yıllarca kimseyle görüşmemiş, hep gözlerden
uzak yaşamıştı. Seyircisiyle ahenk oluşturduğu müzik dolu günlerden eser kalmamıştı. Yıllar
iyi davranmıyordu ona. Zaten sanat camiası da iyiden iyiye yozlaşmaya başlamıştı. Her geçen
gün kötüye gidiyordu. Dolayısıyla aldığı bu karardan hep memnuniyet duyuyordu. Ama konu
TRT olunca hayır diyememişti. Onu var eden, bulunduğu noktaya taşıyan, bir Sanat Güneşi
olmasını sağlayan kurumu ret edememişti, edemezdi de. Bir kere karakteri buna izin
vermezdi. Çünkü TRT ile var olmuştu. Tüm şöhretini, kazançlarını, Türkiye’ye mal olan bir
sanat abidesi olmasını TRT’ye borçluydu. Kısaca TRT onun her şeyiydi.
Aracımızla televizyon binasının girişine yaklaştığımızda gazeteciler çevremizi
sarmıştı. Zeki Müren, her zamanki gibi asaletli ve dik duran haliyle araçtan indi. Gülümseyen
yüzüyle ‘’Merhabalar efendim.’’ Dedi. Ve kendinden emin adımlarıyla yürüyüşüne devam
etti. Başında siyah fötr şapkası, gözlerinde yüzünün büyük bir bölümünü kaplayan gösterişli
gözlükleri vardı. Üzerine siyah bir gömlek ve ağırlıklı mor renklerden oluşan ceket giymişti.
Bacaklarında da aynı şekilde siyah renkli pantolonu, ayaklarında rugan ayakkabıları
bulunuyordu. Her zamanki gibi yine sade ve farklıydı. Sonra yavaş adımlarıyla giriş kapısına
yaklaştı. Ve içeriye girdi. Bizde yardımcıları olarak elimizdeki kostümlerle arkasından onu
takip ettik. Sahne alacağı zaman hep beş kostüm yaptırırdı Paşa. Hep özel terzisine diktirirdi.
Ve her birine isim verirdi. Bu seferki giyeceği elbisesinin ismi de ”Son Veda” ydı.
Diğer tarafta gazeteciler, küçücük bir saniyeyi bile kaçırmamak adına sürekli flaşlarını
patlatıyorlardı. Çok özlemişlerdi onu. Sadece gazeteciler değil, tüm Türkiye özlemişti. Çünkü
o Zeki Müren’di, Sanat Güneşiydi, Türkiye’nin yetiştirdiği en önemli müzik adamlarındandı.
Yıllar olmuştu seyircilerinden uzaklaşalı. Tam altı yıl… Kolay değildi. Zeki Müren gibi
hayatını sanata, seyircilerine ve alkış tufanına adamış birisi için daha da zordu. Hatta ölümden
beterdi. Dile kolay altı yüzden fazla plak, on bir yıl gazino hayatı, bilmem kaç tane film,
oyunculuklar ve konserler… Her şeyi, herkesi geride bırakarak Bodrum’daki yazlığına
yerleşmişti. Rahatsızlıklarından dolayı yorgun düşmüştü. Şeker hastalığı ve kalp sorunlarıyla
boğuşuyordu. İyice kilo almıştı. Nefes almakta bile güçlük çekiyordu. Hareket yeteneği de
oldukça azalmıştı. Bunun yanında şaşalı hayatındaki çevresiyle de iletişimini koparmıştı. Bir
tekiyle bile görüşmüyordu. Hayatında kimseler kalmamıştı. Sadece o, ben ve çiçekleri vardık.
Kendimize küçücük bir dünya kurmuş; sade, sakin bir şekilde yaşamaya çalışıyorduk.
Her şey, sıcağıyla kasıp kavuran Bodrum öğlesinde gelen bir telefonla başlamıştı. O
sıra alış verişten dönüyordum. Ana girişten geçip merdivenleri tırmanmış, sağ taraftaki sokak
kapısına ulaşmıştım. Cebimdeki anahtarları çıkarıp kapıyı açtığımdaysa telefonun aralıksız
çaldığını fark ettim. Elimdeki poşetleri mutfağa bile bırakamadan hemen telefonun bulunduğu
yere ilerledim, nefes nefese halimle cevap verdim. Telefonun diğer ucunda TRT’den aradığını
söyleyen bir yetkili vardı. Zeki Müren’le görüşmek istiyordu. Önce şaşırmıştım. Çünkü Paşa
her şeyi bırakıp inzivaya çekilmişti. Sahnelerden uzak yaşamaya çalışıyordu. Kimseyle
görüşmek istememişti bugüne dek. İrili ufaklı gelen bütün teklifleri geri çevirmişti. Buna
rağmen hala böylesi bir telefonun gelmesi garipti. Sonra kendimi toparlayıp kısa bir süre için
müsaade istedim. Ve balkonda sakin bir halde çiçekleriyle ilgilenen Paşa’ya haber verdim.
”Paşam TRT’den arıyorlar. Sizinle görüşmek istiyorlar. Sanırım yine sahneye davet edecekler.
Ne cevap vereyim.” dedim. Sanat Güneşi Zeki Müren sözlerim üzerine kısa bir süre
duraksadı. Sonra yavaş bir şekilde olduğu yerden bana doğru döndü. Elindekileri uygun bir
yere bırakarak yanıma geldi, koluma girdi. Ve kısa adımlarla telefonun bulunduğu yere doğru
yürümeye başladık. O sıra ne cevap vereceğini bilememişti galiba. Kafası karışmıştı. Her
halinden belli oluyordu yani. Yıllardır yanındaydım. Mimiklerini, bakışlarını, davranışlarını,
neye nasıl tepki vereceğini, neye kızıp neye güleceğini artık öğrenmiştim. Dolayısıyla bunu
anlamak çok zor olmamıştı. Telefonun yakınına geldiğimizdeyse önce duraksadı, derin bir
nefes alarak soluk soluğa olan halini düzenlemeye çalıştı. Sonra telefonun ahizesini kaldırdı,
”Buyurunuz efendim” dedi. Ve karşısındaki yetkilinin sözlerini dinlemeye başladı.
Duyduklarıyla şaşırmıştı. Ama hoşuna da gitmişti. Öyle ki TRT onun için özel bir gece
düzenlemek istiyordu. İzmir stüdyosundan yayınlanacaktı. Gerçekleşecek programda
kendisiyle sohbet edilecek, geçirdiği onca yıllık sanat hayatı için anısı büyük sürpriz bir ödül
verilecekti. Doktorlar sahneyi ve canlı yayını kesin olarak yasaklamıştı. Hastalığının böylesi
ileri bir evresinde yaşanacaklar tamamen ölüm riski demekti. Buna rağmen Paşa, karşısındaki
yetkiliyi fazla bekletmeden ”Memnuniyetle efendim, sağ olunuz.” dedi.
Sonra derin bir nefes alarak telefonunun yanı başındaki sandalyeye oturdu. Elleriyle
saçlarını düzeltti. Tatlı bir tebessümle gözlerimin içine baktı. O an mutlu görünüyordu. Yarım
bıraktığı yıllara geri dönmüş gibiydi. Çok geçmeden de telefon defterine uzanarak kapağını
açtı, karıştırmaya başladı. Birkaç isim ve numarayı inceledikten sonrada modacısının
numarasında dikkat kesildi. Ahizeyi kaldırdı, numarayı çevirdi. Anlaşılan o ki; çıkacağı
program için yeni elbiseler diktirecekti. Yüzündeki tebessüm ise her geçen saniye daha da
belirginleşiyordu. Tarif edilemeyecek kadar farklı bir şeydi bu. İnsanın içini ısıtan, huzur
veren bir durumdu. Sanki ilk kez sahneye çıkıyor gibiydi. İlk kez böylesi bir şey yaşıyormuş
gibi heyecanlı ve coşkuluydu. Fakat çıplak bir gerçeği görmezden geliyordu. O da eskisi gibi
olmadığıydı. Uzun zamandır kalp ve şeker hastalığıyla mücadele ediyordu. Doktor sahne
hayatını, canlı yayını, heyecanı kesinlikle yasaklamıştı. Zaten bu nedenle çalışmalarına ara
vermiş ve Bodrum’a yerleşme kararı almıştı. Ama konu TRT olunca akan sular durmuştu.
Bütün her şey değişmiş, hastalığını filan unutmuştu. Kararlıydı. Bugünlerine gelmesini, Zeki
Müren olmasını, Sanat Güneşi gibi parlamasını sağlayan kuruma borcunu ödeyecekti. Başka
türlüsü kabul edebileceği bir şey değildi.
Televizyon binasına giriş yaptığımızdaysa uzun bir koridor bize ”merhaba” demişti.
Paşa’mız tüm asaleti ve dik duruşuyla yürüyüşüne devam ediyordu. Adımları ağırdı. Ama bir
o kadar da netti. Hiç tereddüt etmiyordu. Sanki sahne hayatına hiç ara vermemiş, hep
seyircileriyle iç içeymiş gibi davranıyordu. Hastalığından, sessiz sedasız geçirdiği yıllardan
eser görünmüyordu. Gerçekten büyük bir sanatçıydı. Sanat Güneşi isminin hakkını veren bir
insandı. Ve tepeden tırnağa farklıydı. Öyle ki yaşadığı onca yıllık sanat hayatında ülkemizin
alışılagelmiş kalıplarını zorlamış, değişik tarzda kıyafetleri ve gösterdiği farklı sahne
davranışlarıyla popülerliğini korumasını bilmişti. Ayrıca çoğu kıyafetinin tasarımını da
kendisi yapmıştı. Zaten yüksek eğitimini aldığı desen tasarımcılığına hiçbir zaman ara
vermemişti. Sürekli çalışmalarına devam etmişti. Ve yaptığı resim tablolarıyla birlikte
ülkemizin çeşitli bölgelerinde sergilemişti. Bunlara ek olarak şiir çalışmaları da bulunuyordu.
Hatta bir kısmını ‘’Bıldırcın Yağmuru’’ isimli kitabında toplamıştı.
Koridorun sonuna geldiğimizde makyaj odasının önündeydik. Kapının koluna bastırıp
içeriye girdiğimizde de bütün ekip oradaydı, bizi bekliyorlardı. Sanat Güneşi odaya adımını
attıktan sonra çevresindekilerle selamlaştı ve üzerini değişmek için kendine ayrılan bölgeye
geçti. Bizde peşinden onu izledik. Elimizdeki kostümleri emrine sunduk. Ardından makyajı
için hazırlanan koltuğa ilerledik. Zeki Müren rahat tavırlarıyla koltuğa oturdu, makyajını
yaptırdı. Ve artık her şey tamamlanmıştı. Heyecanla beklenen o an gelmişti. Sanat Güneşimiz,
yıllar sonra yeniden sahneye çıkacaktı. Her zaman olduğu gibi büyük bir titizlikle
hazırlanmıştı. Kılığını, kıyafetini özenle giymiş; makyajını en ince ayrıntısına kadar
yaptırmıştı. Seyircisine uzun zaman sonra kötü görünmek istemiyordu. Biliyordu ki bu son
gecesiydi. Seyircileriyle bir arada olacağı son dakikalarıydı. Bir daha böylesi olmayacaktı. Bir
daha onlarla buluşma şansı bulamayacaktı. Zira hastalıklarından ötürü eskisi gibi değildi. Ve
oldukça yaşlanmıştı. Fakat yaşadığı hüzne rağmen yine de mutluydu. En azından öyle
hissediliyordu.
Öte yanda TRT İzmir televizyonunda yoğun bir çalışma gerçekleştiriliyordu. Paşamız
için özel sahne hazırlanmış, farkının gözler önüne serilmesine çalışılmıştı. Her şey ona layık
olmak içindi. Son gecesini en güzel, en unutulmaz, en harikulade halde geçirmesi adınaydı.
Bu büyülü geceye iki dev isim daha davet edilmişti. Muazzez Ersoy ve Ajda Pekkan…
Misafirler oldukça ağırdı. Dolayısıyla herkes bir yana koşturuyor, üzerine düşeni en iyi
şekilde yerine getirmeye uğraşıyordu. Hepsinin de tek derdi vardı. Mükemmel bir gece
organize etmekti. Kimisi elinde kağıtlarla, kimisi makinelerle, kimisi farklı başka şeylerle
sürekli hareket halindeydiler. Kimse yerinde on saniye bile durmuyordu. Hep bir telaş, hep bir
acele… Gecenin ödülü ise hala sır gibi saklanıyordu. Hiç kimse bu konuda açık vermiyordu.
Herkes görevinin bilincindeydi. Tam bir sürpriz ödül organizasyonu oluşturulmaya
çalışıyordu. Ben bile delicesine heyecanlanmıştım. Kim bilir Sanat Güneşi Zeki Müren nasıl
heyecanlanmıştı. Neler yaşıyordu, neler hissediyordu acaba içinde. Keşke bunu bilebilseydik.
Ama böyle bir imkanımız yoktu. Ve sadece halini, tavrını, durumunu, hareketlerini analiz
ederek durumunu anlamaya çalışıyorduk.
Sonra yavaş adımlarla stüdyoya geçtik. O kendine ayrılan koltuğa oturdu, bizde
kameraların görmediği bir bölgede yerimizi almıştık. Hareketleri ölçülüydü, kontrollüydü.
Küçük düşeceği bir fotoğraf karesi vermek en son isteyeceği şeydi. Zaten sanat hayatı
boyunca duruşundan, asaletinden, gösterişli halinden hiç bir zaman ödün vermemişti. Onca
yıllık şaşalı yaşantısında en çok dikkat ettiği şey buydu. Ardından çekimler başlatılmıştı. Kısa
süre sonrada ismi anons edildi. Yuvarlak masa etrafında kendine ayrılan yerden kilosunun
verdiği rahatsızlıkla düzensizleşen nefesiyle sunucunun yanına geçti. Ve TRT genel müdür
yardımcısı ekrana girdi. O sıra bir şeylerin yolunda gitmediği belli oluyordu. Sunucunun elini
sıkı sıkıya kavramıştı. Hasta olması dolayısıyla bazen böyle destek almak zorunda
kalabiliyordu. Ama yorgun düştüğünde veya kendini kötü hissettiğinde yapardı bunu. Şimdi
de çok iyi görünmüyordu. Yoğun makyajına rağmen sıkıntılı ve rahatsız olduğu
hissediliyordu. Veya bana öle geliyordu, bilmiyorum. Belki de bir kuruntuydu. Yada saçma
bir endişeydi; her şey olabilirdi yani. Odaklanmayı engellemesin diye ilaçlarını almadığını
düşündükçe korkuyordum işte. Sonuçta Zeki Müren yıllardır patronumdu. Patronumdan da
öte hayatımın çok büyük bir bölümünü bir arada geçirdiğim yegane insandı. Arkadaştan, aile
büyüğünden farksızdı. Yıllardır yanı başında olduğum, yanı başımda bulduğum tek insandı,
tek dostumdu. Velhasıl onun için endişelenmem son derece doğaldı.
Bunun üzerine vakit kaybetmeden TRT müdür yardımcısı elindeki sürpriz ödülle
konuşmaya başladı. Sözlerini noktaladığında da ambalajı açtı, ödülü çıkardı. Herkesten sır
gibi saklanan o ödül Zeki Müren’in TRT Ankara radyosunda ilk şarkılarını söylediği
mikrofondu. Artık bir antikaydı. Kırk beş sene sonra o emek dolu dönemin hediyesi olarak
yeniden karşısında duruyordu. Gerçekten çok büyük bir sürprizdi. Hepimizi fazlasıyla
şaşırtmış, heyecanlandırmıştı. Anlatıldığı kadar vardı. En soğuk yaratılışlı insanın bile
etkilenmeyecek hali yoktu. Kim bilir Paşa nasıl etkilenmişti. Sonrasında en az iki kilo gelen
mikrofonu ellerine aldı. Şaşkınlık ve sevinç içinde çevresine bakındı. Ama boş bakışlardı
bunlar. Belliydi. Yıllardır alışmıştım. Bir bakışının, bir hareketinin ne anlama geldiğini hemen
anlardım. Yolunda gitmeyen bir şeyler vardı. Kendini zorluyor gibiydi. Artık bundan
emindim. Ve bu sıkıntılı haliyle mikrofonu tekrar yöneticiye geri uzattı. Bitkin düşmüştü.
Nefesi düzensizleşmiş, bacakları dermansızlaşmıştı. Dengesini yitirmek üzereydi. Son bir
gayretle de TRT sunucunun koluna girdi. Daima en güzel, en gösterişli haliyle karşılarına
çıktığı seyircilerinin önünde düşme korkusuyla iyice panik olmuştu. Bunu fark ettiğimdeyse
hemen yerimden kalktım, sahneye doğru hareketlendim. Ama oraya ulaşmam mümkün
görünmüyordu. Çünkü çevredekiler buna müsaade etmemişti. Ekran başında milyonlarca
hayranı da durumun farkındaydı. Büyük ihtimal olan biteni endişe ile izliyorlardı. Ardından
sunucunun desteği ile oturduğu yere geri döndü. Kendini atarcasına bıraktığı koltuğunda
sakinleşmeye çalıştı. Ama mümkün olmuyordu. Her geçen saniye daha iyiye gideceği yerde
kötüye gidiyordu. Çok geçmeden de dudaklarından ”Beni dışarı çıkarın.” cümlesi dökülüverdi.
Bunun üzerine çevresindekilerin yardımıyla koridora çıktı, yavaş adımlarla makyajını ve
hazırlığını yaptığı odaya yürümeye başladı. Attığı her adımda da yaşadığı sıkıntıyı daha fazla
hissettirmemeye çalışıyordu. Etrafındakilerdense tek isteği onu düşürmemeleriydi. Zira
düşerken çekilecek tek bir kare fotoğrafı onu halkına mahcup edecekti. Buda en son
isteyeceği şeydi. Büyük bir dirençle kameraların erişemeyeceği odaya doğru ilerlemeye
devam ediyordu. Kendinden geçmemek için tüm gücünü sarf ediyordu. Nefes alış verişi iyice
karışıklaşmış, düzensizleşmişti. Kapının önüne geldiğindeyse zar zor içeriye girdi. Bir kaç
adımını attıktan sonrada kendini yere bırakmıştı. Biz gelene kadar da son nefesini vermişti.
Zeki Müren, Sanat Güneşi, Türkiye’nin yetiştirdiği en büyük sanatçılardan biri,
doğduğu yer olan TRT’de vefat etmişti. O artık yoktu. Bir daha olmayacaktı. Sonsuzluğa
yelken açmış, tüm Türkiye’yi eksik bırakmıştı. Bütün ömrünü sanata, sanatçılığa, müziğe
adamıştı. Seyirciler, yaptığı müzik ve alkışlar her şeyiydi. Sanatsız bir hayatı hiç
düşünmemişti. Sanattan, seyircilerinden, alkışlardan uzakta hep yalnızdı, bir başınaydı.
Koskoca ömründe hiç kimsesi olmamıştı. Buna son yıllarına kadar hiç ihtiyaçta duymamıştı.
O sanatıyla, seyircileriyle bir aileydi, bir bütündü. Öyle ki inzivaya, onun tabiriyle dinlemeye
çekildiği altı koca yılda eriyip tükenmişti. Elbette hastalığının etkisi fazlaydı ama, içinde
bulunduğu sanat hayatından uzak kalmak daha da mahvetmişti. Hatta yazdığı şu satırlar
durumunu en güzel anlatan ifadelerden biriydi.
MESUT BAHTİYAR
Kimsesizlerin kimsesiziyim kimsesizim
Yalnızların yalnızıyım yalnızım
Dertlilerin dertlisiyim dertliyim
Aşıkların aşkıyım aşıkım
İsmim mesut göbek adım bahtiyar
Yıllarca hep böyle bildiniz siz
Mesut bahtiyardan şarkılar dinlediniz.
Zeki MÜREN…
Bir cevap yazın